kendi kapağını kendin yap - gezi özel
fremdschamen
Almanca'da var bu sözcük, bizde yok. Yine de karşılığı her insana yük. İçinize ince ince işliyor.
Başkası adına utanmak demek. Birisi kendini rezil ederken, onun için utanmak.
Bugünlerdeki hissim bu. Hiç geçmeyecek gibi geliyor. Geçsin.
Başkası adına utanmak demek. Birisi kendini rezil ederken, onun için utanmak.
Bugünlerdeki hissim bu. Hiç geçmeyecek gibi geliyor. Geçsin.
yüzde elli ne istiyor?
Bütün bu hengame içinde cevabını çok merak ettiğim bir soru var. Hiç kimseden de duymadım.
Malum, Başbakan Gezi Parkı'nda Topçu Kışlası'nı ille de istiyor. Protestocular ise parkın olduğu gibi kalmasını, hiçbir ağaca zarar verilmemesini talep ediyor. Erdoğan ilkin şunları söylemişti: "Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap işlet devret modelini düşünüyoruz."
Yukarıdaki alıntı geçtiğimiz Şubat'tan. Başbakan şimdilerde bunların bahsini bile etmemiş gibi davranıyor. Mahcup bir geri adım attı ve artık oranın sadece şehir müzesi olacağını anlatıyor. Tabii yargıdan izin çıkar, plebisitten de istediği sonucu alırsa...
Gelelim cevabını merak ettiğim soruya. AKP seçmeninin Gezi Parkı tasarrufu nedir gerçekte? Orada Topçu Kışlası'nı mı görmek istiyorlar? Başka bir alternatif düşünürler miydi? Park mı? Cami mi? Kütüphane mi? AVM mi? Başbakanın tabiriyle 'yüzde elli'ye Taksim'de ne istedikleri gerçekten hiç soruldu mu?
Bir talep duymamamız "Başbakan ne isterse biz de onu istiyoruz" anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum.
Malum, Başbakan Gezi Parkı'nda Topçu Kışlası'nı ille de istiyor. Protestocular ise parkın olduğu gibi kalmasını, hiçbir ağaca zarar verilmemesini talep ediyor. Erdoğan ilkin şunları söylemişti: "Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap işlet devret modelini düşünüyoruz."
Yukarıdaki alıntı geçtiğimiz Şubat'tan. Başbakan şimdilerde bunların bahsini bile etmemiş gibi davranıyor. Mahcup bir geri adım attı ve artık oranın sadece şehir müzesi olacağını anlatıyor. Tabii yargıdan izin çıkar, plebisitten de istediği sonucu alırsa...
Gelelim cevabını merak ettiğim soruya. AKP seçmeninin Gezi Parkı tasarrufu nedir gerçekte? Orada Topçu Kışlası'nı mı görmek istiyorlar? Başka bir alternatif düşünürler miydi? Park mı? Cami mi? Kütüphane mi? AVM mi? Başbakanın tabiriyle 'yüzde elli'ye Taksim'de ne istedikleri gerçekten hiç soruldu mu?
Bir talep duymamamız "Başbakan ne isterse biz de onu istiyoruz" anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum.
kayıp ses
1990'lar bu ülkenin en karanlık yılları. Sadece devletin aşırılıklarından, değdiği her şeyi yakan hadsiz gücünden dolayı değil, o bazen örtük bazen aşikâr gücün yedeğinde ortaya çıkan bir başka belanın, komplo teorilerinin yüzünden de. Bu zihniyet ezelden beri mevcuttu elbette ama doksanlarda yerleşti, bir türlü de gitmiyor.
Bugün Gezi Parkı'nın neden yaşandığını bir çocuğa anlatsan anlar ama hayır, dış odaklar, derin güçler, gizli servisler, "siz kimin maşası olduğunuzu bile bilmiyorsunuz" imaları... Hep bir oyun oynanıyor, hep birileri hain bir şeyler planlıyor.
Hayatı komplo teorileri üzerinden görenleri hiçbir şeye ikna edemezsin. Dinlemezler, öfkelenirler, seni biraz seviyorlarsa kandırıldığını düşünürler.
Oysa basit: siyasetin temelinde kendi sesini bulmak, kendi eyleme gücüne sahip çıkmak var.
Bu kadar temel bir meselede bile çok geriden geliyoruz. Gezi'de kendi seslerinin peşine düşenler, eninde sonunda komploperverlerin de kayıp seslerini bulacak.
Ama şimdi onlardan özür dilenmediği gibi, bunun için teşekkür eden de çıkmayacak.
Bugün Gezi Parkı'nın neden yaşandığını bir çocuğa anlatsan anlar ama hayır, dış odaklar, derin güçler, gizli servisler, "siz kimin maşası olduğunuzu bile bilmiyorsunuz" imaları... Hep bir oyun oynanıyor, hep birileri hain bir şeyler planlıyor.
Hayatı komplo teorileri üzerinden görenleri hiçbir şeye ikna edemezsin. Dinlemezler, öfkelenirler, seni biraz seviyorlarsa kandırıldığını düşünürler.
Oysa basit: siyasetin temelinde kendi sesini bulmak, kendi eyleme gücüne sahip çıkmak var.
Bu kadar temel bir meselede bile çok geriden geliyoruz. Gezi'de kendi seslerinin peşine düşenler, eninde sonunda komploperverlerin de kayıp seslerini bulacak.
Ama şimdi onlardan özür dilenmediği gibi, bunun için teşekkür eden de çıkmayacak.
soluk yeşil başbakan
Bir zamanlar Newsweek Türkiye'de Başbakan'ın çevre karnesini yazmıştım (Burçak Belli'yle birlikte, 15 Şubat 2009 tarihli sayı.) Erdoğan'ın "ben çevrecinin daniskasıyım" dediği günlerdi. Kendini yeşil başbakan diye lanse ediyordu; biraz araştırınca durumu pek parlak görünmedi. Aradan dört yıl geçti ama Gezi Parkı'ndan başlayan meseleyi getirip orta refüje diktiği ağaçlara dayandırdığı için buraya alıyorum. Uzunca bir yazı.
Almanya ile Polonya arasında yıllarca ihtilâfa neden olan
bir baltık kenti, tuhaf ama Türk siyasi literatürüne aniden yerleşti. Bunun
nedenini anlamak için kelimelerin kökenine doğru dolambaçlı bir yolculuğa
çıkmak gerek. Avusturyalı Türkolog Andreas Tietze’nin hazırladığı ve Türkçe’nin
en yetkin kaynaklarından kabul edilen etimoloji sözlüğü, bugün Polonya
sınırlarında yer alan liman kenti Gdansk’ın (Almanca Danzig) eskiden buğday
ticareti için önemli bir merkez olduğunu söylüyor.
Tietze’ye göre, kentin adından türeyen “daniska” kelimesi
Türkçe’ye önce iyi bir buğday cinsinin adı olarak yerleşti, sonra da argoda
“bir şeyin en iyisini, en güzelini yapmasını bilmek” haline dönüştü. Nadir
kullanılan bu kelimeyi siyasete kazandıran ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
oldu. Başbakan geçen Ağustos sonunda Rize’de yaptığı konuşmasında AKP’nin
yenilenebilir olmayan enerji üretimi konusundaki plan ve uygulamalarına sürekli
muhalefet eden çevre örgütlerine öfkesini saklamayıp şöyle diyordu: “Ben
çevrecinin daniskasıyım. Asıl çevreci benim.” Dünyanın çeşitli yerlerinde böyle
çevrecilerin olduğunu anlatan Başbakan Erdoğan “Bunlara ‘ne yaparsınız’ dersin,
inanın şöyle ele avuca gelecek bir şey yok. Sadece onların boş vakitlerini
değerlendirmek için yaptıkları iş bu…” diye de ekliyordu.
Erdoğan hükümeti, TBMM’nin Şubat başında ilgili yasayı
onaylamasıyla Türkiye’nin iklim konusunda küresel sorumluluk üstlenen ülkeler
arasına katılmasını sağladı. Geciken Kyoto adımının zamanlaması epey manidar ve
açıkçası Türkiye tarihinin bir başka anını çağrıştırıyor. 2. Dünya Savaşı’nda
İngiltere’nin başbakanı olan Winston Churchill, Birleşmiş Milletler’i kuracak
olan San Francisco Toplantısı’na yalnız 1 Mart 1945′e kadar Mihver Devletler’e
(Almanya, İtalya, Japonya) savaş ilân edecek olan ülkelerin katılması koşulunu
önermişti. İsmet İnönü Hükümeti de bu çağrının gereğini yerine getirerek, 23
Şubat 1945′te, Türkiye’yi savaş bitmek üzereyken Müttefik Devletler’in yanında
savaşa soktu. Nitekim Kyoto’ya da besbelli 2013′ten itibaren başlayacak olan
yeni dönemde aktif biçimde var olabilmek için imza atıldı. Türkiye’nin o tarihe
kadar sera gazı salımı konusunda herhangi bir yükümlülüğü bulunmuyor. Ama
katılım sayesinde Türkiye, bu sene Kopenhag’da yapılacak ve yeni iklim rejimini
belirleyecek toplantıda yer alma hakkını kazandı. Erdoğan artık yeşil
portföyüne “Türkiye’yi Kyoto’ya sokan başbakan” ibaresini ekleyebilir.
Ama istatistikler “en iyi” çevreci olduğunu iddia eden
Başbakan’ı pek doğrulamıyor. ABD’nin Yale ve Columbia üniversitelerinin ortak
çalışmasıyla yayımlanan ve alanında en yetkin verilere sahip olduğu kabul
edilen Çevresel Performans Endeksi’ne (EPI) bir göz atmak Erdoğan’ın moralini
bozabilir. Çünkü ülkelerin çevre sorunlarına karşı ne ölçüde mücadele ettiğini
25 ayrı gösterge kullanarak değerlendiren endeksin 2008′e ilişkin rakamları
Türkiye açısından iç açıcı değil. Bugün 75,9 puanla 149 ülke arasında 72.
sırada yer alan Türkiye’nin çevre performansı, AKP’nin iktidara geldiği 2002
yılından beri hızla geriliyor. Bu başka bir açıdan ülkenin sanayileştiğini de
gösteriyor; ama eski, “yeşil olmayan” teknolojilerle.
EPI’nin öncülü sayılabilecek 2002 Çevresel Sürdürülebilirlik
Endeksi’nin (ESI) hava ve su kalitesi, biyolojik çeşitlilik ve sera gazı salımı
gibi unsurları içeren göstergelerinin tümünde, Türkiye’nin performansı çok daha
iyiydi (2006 EPI endeksinde ise Türkiye 49. sırada yer aldı). Newsweek
Türkiye’nin gö-rüştüğü çevre kuruluşlarının tamamı, AKP Hükümeti’ni makro
ölçekli bir çevre planına sahip olmamakla ve altı yıllık iktidarında çıkardığı
yasalarla çevreyi ekonomik önceliklere kurban ettiği gerekçesiyle kıyasıya
eleştiriyor. Çevrecilerle kavgası bir kenara, Erdoğan’ın AKP’si günlük
siyasette çevre meselelerine dair ciddi bir açmaza sıkışmış durumda. Aslında
Hükümet, AB’ye uyum sürecinin gerektirdiği çevre mevzuatını oluşturmak için her
ne kadar son dönemde Avrupa perspektifinin zayıflamasıyla hızı kesilse de gözle
görülür bir çaba harcadı. Çevre ve Orman Bakanlığı bürokratları gırtlaklarına
kadar belgeye gömüldü. Türkiye, çevrenin en azından ‘teknik’ anlamda bütün alt
dallarına kadar kapsandığı bir mevzuata sahip oldu. Ama bu çabaların ne kadar
işe yaradığı tartışmalı. Üstelik mevzuatın etkili sonuçlar doğurması öngörülen
kısımları halen hazırlanmış değil.
Ankara Üniversitesi’nden çevre yönetimi uzmanı Bülent Duru,
AKP’nin temel probleminin herşeyi birden istemesi olduğunu söylüyor. Duru’ya
göre ekonomik etkinliklerin çevreye duyarlı biçimde gerçekleşmesini sağlayan
önlemleri öngören AB mevzuatıyla, büyüme uğruna doğal değerleri ekonominin
işleyiş sürecine denetimsizce sokma hevesi birbiriyle çelişmekte; AKP de bu
yüzden birbiriyle tutarsız icraatlara imza attı. Örneğin bir yandan Toprak
Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nu çıkarıp yıllardır çözüm bekleyen bir
meseleyi halletme yolunda önemli bir adım atarken, sonrasında tarım
topraklarının işgalini affetti. Çevre Kanunu’nu değiştirip güncelledi; ama
petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetlerini Çevresel Etki
Değerlendirme (ÇED) kapsamı dışında tuttu.
AKP’nin parti ilkelerini ve önceliklerini belgeleyen
dokümanlarına göz atıldığında da çevrenin ön sıralarda olduğunu söylemek mümkün
değil. Kurumsal kimlikteki çevre vurgusu çok zayıf. Parti sadece duyarlı
olduğunu ilân ediyor; hükümet programında ve acil eylem plânında ise mesele
esasen ‘sürdürülebilir kalkınma’ temelinde ele alınıyor, ağaçlandırma ve arıtma
faaliyetlerine önem verileceği vurgulanıyor. Başbakan da zaten, çevrecileri
aylaklıkla itham ettiği konuşmasında, kendi çevreciliğinin ispatı olarak
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki ağaçlandırma faaliyetlerini
ve İstanbul’a 180 kilometre ötedeki Istranca Dağları’ndan içme suyu getirmesini
referans göstermişti. Enerji Bakanı Hilmi Güler ise bir konuşmasında “En büyük
çevre kirliliğinin fakirlik” olduğunu söylemişti. Bu bağlamda AKP’nin kapsamlı
çevre yasalarına imza atması beklenmiyordu. Ama iktidara gelmesiyle beraber,
AKP çevre yönetiminde kökten değişiklikler gerçekleştirdi.
Partinin ilk adımı 2003 yılında Çevre ve Orman
bakanlıklarını birleştirmek oldu. Göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleştirilen
birleştirme işlemi, Ankara bürokratları arasında hantallığıyla alay konusu olan
Orman Bakanlığı’nın ormanları koruyamamasıyla gerekçelendirildi. Arka planda
ise AKP’nin temel politikalarına damga vuran bir başka unsur işliyordu. Kamu
yönetimini liberal ilkeler doğrultusunda yeniden yapılandırma ve partinin sıkı
ilişki içinde olduğu uluslararası finans çevrelerinin “devleti küçültün”
çağrıları.
Çevrenin henüz Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık ile
yönetildiği günler de dahil olmak üzere Bakanlığın hemen her kademesinde
çalışmış ve TBMM’de çevre danışmanı olarak görev yapmış eski bir bürokrat olan
Nuran Talu ise iki bakanlığın birleştirilmesinin AKP’nin dünyada bugün çevreye
yüklenen kavramları doğru algılayamadığının göstergesi olduğunu söylüyor:
“Çevre, müsteşarlıktan müstakil bir bakanlığa doğru evrilince başta çevreciler
herkes çok sevindi. Halbuki başbakana bağlıyken daha etkili olursunuz. Şimdi,
güya denkler arası bir mücadelede, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı her
fırsatta Çevre ve Tarım bakanlıklarını ezer.” Akademisyen ve bürokrat
kökenlilerin ağırlıkta olduğu Küresel Denge Derneği’nin başkanlığını yürüten
Talu, birleştirme işlemiyle iki bakanlığın sorumlu olduğu konulara ayrı ayrı
verilen önemin zayıfladığını söylüyor.
Çevre ve Orman Bakanlığı, 2007′de Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün
de bakanlık bünyesine bağlanmasıyla çok daha çetrefil bir hal aldı. Adının
açıklanmasını istemeyen bir bakanlık yetkilisi, Bakanlığın “çevreciler”,
“ormancılar” ve “sucular” gibi hiziplerin iktidar oyunlarına sahne olduğunu
söylüyor. Bugün bakanlıkta “su”dan gelme bir isim, Başbakan Erdoğan’ın belediye
başkanlığı günlerindeki yakın çalışma arkadaşı, İSKİ’nin eski genel müdürü
Veysel Eroğlu ve ekibi var. Bir önceki bakan Osman Pepe döneminde olduğu gibi
Eroğlu’nun da önceliği AB müktesebatına uyum çalışmaları.
Bakanlık Çevre Yönetim Genel Müdürü Prof. Lütfi Akça,
Bakanlık’taki kurumsal yapılanma çalışmasının halen devam ettiğini söylüyor.
Sadece kendi bölümünün yazdığı yönetmelik sayısının 2008 sonu itibariyle 50′yi
bulduğunu anlatan Akça, yine de uzman personel eksikliği çektiklerinin altını
çiziyor. Akça’nın biriminde 350 kişi çalışıyor, bağlı il müdürlüklerinde ise
650 kişi. Türkiye’deki bin kişiye karşılık Fransa’da aynı görevi yapan tam 10
bin personel var.
Eksiklikler hemen sırıtıyor tabii. Türkiye’nin Bulgaristan,
Romanya ve Hırvatistan ile katıldığı bir AB projesi, Çevre ve Orman
Bakanlığı’nın üzerinde harıl harıl çalıştığı mevzuat uyumunun Ankara dışında
çok da hükmü olmadığını ortaya çıkardı. Resmi adı “Yerel ve Bölgesel
Yönetimlerin Çevre Uygulama Kapasitelerinin Güçlendirilmesi” olan ve sonuçları
henüz açıklanmayan proje, mevzuatın ülkenin dört bir köşesindeki dört ayrı
büyükşehir belediyesinde (Bursa, Samsun, Mersin, Erzurum) ve bağlı yönetim
birimlerinde ne kadar uygulanabilir olduğunu ölçtü. Sonuç tatmin edici olmaktan
çok uzak; bugüne dek yazılan mevzuatın sadece yüzde 35′i uygulanabiliyor.
Projede Türkiye lideri olarak görev alan Nuran Talu durumu
basit bir örnekle açıklıyor. “Ankara ‘bitkisel atık yağların toplanması’
üzerine mevzuatı yazıyor ama Erzurum’da bunu yürütecek yetkin bir firma veya
firmayı denetleyecek resmi bir birim yok.” Örneğin Bursa’daki sanayi atıkları
için de durum aynı. Çevre Bakanlığı’nın yazdığı mevzuat sahaya çıktığında
sınıfta kalıyor.
AKP’nin en büyük siyasi icraatlarından biri olmasıyla
övündüğü, bugüne kadar merkezi idarenin gördüğü hizmetlerin bir bölümünü
mahalli idarelere devreden Kamu Yönetimi Reformu (2004′te yasalaştı) bu sonuca
neden olmuş olabilir. Çevre Mühendisleri Odası Onur Kurulu Başkanı Ethem
Torunoğlu’na göre, merkez ve çevre arasındaki görev, yetki ve sorumlulukları
tanımlayan yasa kaotik bir şekilde tasarlandı; bu yüzden kimse ne yapacağını
bilmiyor. Kendisine birdenbire yetki devredilen İl Özel İdareleri ise ne
yeterli kaynağa ne de yeterli personele ve deneyime sahip.
Ne yapılacağı pek bilinmese de ne kadara yapılacağı
konusunda birtakım tahminler mevcut. Bakanlık’tan Akça, sanayinin
uyumlulaştırılması için 15, belediyeler içinse 43 milyar Euro’ya ihtiyaç
olduğunu söylüyor. 34 milyar Euro da su ve atık mekanizmalarının yenilenmesi
için gerekiyor.
Çevre Bakanlığı mevzuatla boğuşurken, Hükümet 7 yıl içinde
çevre yönetimiyle ilgili çok tartışılan yasalara ve uygulamalara imza attı.
Başbakan’ın öfkeli olduğu çevreciler, Erdoğan ve ekibinin çevreye duyarlılığını
en çok bu icraatlar üzerinden sorguladı. Örneğin AKP, Ceza Kanunu’ndaki çevreye
karşı işlenen suçlar konusunda eksikliği, 2004 yılındaki bir düzenlemeyle hapis
cezasına varan yaptırımlarla giderirken, bu kuralların uygulanmasını iki yıl
sonraya bıraktı. Hükümet, aslında kimseye ceza kesmek istemediğini de bu
şekilde beyan etmiş oldu. Turizmi Teşvik Yasası’nda 2003′te yapılan bir
değişiklikle, orman ve meralar turizme açıldı; kamu yönetimi reformunun
tersine, bu bölgelerdeki yerel yönetimler devre dışı bırakılarak Kültür ve
Turizm Bakanlığı imar ve planlamayla ilgili tek sorumlu haline geldi. Maden
Kanunu’ndaki değişiklikle de (2004) orman alanları, koruma bölgeleri, sit
alanları, su havzaları, kıyı alanları, turizm bölgeleri gibi alanlar madencilik
faaliyetlerine açıldı. Aynı yasayla, bu tür faaliyetler için gerekli Çevre Etki
Değerlendirme (ÇED) Raporu’nu almak için gereken maksimum süre kısaltılarak “en
geç iki ay” olarak belirlendi. Ayrıca bazı faaliyetler ÇED dışına çıkarıldı.
Bülent Duru; “diğer iktidarlar döneminde olduğu gibi, altın madenleri, petrol
ve maden arama, işletme faaliyetleri gibi alanlarda Hükümet’in kanuni
düzenlemelerle ÇED sürecini devre dışı bırakıp rahatlamak istediğini”
savunuyor.
AKP Hükümeti’nin bir önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer’den iki defa geri döndüğü için uzun süre yasalaştıramadığı “2/B Orman
Arazilerinin Satışı”yla ilgili tasarı da Kyoto Protokolü imzalanmadan kısa bir
süre önce, Ocak ayı ortalarında yasalaştı. 20 milyar Euro civarında gelir getirmesi
beklenen tasarı, orman niteliğini yitirmiş alanların satışına, devlet
ormanlarının da gerçek ve tüzel kişiler eliyle işletilmesine olanak sağlıyor.
Sultanbeyli, Ümraniye, Beykoz gibi İstanbul’un bazı büyük semtleri bu
arazilerin sınırları içinde. Çevre örgütleri, 2/B diye kodlanan bu arazilerin
büyük ölçüde tekrar orman niteliğini kazanabileceği argümanıyla, yasaya karşı
çıkıyor.
AKP’nin en çok tartışılan icraatlarından biri de Erdoğan’ın
en büyük başarılar arasında lanse ettiği Karadeniz Sahil Yolu. 1992′de ihale
edildikten sonra yedi başbakan eskiten 542 km. uzunluğundaki otoban 2007′de
bitirildi ve toplam 4,2 milyar dolara mal oldu. İhale sürecinden beri
tartışılan bu yolun üstünde AKP’nin de ısrarcı olması ve bitirmesi,
Karadeniz’in özgün doğasının katledildiği iddiasıyla çevre örgütlerinin
şimşeklerini AKP’nin üzerine çekti. Başbakan Erdoğan’ın yolu açtığı günlerde,
dönemin Çevre ve Orman Bakanı AKP’li Osman Pepe “Bu yolu yapanların eli kolu
kırılsın; yol Karadenizlileri Karadeniz’e hasret bıraktı” derken, Başbakan
yolun ileriki yıllarda Batı Karadeniz ayağının da tamamlanmasıyla İstanbul
Boğazı’nda inşa edilecek üçüncü köprüye bağlanaca-ğını deklare ediyordu. Bir
not düşelim: Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında
üçüncü köprü yerine tüp geçidi savunuyor, Koç Üniversitesi’nin de ormanlık
alanda kurulmasına karşı çıkıyordu.
“Bilmeden konuşuyorsunuz. Gelin ben size çevre nedir
anlatayım. Silahlı Kuvvetler’e öğrettik, size de öğretiriz.” Newsweek
Türkiye’ye aktarılan bu sözlerin sahibiyse TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca,
muhatabı Başbakan Erdoğan. Karaca, Erdoğan’ın bu teklifi kabul ettiğini de
ekliyor. Çevre konusunda tavsiyeler, dünya genelinde siyaset ve sanayi daha
yeşil yapılmaya başlamışken Hükümet’in akıntının tersine yüzmemesini
sağlayabilir.
memleket ünlülerinin aşırı acıklı hikâyesi
A'dan Z'ye... 14 Nisan 2013 tarihli Sabah Pazar'da yayımlandı.
Aşk’ın A’sı:
Yaygın inanış şu: Ünlüler aşık olmaz. Bunun aksine ikna olmamız için
yaşadıkları ilişkinin en az bir on yılı aşması ve ardından yıllar boyu bir ikinci
ilişkinin gelmemesi gerekiyor. Peki hangimizin hayatında bu kadar katı bir
kural var?
Baba’nın B’si: Henüz
kaybettiğimiz Müslüm Gürses ‘baba’ydı. Orhan Gencebay da öyle. Ama Ferdi
Tayfur’u en bağrımıza bastığımız anlarda bile samimi bir ‘Ferdi’ deyip
geçiyoruz. İbrahim Tatlıses, baba unvanı kendisine verilmeyince bizzat
‘imparator’a yöneldi. Erkin Koray’ın babalığı sanki ezelden geliyor ama Cem
Karaca ve Barış Manço’ya babalık düşmedi. Halk ilgisinin Şampiyonlar Ligi
seviyesinde yaşandığı bu zirvenin farklı bir matematiği var. Çok zorlu bir
formül: Hiç hata yapmayacaksın, hiç dalaşmayacaksın, hep kendin olacaksın, hep
ilk günkü gibi kalacaksın.
Cinselliğin C’si: Burası gri bölge, zorlu bir alan. Memlekette ünlülerin her şeyine izin
var ama cinsellik söz konusu olunca hep kırmızı kart. Caddede, sokakta, sette
öpüşmek zinhar yasak. Bir mekândan el ele de ayrı ayrı da çıksan içeride neler
döndüğüne kafa yorulur. Ünlüler cinselliği ancak sımsıkı kapalı perdeler
ardında yaşayabilir. Şahan Gökbakar ile Berrak Tüzünataç’ın balkon
görüntülerini hatırlayın. Evde bile geçit yok.
Çocuk’un Ç’si: Çocuk
arabasının peşinde bir çift ünlüyü görmek isteyenin gideceği yer belli: Pazar
günü Bebek sahili… Mutluluğun formülü çok açık ama bu formül iki tarafı keskin
bir bıçak. Çünkü önce ‘Bebek’ fotoğraflarına sempatiyle bakar, sonra bu aileyi
unutmayı seçeriz. Sağlama yapmak için, Çağla Şıkel – Emre Altuğ çiftinin bebek
sonrası ün barometresine bir göz atın.
Dostluğun D’si:
Ün gelince yola eski dostlarla devam etmek zor. Önce vakit azalır, ardından
araya aşılmaz mesafeler, aman vermez menajerler girer. Ünlülerin dostu yine
ünlülerdir ki onları bir arada tutan bile pamuk ipliğidir. Yedikleri içtikleri
ayrı gitmeyen Prestij Ailesi’ni hatırlayın. Ne kaldı o tantanalı dostluktan
geriye?
Estetik’in E’si: Sokaktaki insan kendini bir ünlüden üstün görmek istediğinde önce
burnuna bakar. O burun havada bir bıçak marifetiyle duruyorsa ilk eksi puan…Botoks,
liposuction, meme büyütme, bu liste uzar gider. Sarkık gıdı veya selülit zaten
hepten faul. Yani estetiğin sadece ünlülere değil, topluma da faydası var. Ajda
Pekkan, Gülben Ergen, Deniz Akkaya’nın operasyonları bu denli konuşulduysa,
insanların kendi ruh sağlığını koruma ihtiyacından.
Fotoğraf’ın F’si: Evet onları çok seviyorsunuz ama dışarıya her çıktığınızda, bir bara,
restorana, havaalanına her gittiğinizde hayranlarla yanak yanağa yüzlerce
fotoğraf vermenin sıkıntısını bir düşünün. Hele de cep telefonlarından sonra…
Ebru Çapa GQ Türkiye’de, Halit Ergenç’in bu işte müthiş ustalaştığını ve
telefonu hayranlarından alıp fotoğrafları bizzat çektiğini yazmıştı. Yine de
bir numara, samimi gülümsemesi sayısız fotoğraftan sonra bile bir milim
solmayan Tarkan.
Gece’nin G’si: Genç
insan geceleri dolaşmayıp da ne yapacak? Ama işte her mekân çıkışı patlayan
fotoğraflar, ‘sadece arkadaşız’ demeçleri, beş adım mesafeyle yürümeler… Kabak
tadı verse de hiç eskimiyor. Bu iş belli değişmeyecek, yine de Tolga Karel
görüntülerinden sıkılmadık mı?
Hastalık’ın H’si: Bir
ünlü ne zaman acile taşınsa haberimiz var. Durum kritikse, hastalığın tüm aşamalarını
ilk ağızdan, hastanesinin logosu önünde özenli bir açıyla duran başhekimden
öğreniyoruz. Beterin beteri, Twitter’da Facebook’ta öldürüyor, diriltiyoruz
ünlüleri. Şöhretin seviyesi ne olursa olsun, bu, ödemek için büyük bir bedel.
Israr’ın I’sı: Gündemden
hızla düşerken ne yapmalı? Ünlülerin katıldığı yarışmalar düşüşteki şöhrete
ilaç. Ama o ilacın da son kullanma tarihi yakın. Reçete dolunca nasıl ısrar
etmeli? Seren Serengil ve Nihat Doğan’ın rotalarına bakın. Biri Tanzanya biri
Venezuela’ya gitti. Projeler bitmez.
İtibar’ın İ’si: Andy Warhol’un milyon kere tekrarlansa da eskimeyen sözüdür: “Bir gün
herkes on beş dakikalığına ünlü olacak.” Peki itibar sahibi de olacak mı?
Aslında ölçmesi çok kolay. İtibar ancak bir şey üretildiğinde gelir. Survivor’a
katılınca geleneyse ün deniyor.
Jüri’nin J’si:
Ünlüler için oyunun kuralları değişti, sisler arasından yeni bir imkân belirdi.
Bülent Ersoy ve Orhan Gencebay gibi sarsılmaz isimler bir yana, ünlüler
kendilerinden bahsettirmek için bir yarışmanın jürisine girmeleri gerektiğini
anladı. İşin kolay yanı, yeni bir şey üretmek de gerekmiyor. Hülya Avşar,
Mustafa Sandal bu kulvardan epey faydalandı. Şimdi sıra Serdar Ortaç ve Demet
Akalın’da.
Kusur’un K’si: “Bu kadar kusur kadı kızında da bulunur” derken, ünlüleri kastetmediğimiz
açık. Estetisyen neşteri değmeden güzel, yüz binlerce hayranları olsa da doğal,
kariyerleri kırk yıla dayansa da ilk günkü kadar taze ve heyecanlı olmalarını
bekliyoruz. Kimse mükemmel değil. Yıllar ilerledikçe kusurlarıyla barışanlar
devam edebiliyor. İnanmayan Yıldız Tilbe’nin Twitter hesabına göz atsın.
Layık’ın L’si: Bir
futbolcu atasözü: “Bu camiaya layık olabilmek için elimden geleni yapacağım.”
Cümleyi, toplumun karşısına çıkan hemen her ünlüye uyarlayabilirsiniz. Sadece
kendine, zekâsına, dostlarına layık olmak isteyen yok mu? Var ama söyleyebilen çıkmadı.
Mahkeme’nin M’si: Mahkemeye düşen ünlünün tek dostu avukatı. Siyasi davalar daha önde
diye kimse kendini kandırmasın, gazetelerde en hevesle okuduğumuz dava
dosyaları ünlülere ait. İlgili ünlü, toplumun genelince kabul görmeyen bir işe
karıştıysa durum fena (Deniz Seki’yi hatırlayın.) İlginç olan, maddiyata dayalı
meseleleri umursamamamız (bkz. Haluk Levent’in sonu gelmez davaları.)
Naz’ın N’si: Bu
maddenin sıkıntısını en çok röportaj peşindeki gazeteciler çekiyor. Şöhretin
zirvesindeki bir ünlü, yaşadığı sıkıntıların bedelini en çok gazetecilere ödetir.
Formülse bin dereden su getirmektir. Yalnız aynı gazeteciler o şöhretin aşağıya
giden eğrisini takip etmeyi de sever. Şöhret kötü yönetildiğinde ‘kapak yoksa
röportaj yok’tan ‘bir projem var, haber yapar mısınız’a çok hızlı geçilir.
Olgunluğun O’su Ünlülerin yaş aldıkça olgunlaşmasını beklersiniz, ama pek prim
yapmadığından ‘içindeki çocukları’ hep muhafaza ederler. Şifa niyetine bir iki
örnek yine de mevcut. Öncelik, olgunluk standartlarını belirleyen Şener Şen’e
ait. Genç kuşaktan Olgun Şimşek’in belki isminden dolayı üstüne yapışan
olgunluğuna şahit olmak isteyen verdiği röportajlara baksın. Geleceğin standart
belirleme adayıysa Kıvanç Tatlıtuğ. Bu satırların yazarı, daha kariyerinin
başındaki Tatlıtuğ’u bir İtalya uçağında tatsızlık çıkaran ve tehlikeli görünen
bir yolcuyu etkisiz hale getirip, yolcuları tek tek rahatlatırken de gördü.
Öfke’nin Ö’sü: Evet
herkeste biraz var, ama bu öfke eskilerden bir Yılmaz Güney’le yan yana
getirince hava cıva kalıyor. Söz konusu olan, en fazla “bar çıkışı muhabirleri
karşısında görünce sinirlendi” başlığının altına yazılacak türden bir öfke.
Memlekete bir hayrı yok.
Plaj’ın P’si: Kural
belli: Görünür olmak istiyorsan, Bodrum’da plaja (günümüz tabiriyle beach’e)
inecek, havlunu serecek, uzak yakın kameraların karşısında sere serpe
güneşleneceksin. Ondan sonra da basının nefes aldırmadığından şikâyet
edeceksin. Magazin basını da ünlüler de bu riyakârlığın farkında. Kimin ne
kadar ilgiye muhtaç olduğunu bizzat ölçmek istiyorsanız, havluların serildiği
noktaya dikkat edin. Suya en yakın olanın sahibi akşam televizyona çıkmak
istiyor.
Rıza’nın R’si: Kimse
şöhret trenine kazara binmez. Yolun nereye çıkacağını, mahremiyetin ne kadar
aşınacağını bütün ünlüler biliyor. Bir nevi evlilik öncesi sözleşmesi… Ama
sözleşmede kendi kurallarını dayatanlar da mevcut. Bu kategorinin kralı Okan
Bayülgen.
Sosyal Medya’nın S’si: Ünlülerin ne hissettiğini sosyal medyadaki
hesaplarınızda bilfiil tadıyorsunuz. Kaç takipçiniz var; kaç adet RT, kaç
like’ınız var? Sizinkisi bir yana, diğerlerinin ne kadar var? Twitter hesapları
sanatçıların da kabusu. En rahat uyuyansa sadece sekiz tivitle dört milyona
yakın takipçi toplayan Cem Yılmaz.
Şans’ın Ş’si: Ne
kadar çalışsan yetmez. Milyon dolarların döndüğü sektörde şans da yanında
olacak. Empati kurmak isteyen üst üste dördüncü dizisi geçenlerde yayından
kaldırılan Burcu Kara’yla kursun.
Taciz’in T’si: Hayran
var, hayran var… Ünlüleri evlerine kadar izleyen, gece yarısı telefonla
rahatsız eden, hatta canlarına kast edenleri biliyoruz. Tacizin memleketteki
bir versiyonu da aktörü oynadığı rolle özdeşleştirip laf atmak. ‘Fatmagül’ün
Suçu Ne’de tecavüz mağduru bir kadını oynayan Beren Saat’in dışarıya çıktığı
bir gece ‘bir güzellik de bize yapsana’ diye sıkıştırılması bu işin uç örneği.
Utanma’nın U’su:
Bir ünlü yediği golü çıkartabiliyorsa, yani skandaldan sonraki kötü izleri
hayranlarının zihninden silebiliyorsa kademe atlamış demektir. Yoksa geriye
sadece utanç kalıyor. Hande Ataizi’nin tuvalete sıkıştığı anı halen hatırlıyor
musunuz? Cevabı “‘Mum Kokulu Kadınlar’ın üzerine pek bir şey koyamadım” diyerek
kendisi verdi zaten.
Üzüntü’nün Ü’sü:
Ünlü insanın kötü günü olmaz. Hanginiz işe gittiğiniz bazı günler size kimseler
dokunmasın diye içinizden dua etmediniz? Üzüntünüzden hiçbir cümle
kuramadığınız ve sadece kabuğunuzda kalmayı istediğiniz o anlar var ya, ünlüler
hiçbirini yaşayamıyor.
VIP’nin V’si: Binlerce
uçuş mili biriktirmeniz neye yarar? Business uçarsınız, VIP locasında
beklersiniz. Ünlülerin yaşam kalitesi işte sizden ancak bu kadar fazla. Bir
kadeh şampanya, arkaya iyice yatan bir koltuk… Uçak sonuçta herkesi aynı yere
götürüyor.
Yaşlanma’nın Y’si: Erkeklerden ziyade kadınların düşündüğü bir konu. Basit bir hesap
yapın: Gazete ve dergilerde sadece bir ayda, ilk dizisinde, filminde oynayan
kaç kadın oyuncu röportajı çıkıyor? Aynı rakam erkek oyuncular için nedir? Cevap:
Yeni kadın oyuncu sayısı erkekleri katlıyor. Peki bu yeni isimler kimlerin
yerine geçiyor dersiniz?
Zor’un Z’si: Düşünün,
sevdiğiniz bir insanla dünyanın bir ucuna, kimselerin olmadığı ıssız bir sahile
gitmişsiniz. Kimbilir aklınızda neler var. Konuşup gülüşüp yürüyorsunuz. Ertesi
gün fotoğraflarınız bütün gazetelerde. Orhan Pamuk’un Kiran Desai’yle Goa
sahillerinde görüntülenmesinden bahsediyorum. Dünya küçük, katlanmak zor.
İllüstrasyon: Serhat Gürpınar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
havaalanında
Burası evim de olabilir ama değil. Karşımda oturanlar arkadaşım olabilirdi, değil. Yorgunlar, tazelenmişler, usanmışlar, hevesliler… Oturmuş...
-
Bin dereden su getirmek, deriz… Bu sözle bir işi yapmamak için oyalanmayı, olmayacak bahaneler üretmeyi anlatırız. Neden böyle söylemişiz? Z...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Yeni yıl kararları... İki yıl evvel, Gazete Duvar için yazmıştım (O kadar olmuş mu yahu?). Burada da dursun... 1 Ocak’ta birçoklarımız yeni...
-
Sadece çocuklar gözlüklerini dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi düzeltir. Minik burnun üzerinde kaşıntı. Kulaklarda beklenmedik bir ağ...
-
13-14 yıl evvel ‘İki Kral’ isimli kısa bir öykü yazdım. Sonra da onu kaybettim. Tüm arşivlerime, hard disklerime, oraya buraya baktım ama bu...
-
İ plere tutunanlar, ateş yutanlar, bıçak atanlar… Bükülenler, katlananlar, uzayanlar… Elastikler, devler, oransızlar… Tuhaflıklar bitiyor di...