şeylerin ruhu



Tanzanya’nın uzak bir köşesinde, dağların arasındaki Udzungwa Milli Parkı’nda, kaldığım odadan çıkmadan evvel etrafa son bir kez göz atıyorum. Tamamdır, geride hiçbir şey bırakmamışım. Telefon, şarj cihazı, defter, kalem… Toplamışım hepsini. Tek bir şey hariç. Arkamda ne bıraktığımı biliyorum. Canım sıkılıyor. Dönüp o koca dolabı belki beşinci defa açıyorum. Orada, içeride duruyor. Sırt çantam… İçi boş, iyice bırakmış kendini. Yırtık fermuarı kırık bir kol gibi sallanıyor. Canlı olsa, yorgunluktan dili dışarıya sarkmış derdim. Canlı değil elbette; yine de bir tuhaf oluyorum.  Çok gün geçirdik beraber. Böyle bırakıp gitmek koyuyor. Western’lerde yola devam edemeyecek atı vururlar ya… Fermuarını tekrar içine tıkıştırıyorum. Sırtına dostça pat pat vuruyorum. Dolabı kapatıyorum.

Benim hatam değil. Onun hatası da değil ama. Çok yıpranmıştı zaten. Yolculuğun daha başında önce bir fermuarı, sonra diğeri patladı. Mümkünü yok, tamir edemedim. Darüsselam’da idareten bir çanta aldım. Eskisini de, kıyamadığımdan, yol boyu yanımda taşıyacaktım. Bir süre taşıdım da. Ama Udzungwa’da, dünyanın bir ucundaki misafirhane odasında, iki çantayla seyahat etmek saçma geldi. Orada vedalaştık.

Yazar Chuck Palahniuk, Fight Club’da “sahip olduğunuz eşyalar eninde sonunda size sahip olur” der. Yaşantımı bir türlü böyle kuramasam da, katılıyorum bu önermeye. Bir iki istisna hariç. Onlardan birini anlattım işte az önce. Benzer başka eşyalarım da oldu. Sırtımda paralanana kadar kullandığım bir ceket, dikişleri tek tek patlayan bir spor ayakkabısı, bir muhtar çakmağı… Arada bir kafamı kurcalıyor bu mesele. Bir ruhu var mı eşyaların?

Geçenlerde bu konuya öteden beri kafa yoran birisinin yazdıklarını okudum. Psikometriden bahsediyordu. Eşyalardan hareket ederek onların sahibini anlamaya çalışmak, o sahibin sırlarını açıklamak gibi bir tarifi var. Bilim dalı olarak kabul etmek zor tabii; kaldı ki anlamam da bu işlerden. Dolayısıyla, aynı inançla, size de anlatamam. Ama yazıdaki bir iki ufak deney ilgimi çekti.

Birinde yazarın eline (bu tip şeylere inanmadığı eski zamanlarda) gözleri kapalıyken sırayla beş ayrı dolmakalem bırakıyorlar ve hangisinin “özel” olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. İçlerinden biri gerçekten farklı geliyor. Tahmini doğru çıkıyor. Ardından deneyi yapan arkadaşı, o kalemin henüz ölen birine ait olduğunu açıklıyor.

Bir başka deneyde, yazardan, yine gözleri kapalıyken, ağırlığı ve şekli birbirine çok benzer beş ayrı kitaptan hangisinin Başkan Marcos’un biyografisi olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. Tahmini yine doğru (Bu deney biraz  mistik sulara girerek devam ediyor; ben o kadar meraklısı değilim; ama isteyen şurada okusun.)

Biz sorumuza dönelim. Bir ruhu var mı eşyaların? Safça bir soru. Yok elbette. Yine de üzerlerine bir yaşanmışlık siniyordur belki. Bu da bir şey. Dönüp dönüp dolabı açar mıydım yoksa?

dünyanın bütün günahları

Larry Hagman öldü. Oynadığı Ceyar'a dünyanın bütün günahlarını yazmıştık; onları yüklenebilecek bir başkası var mı? O kadar kuvvetle, inandırarak oynadı ki, bizde bile mahallenin kötüsü haline gelmişti. Çiçek Abbas'ta Ayşen Gruda, ağabeyi Şener Şen için "abi değilsin, ceyarsın sen" der. Zamanında Time'ın kapağına kadar çıkmış bir kötü adam; anlayın gerisini.

400 cumartesi



Cumartesi Anneleri, 400 haftadır çocuklarını arıyor. Daha ağır, daha acı ne var hayatta?

bildiğimiz dünyanın ilk günü

Çin'de liderler değişti. Yirmibirinci yüzyıl bu fotoğrafla (ve de resimle) başlıyor. Bu kitsch bürokrasiye yürek dayanmaz.

isli güzel bir şey



"(...) Zenith'in anteni kasanın içinde olduğundan, temiz bir yayın bulabilmek için bazen cihazın yönünü değiştirmek gerekiyordu. Masanın üzerinde ufak tefek manevralar yaptıktan sonra sonunda güzel bir Tom Waits buldum. Bu herifin sesi radyonun hışırtılarına karıştığında insanın kulağına her zamankinden daha da acayip geliyordu. Kendine özgü zarafeti ve en alçakgönüllü haliyle 'All The World Is Green' parçasını söylüyordu. Canım iki tek viski çekti, şöyle isli, güzel bir şey."

04:00 - Hikmet Hükümenoğlu (Everest Yayınları)

dünyaya atlayan adam

Adamın atlayışını bütün dünya canlı izlemiş, yorumlamış; ne yapsanız yetişemeyeceksiniz. Ne yapsanız anında eskiyecek.

Ama işte... Zekânın küçük zarif bir dokunuşu, tek bir basit hamlesi günü de haftayı da kurtarıyor. 39 kilometre yükseklikten dünyaya atlayan, ses sınırını safi vücut geçen tek insan Felix Baumgartner'a da böylesi yakışırdı. İspanyol El Mundo'nun haftasonu dergisi büyük kapak yapmış. Baş aşağıya dünya tarihi...

vergilius'la hapiste bir yıl

Çevrilemez denilen... Çevrilemez denilen... Çevrilemez denilen... Bizim kültür sanat basını bazen vur deyince öldürüyor. Bir haftadır büyülenmiş gibi, hep bir ağızdan tekrarlayıp durdular. Beynimde yankılanıyor artık bu sözler; nereye baksam aynı. "Ahmet Cemal, 'çevrilemez' denilen kitabı, Avusturyalı yazar Hermann Broch'un "Vergilius'un Ölümü"nü Türkçe'ye çevirdi."  Peki.

Papağan gibi tekrarlamak bir kenara, muhakkak önemli bir çalışmadır Ahmet Cemal'inki. Bazen çevirmenler böyle yorucu işlere soyunur, kazanan biz oluruz. Ben Broch'a aşina değilim ama başka bir meseleyi tesadüfen öğrenmiştim. Vergilius'un kendisini çevirmek de zor. En azından okuduğum en harika yazarlardan Daniel Pennac böyle söylüyor. Buyurun Silahlı Peri'ye: 

"Sizi tutuklamak zorundayız Bay Stojilkoviç," dedi Pastor.
"Tabii ki."
"Ruhsatsız silah bulundurmakla suçlanacaksınız."
"Bunun cezası ne kadardır?"
"Sizin durumunuzda sadece birkaç ay," diye cevap verdi Pastor.
Stojilkoviç biraz düşündü sonra çok doğal bir şekilde: "Birkaç ay hapis yetmez, en azından bir yıla ihtiyacım var," dedi.
Üç polis birbirine baktı.
"Neden?" diye sordu Pastor.
Stojilkoviç, gerek duyduğu süreyi dikkatle hesaplayarak biraz daha düşündü sonra sakin bas sesiyle şöyle dedi:
"Vergilius'u Sırp-Hırvat diline çevirmeye başladım; bu hem çok uzun hem de hayli karmaşık."
 Silahlı Peri - Daniel Pennac (Türkçe'ye çeviren Selda Arkan, Metis Yayınları)

sonraki gün