rolling stone'u nasıl soydular?
Gerçekten iyi bir işti. Bizde şöyle bir dokunulup geçilmesi ne kötü. Rolling Stone’un Michael Hastings imzalı ve The Runaway General başlıklı makalesinden bahsediyorum. Geçen gün dergide çay içip muhabbet ederken Kaya (Genç), keşke birisi olduğu gibi Türkçe’ye çevirip yayımlasa, dedi. Herhalde kimse buna kalkışmaz, çünkü epey el alacak uzun bir metin. Vaktiniz varsa, okuyun derim.
Hastings’in yaptığı kıskanılacak bir iş. Makalesinin yayımlanmasının ardından, Obama yönetiminin Afganistan’a yaklaşımı hakkında atıp tutan (hem de öyle böyle değil) General Stanley A. McChrystal işinden oldu. General ve ekibi Hastings’i, hem Afganistan’da hem de NATO toplantısı sebebiyle bulundukları Paris’te günlerce misafir etmiş ve onunla muhabbet ederken, bir askerin basına söylemesinin hayal bile edilemeyeceği sözler sarf etmişti. Şöyle düşünün, Ergenekon kayıtları bu muhabbetin açıklığı karşısında solda sıfır kalır. Sonuç ortada. Obama hepsinin içini çekti. Freelancer gazeteci Hastings ve Rolling Stone ise popülerliklerinin doruklarında dolaşıyor.
Şimdi herkes Rolling Stone’u kıskanıyor. ABD’de kimse sadece ‘indie’ işlerle uğraştığı düşünülen ve genelde önemsenmeyen derginin, askeri sulara bu kadar rahatlıkla girip bu malzemeyi çıkartmasını beklemezdi. Ama oldu işte. Denemeden bilemezsin ki. Tabii bir de şu var: Askerlerle röportaja sadece Pentagon’un tanıdığı ve güvendiği gazeteciler gittiği için böyle skandal gelişmeler yaşanmıyor. Dünyanın her yerinde böyle bu; elbette Türkiye’de de farklı değil.
Ama makalenin kotarılmasının sonrasında, Amerikan medyasında Türkiye’de mümkün olmayan şeyler yaşandı. Skandalı başlatan mesele, Hastings’ten gelen makaleyi Rolling Stone’un hemen yayımlamayıp kendine göre bir programa yerleştirmesiydi. Ama makale, bir gece aniden, Time ve Politico’nun internet sayfalarında PDF formatında boy göstermeye başladı. Yani skandal ifşaatları kamuya duyuran Rolling Stone değildi. İşin tuhafı, bu yayınlarda derginin adı ağza bile alınmıyordu. Sanki bu makaleyi birileri kendi kendine hazırlamış, Time ile Politico da şak diye manşete çekmişti. Makalenin ellerine nasıl geçtiğini açıklamadılar.
Rolling Stone anında “bu düpedüz hırsızlık” diye bağırıp çağırmaya başladı. İçeriği çalanlar da meselede “milli çıkar” gördükleri için yayına koyduklarını söylediler. Ertesi gün Rolling Stone kendi sitesinde yayına başlayınca, Time ile Politico da PDF’i kaldırdı ve okurları içeriğin gerçek sahibine yönlendiren bir linkle yetindi. Zaten atı alıp Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi.
Sabah’ın bir atlatma haber hazırladığını, Hürriyet’in de Sabah’ı bile atlatıp haberi kendi işiymiş gibi yayımladığını düşünün. Memleket ayağa kalkar, birkaç tepe yönetici işinden olurdu herhalde. Neyse ki Türkiye’de buna daha sıra gelmedi.
Belki de gelmiştir.
afrika hariç değil
Japonya’dan Yuichi Komano, Gana’dan Asamoah Gyan. Biri bek, diğeri forvet ama ikisi de 3 numara. Formalarından gayrı bir ortak özellikleri daha var şimdi. Uluslarının yükü artık bu iki adamın omuzlarında. Rüyalarında o penaltı atışını yeniden yeniden kullanacaklar. Bu kâhır hiç bitmeyecek. 120’de topu direğe nişanladıktan sonra, ilk penaltı atışının başına cesaretle geçip gol yapan Gyan için bile bitmeyecek.
New York Times’dan Rob Hughes bu meseleyi Japonya – Paraguay penaltı atışlarından sonra yazmış, bir de Gana’ya -özellikle onlara- şans dilemişti: “Umalım ki hiçbir Ganalı halihazırda koca bir kıtayı sırtlanmışken, bir de penaltının baskısı ve acısıyla yüzleşmesin. Kader zaten yeterince adaletsiz, daha da bir şey eklemeye hiç gerek yok.
Yüzleştiler… Yapamadılar. Cemal Süreya "Afrika hariç değil" demişti. Bundan da hariç kalamadı.
PS: Kafcamus da blogunda, 2004’ten bir yazısıyla konunun tarihine girmiş. Okuyun, faydalanın derim.
bana ne okuduğunu söyle
Almanya dün yeni cumhurbaşkanını, Christian Wulff’u, artık salt çoğunluğun yeterli olduğu üçüncü turda seçti. Angela Merkel destekledi, zorladı, Wulff’un isminin etrafında ittifak kurulmasını istedi; ama kendi partilileri bile topyekûn destek vermedi. Türkiye medyasında muhtemelen bir daha adını bile duymayacağımız cumhurbaşkanının seçimi de gösteriyor ki, Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) büyük ortak olduğu koalisyon her an göçebilir.
Seçim başka bir işe yaradı. Bizde pek yapılmıyor ama Frankfurter Allgemeine, oylamalar öncesi adaylara favori kitaplarını sormuş, üzerine bir de analiz yapmış. Wulff’un yanıtı, Antoine de Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i. CV’sinde Doğu Almanya kökenli insan hakları aktivisti yazan rakibi Joachim Gauck ise –ki kılpayı kaçırdı cumhurbaşkanlığını- Ernest Hemingway’den Çanlar Kimin İçin Çalıyor demiş.
Ama benim favorim sürpriz istifasıyla Almanya’yı seçime götüren eski Cumhurbaşkanı Horst Koehler’in tercihi. Koehler, Bohumil Hrabal’ı seçmiş. Hani şu mükemmel kitap Sıkı Kontrol Edilen Trenler'in Çek yazarı. Ama seçtiği kitap o değil, Türkçe’ye henüz çevrilmeyen bir başkası: I Served the King of England.
Üç yazar da Alman değil, garip.
Bizden tahminlerim: Tayyip Erdoğan Mehmet Akif Ersoy’dan Safahat derdi, Abdullah Gül Necip Fazıl Kısakürek’ten Çile, Kemal Kılıçdaroğlu Nazım Hikmet’ten Memleketimden İnsan Manzaraları. Hepsi de Türk, hepsi de şair… Öyle geldi niyeyse.
PS: Bu arada Frankfurter Allgemeine yazmak ne zevkliymiş. İnsanın tekrar tekrar yazası geliyor. Bir de Almanca bilseydim.
durun siz kardeşsiniz
beyaz kadın çatal dilli
Gevezelerin doluştuğu her ofiste yaşandığı gibi, dönem dönem dilimize belli laflar dolanıyor. Sonra da öyle bir sünüyor ki… Alın işte bir tanesi: İyi değildir derler… O yazıyı yazma, iyi değildir derler; o soruyu sorma, iyi değildir derler; o kadınla röportaj yapma, iyi değildir derler.. Höhh, nasıl sardırmıştık yahu.
Burcu bize bu lafın ailesindeki tarihi kökenlerini anlatmıştı. Şimdi size de anlatıyor. Newsweek Türkiye’nin bağrından çıkan son bloga buyurun. Benden daha neşeli olduğu kesin.
Bu vesileyle kendisine, buraları boş bırakma, iyi değildir derler, diyorum.
Burcu bize bu lafın ailesindeki tarihi kökenlerini anlatmıştı. Şimdi size de anlatıyor. Newsweek Türkiye’nin bağrından çıkan son bloga buyurun. Benden daha neşeli olduğu kesin.
Bu vesileyle kendisine, buraları boş bırakma, iyi değildir derler, diyorum.
fotoğraflar işe yaramadı...
Düstur belli: fotoğraf yoksa da haber de yok. Görsel olmadan kimseye bir şey anlatamazsınız. Hatta anlatmasanız da olur, bazı fotoğraflar meseleyi bütün çıplaklığıyla anlatır zaten.
Boşuna yazıyoruz dedirten adamlardan Bruce Davidson’un üç ciltlik albümü çıkmış bu hafta. OutsideInside. Fotoğrafla ilgilenenler tanır da, bilmeyen için not düşelim: Magnum’a bağlı çalışan Dickinson, özellikle 1960’lardaki özgürlük hareketiyle, Amerikan getto yaşamıyla (ve de sirklerle) içli dışlı olan, oralardan efsane fotoğraflar çıkartan bir adamdır. Artık 80’ine merdiven dayamış. Yeni fotoğraf kitabından haberdar olmamı sağlayan, tatlı tatlı konuştuğu röportaja buradan bağlanabilirsiniz. Ama Magnum’un kurucularından Henri Cartier-Bresson’un etkisine nasıl girdiğini anlattığını bölümü ben aktarayım:
“İlk Cartier-Bresson fotoğrafını 1952’de R.I.T. Fotoğraf okuluna devam ederken gördüm. Beni onunla tanıştıran sınıftaki iki kızdan biri olan Joan’dı. Joan’a biraz kur yapıyor gibiydim. 'Decisive Moment’ı getirdiğinde kızlar yatakhanesinde oturuyorduk. Ben güldüm. O ise fotoğrafların onu gerçekten heyecanlandırdığını, Cartier-Bresson’un da gerçek aşkı olduğunu söyledi. Bu yüzden dışarı çıktım ve küçük bir Leica satın aldım. Cartier-Bresson’u taklit etmeye başladım. Lighthouse Misyonu’nu fotoğraflıyordum. [Misyonerlerin yardım ettiği] herkes sarhoştu. Misyonerler onlara vaaz, bir fincan kahve ve sucuklu sandviç veriyordu. Onlar gidince, şişeler tekrar çıkartılıyordu. Ama çektiğim fotoğraflar, hakikaten de biraz Cartier-Bresson kokuyordu. (…) Fotoğraflar işe yaramadı. Joan bir İngilizce profesörüyle kaçtı. Yaşlı bir adamdı. Ben de Cartier-Bresson’la kaldım ki, hiç de fena sayılmazdı.”
Eh, herkesin hikâyesi bir noktada birbirine benziyor işte.
savaş savaş nereye kadar
Hayat İngiliz gazetecilere güzel valla. Ağızlarına ne gelirse sallıyorlar. Almanya’yla kader maçlarını oynuyorlar ya, “savaş günü” demekten çekinmiyorlar mesela. Churchill gelse, “biz biliyoruz da mı savaşıyoruz” deyip değnekle kovalardı hepsini.
Elenip gitseler de şunların abukluklarından kurtulsak. Hayır, turu geçerlerse Arjantin geliyor; o zaman da savaş çığlıkları atacaklar. Krallığın üzerinde ancak böyle güneş batmıyor herhalde.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Bin dereden su getirmek, deriz… Bu sözle bir işi yapmamak için oyalanmayı, olmayacak bahaneler üretmeyi anlatırız. Neden böyle söylemişiz? Z...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Yeni yıl kararları... İki yıl evvel, Gazete Duvar için yazmıştım (O kadar olmuş mu yahu?). Burada da dursun... 1 Ocak’ta birçoklarımız yeni...
-
13-14 yıl evvel ‘İki Kral’ isimli kısa bir öykü yazdım. Sonra da onu kaybettim. Tüm arşivlerime, hard disklerime, oraya buraya baktım ama bu...
-
İ plere tutunanlar, ateş yutanlar, bıçak atanlar… Bükülenler, katlananlar, uzayanlar… Elastikler, devler, oransızlar… Tuhaflıklar bitiyor di...
-
Sadece çocuklar gözlüklerini dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi düzeltir. Minik burnun üzerinde kaşıntı. Kulaklarda beklenmedik bir ağ...