telefonunuza bakmayınız

 



‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz. 


Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sanatçılara saygı gösterin. 


Yasaklanması saçma tabii ama sirke gidip sahneye değil telefonuna bakan insan var demek…


Hayat, sen buralara nasıl geldin?


Fotoğraf bizim sirkten değil, Montini Sirki'nden

eve dönmenin yolları


Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâhını, bir de trenle geçmeyi hesaplamıştım. Adana’ya kadar Toros Ekspresi’yle gidecek, sonra yola otobüsle devam edecektim...

İşin bir de sürpriz faslı vardı. Önden haber vermeden memlekete dönmek, evdekileri şaşırtmak istiyordum. Öğrenciydim, harçlığım bitmişti, İstanbul’dan sıkılmıştım. Tren bileti çok ucuzdu. Fazla düşünmedim. Hem o meşhur Toros tünellerinden geçecektim. En önemlisi, bizimkileri görecektim. Eve dönecektim. Ağır ağır İstanbul’un içinden aktı gitti tren; şimdi hepsi yıkılmış, şirin banliyö istasyonlarının yanından geçti. Sonra metropolden çıktı; Bilecik’i, Arifiye’yi dolaştı, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanmak için geceyle beraber Konya Ovası’na indi. Kompartımanım saatlerce doldu doldu boşaldı. Kuşetimi açtım, uyudum. Uyandım baktım, yaşlı bir adam dışarıyı seyrediyordu. Gözümü kapattım tekrar. Uyandım, iki köylü kâğıt oynuyordu. Uyudum. Bir bebek ağlıyordu... Anadolu bozkırından Çehov öyküleri gibi geçerek Yaşar Kemal’in coğrafyasına yaklaştık. Nihayet tam 24 saat sonra, ‘Umut’un açılış sahnesinde Yılmaz Güney’in faytonuyla beklediği Adana İstasyonu’na vardık. İndim. Minibüse binerek eski Adana’yı kat ettim, otobüs terminaline gittim. Derken bir otobüse atlayıp İskenderun’a ulaştım. Evime giden yoldaki ilk palmiyeleri gördüğümde 28 saat geçmişti. Haddinden uzun, bitmek bilmeyen bir seyahatti. Rahat sayılmazdı. Bugünkü gibi internete başvurabiliyor olsaydık, belki buna kalkışmazdım bile. Şimdi “İyi ki eve öyle dönmüşüm” diyorum çünkü en çok o seyahatte mesafenin, uzaklığın farkına vardım, evin yolunu öğrendim. Teoman, tuhaf şekilde en olgun parçalarını içeren ilk albümündeki ‘Sessiz Eller’de, “Ararım tadını eve dönmenin, yolu bilmenin” der; işte o tadı en çok o seyahatte buldum. * Bayramlar bunun için var. 28 saat süren bir yolculuğun nostaljisine ihtiyaç duymadan, eve dönen yolu tekrar tekrar bulmak için. O yolda kendi ayak izleriniz üzerinde yürümek için. Ve nihayet tek bir büyülü fotoğrafa erişebilmek için... Çoğunuzun albümünde vardır bu fotoğraf. Siz henüz küçücük bir çocuksunuz. Tertemiz, özenle giydirilmişsiniz. Belki anne-baba, belki dede-anneanne-babaanne kucağındasınız. Çevrenizde dayılar, amcalar, teyzeler, halalar, sizden büyük çocuklar... Bir kanepenin etrafındasınız. Bir sofradasınız ya da. Mesafeler aşılarak bir araya gelinmiş. Bu fotoğraf için. Bir bayram sabahı hep beraber kameraya gülümsemek için... Siz o kadar miniksiniz ki dünya olduğundan büyük görünüyor gözünüze. Mesafeler aşırı uzun... Dayınız, teyzeniz çocukları toparlayıp ta oralardan nasıl kalkıp gelmiş ya da siz nasıl gitmişsiniz ta oralara. Mucize gibi. Aklınız almıyor. Yılda bir-iki defa, bayramdan bayrama tekrarlanan bir mucize..., Büyük ailenin toplanması her çocuk için şaşkınlık vericidir. Epey bir zahmettir çünkü bu; emektir. Haksız sayılmaz çocuk; kendine özgü seremonisi, yeni gündemlerle beslenen teatralliği, sürüp giden şakaları, fondaki Barış Manço şarkısı (“Bugün bayram, erken kalkın çocuklar”), bir fabrika gibi işleyen mutfağı, durmadan tazelenen çayları, merakla beklenen hediyeleri, küçük cepleri giderek kabartan harçlıkları, mendilleri, şekerleri ve nihayet olmazsa olmaz fotoğraflarıyla, o büyük bayram toplanması kendi içinde bir mucizedir. Herkesin yaşamasını dilediğiniz bir mucize. Sizde de varsa, o eski fotoğrafa bir bakın. Bugün sıradan görünen her şey, o küçük çocuk için nasıl şaşırtıcıydı. Şimdi olağanüstü bulduklarınızsa nasıl normalmiş gibi geliyordu. Fotoğraftaki herkes ne kadar gençmiş mesela. Kendilerini bekleyen onca anıdan, telaştan, hüzünden, sevinçten nasıl da habersiz gibiler. Âdet yerini bulsun diye çekilmiş bir fotoğraf nasıl alabildiğine yaşam ve ölüm yüklü. Bir küçücük karede bu denli yoğunluk olabilir mi? Oluyor. Ne garip, büyüklerin kucağındaki o çocuğun hayatı, tanıdığı, sevdiği neredeyse herkes o fotoğraftakilerden ibaret. Her şeyi bir kareye sığıvermiş. Bakın fotoğrafa... En eski eviniz orası işte. Hep dönmek istediğiniz ev orası. Bir daha dönemeyeceğiniz, imkânsız eviniz orası. Çocukluğunuzun evi orası. Ama her denemenizde yeniden inşa ettiğiniz ev de orası. Büyüdükçe, yeni insanlar tanıdıkça, yeni ilişkiler kurdukça, yepyeni tecrübelerle dönüp zenginleştirdiğiniz, duvarlarını elden geçirdiğiniz, odalar eklediğiniz ev de orası. Ursula K. Le Guin, “Gerçek yolculuk geri dönüştür” diye yazmıştı. Bayram bir vesile sadece; insan o yolculuğa çıkmak, o ilk evine, o en eski ve kalabalık fotoğrafa dönmek istiyor. Bir yandan her dönüşte yeni kalabalıklar, yeni fotoğraflar üretiyor (Kimisi belki de o ilk evi, ilk fotoğrafı üretiyor). O yeni fotoğraflara bir bakıyorsunuz; bir üniversite öğrencisisiniz, kemikleriniz sayılıyor, göbekten eser yok, saçlarınız kabarık, hevesiniz ve deneyimsizliğiniz gözlerinizden fışkırıyor. Bir bakıyorsunuz; eski fotoğraftakilerden bazıları gitmiş, yoklukları halen dolduruyor kareyi. Bir bakıyorsunuz; yeni heyecanlar gelmiş, eşiniz o evin sizden ayrı tutulmayan yeni evladı olmuş, mutlulukla gülümsüyor. Bir bakıyorsunuz; bir başka minik çocuk var fotoğrafta, sizin ananıza-babanıza benzediğiniz gibi benziyor size, sizin gibi şaşkınlıkla bakıyor kameraya... * Peki o ilk fotoğraftaki gibi mi hayat? Yıllar geçiyor; öncelikler, zamanın ruhu değişiyor; her şeyi mümkün gösteren dokuz günlük bayram tatilleri, kulağınıza ‘şimdi değilse ne zaman’ denerek fısıldanan cazip fırsatlar, sabaha kadar parti yapan ‘beach’leri, Instagram’lık iskeleleri, gıcır selfie imkânlarıyla bekleyen Alaçatılar, Çeşmeler, Bodrumlar büyük aileyi, kalabalıkları ilmek ilmek çözüyor. Ayrı ayrı, dar zamanlarda buluşuyoruz. Tatiller münferit; büyük ailenin küçük parçaları kendi bayramlarını yaşıyor. Parçalar çoğu zaman bir bütün etmiyor. “Nerede o eski bayramlar” diye soruyoruz ya (belki onu da sormuyoruz artık), cevabı burada. Öpülen ellerin, sıkılan yanakların azalmasında. Kötü mü böylesi? Nereden baktığınıza göre değişir. Nostalji insanlığın tüm zamanlarının favori ilacı, ideal müsekkini; ileride de öyle kalacak, eminim. Gelecek nesiller, bugünün dokuz günlük, izole, çekirdek aile tatillerini, dedelerle ninelerle, halalarla amcalarla kurulan canlı video bağlantılarını özlemle hatırlayacak. Böyle yazıyorum ama standart bayram hayıflanması bu; kendimize, neslimize batırmazsam rahat edemeyeceğim bir çuvaldız. Kimseye haksızlık etmek istemem. Hayat gailesiyle dört bir yanına savrulduğumuz bu büyük ülkede, geri dönmek, eve ulaşmak için epey yol tepen bizleriz. Yıllarca tıklım tıklım otogar ve havaalanlarında memlekete dönmek, eve giden yolu bulmak için bekleşen de bizleriz. Memuru, öğrencisi, işçisi, beyaz yakalısı, her bayram Anadolu’yu İstanbul’a bitiştiren bizleriz. Eh, arada tatile kaçıyorsak da heybemizde epey kilometre biriktiren bizleriz. Kendi hesabıma, her bayramda olmasa da yine evimin yolunu bulmaya çalışıyorum. Bizimkiler çok şükür yine gözlüyor gelişimi. Hem şimdi bir de fark var. Bekliyorlar beklemesine de, beni pek önemsemiyorlar artık. Bu seyahatin başrolünde bizim ufaklık duruyor. Tüm çocuklar için durum aynı. Yollar onlar için yapılıyor. Mesafeler onlar için geçiliyor. Esas mesele, dedeler ve ninelerle torunları buluşturmak. Merkezinde yeni neslin durduğu yeni fotoğraflar çekiyoruz. Bir de masa var tabii. ‘Masa da masaymış ha’ denilesi masalar... Bayram fotoğraflarına yetmeyen masalar... Bu yüzden büyükler ‘büyük’ masasında oturur, çocuklar ‘çocuk’ masasında. Bizim çocukların binbir şamatayla etrafına dizildiği ‘çocuk’ masasına bakıyorum da, “Ne zaman böyle büyüdüm ben” diyorum. Hüzünle sevinç bir arada. Bir eşiği atlamış geçmişiz; masaya gelene kadar anlamamışız meğer. İşte yine hep beraber oturuyoruz bir masanın etrafında. Çocuklar yaramazlık yapıyor, büyükler maceralarını anlatıyor. Son defa eve gelene, yolu bulana dek başımızdan neler geçtiğinden bahsediyoruz. Sonra birimiz “Hadi” diyor, “bir selfie çekelim, herkes gülümsesin.” Gülümsüyoruz. Fotoğraf işi de böylece halloluyor. Selfie’li nostaljiyi de gelecek nesil yapar artık.

Altı yıl önce Hürriyet için yazmıştım; bu güzelim ilüstrasyon da Serhat Gürpınar'ın elinden çıkmıştı. Başlığı da Alejandro Zambra'dan çalmıştım.

kadim bir meşe



Ken Loach'un son filmi 'Old Oak'unu daha seyredemedim, gerçek anlamda son filmiymiş meğer.

87 yaşında. Kendisi açıklamış. Aslında yapmak isterim de yapamam, demiş. "Film çekerken günde 12 saat ayaktayım. Herkesi isim isim tanımam gerekiyor, herkesin derdini bilmem gerekiyor. Her bir çalışan, ocağın üstündeki çaydanlık gibidir; her biri kaynamak üzeredir. Bu duygusal enerjiyi burada tutmak kolay değil. O enerjiyi kovalamak lazım, oturarak da olmuyor. Şimdi kendimi suçlu hissetmeden cırcırböceklerinin sesini dinlemek istiyorum." Filmleri emekçileri anlatır; kendisi de has emekçi. Ken Baba... Sen cırcırböceklerini dinle de, özleneceksin.

pıçıldaşın lepeler


Bu piyano, bu ses, bu söz... Bir dünya. Fısıldaşın dalgalar. Pıçıldaşın lepeler...

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki turistlerle beraber Belçika usulü patates kızartmamı bekliyorum. Değiyor beklemeye.

Geçen yine uğradım. Kuyrukta sıra bana gelince, önümdeki turistlere uyup ben de İngilizce sipariş verdim. Bu patatesçinin bir numarası da güzel sosları. Yukarıda görünür bir yerde envai çeşit sosun ismi yazıyor. Baktım, benim çok sevdiğim yeşil biber sosu yok. 

“Artık yok mu” diye sordum. 

“Maalesef” dedi kadın. “Bir süredir yok.”

Hayıflandığımı görünce, “Biz de onu seviyorduk ama elimizde değil” dedi.  
“Neden” diye sordum bu defa.

“Hımmm” diye düşündü. “Nasıl anlatsam ki, İngilizcesini bilmiyorum o kelimenin” dedi.
Döndü, küçücük dükkânın dibinde, elinde tava patates kızartan arkadaşına sordu. Nasıl anlatabileceğini… Ben o sorarken meseleyi anladım ama ne yapalım, şimdi bir defa İngilizce sormuş bulundum; anladığımı söylersem anlamsız olur! Karışmadım... 

Tavalı arkadaş da bilemedi. 

Pes etmediler ama. Doğru çeviri için cep telefonuna başvurdular. Sonra yüzü aydınlandı kadının; “hah” dedi:

“İflas… Sosu yapan firma iflas etti!” 

Şimdi yeni bir sosçu arıyorlarmış.


bir homeros'un yoksa

Melvyn Bragg’ın ‘In Our Time’ podcast’ında Hititler bölümü ... Üç akademisyen (ki biri Bilkent’ten İlgi Gerçek) oturup konuşuyor Bin tanrılı...