bir gün biz kargayken



Bet She'an from Bet She'an Team on Vimeo.

Madem günler Martin Mystere ile geçiyor, benzer ruhlu bir animasyonla notumuzu düşelim buraya.

Bet She’an (Beit She’an da deniyor) Antik Mısır’dan, Eski Ahit’ten, Bizans’tan bugünlere dek uzanan bir kadim kent. Ona dair bir animasyon ürkütücü ve kasvetli olmak zorundaydı. Olmuş.

Film Calvet David’in elinden çıkma; izlemeye doyamadım.  

sazlıdere'de sular çekildiği gün

Hürriyet Pazar'da 2 Mart 2014'te yayımlanan yazı. Fotoğraflar Levent Arslan.



Bir baraj bir köyün hayatını ne kadar değiştirebilir? Şamlar Köyü bu sorunun cevabı. Tarım, hayvancılık sıfırlanmış; inşaat yasak. Sudan çıkan cesetlerin sonu gelmiyor, baraj kenarı polisiye hadiselerden geçilmiyor. Bugünkü kuraklık yüzünden sular çekildiğinde bulunanlar ise sürpriz : Ataların mezarları, tarihi eserler bir de yepyeni bir otomobil… Bambaşka bir kuraklık hikayesi

İstanbul’un ücrasında ufacık bir köy… İsmi Şamlar. Herkesin bildiği şarkıdaki “gitmesek de görmesek de bizim olan” o köylere pek benzemiyor. Öyle ovalara falan yayılmış değil. Efil efil tarlaların arasında dağınık evleri, etrafta koşturan kazları ördekleri de yok.
Bir bıçak darbesiyle ortadan ikiye yarılmış gibi Şamlar. Her türlü köy hayaline aykırı bir resim düşünün. Bıçağın esirgediği tarafta, bir yamaca sıkıca tutunmuş birkaç ev, bir tarihi cami, bir de artık kullanılmayan bir okul binası duruyor.  Diğer taraftaysa, bugün balçıkla kaplı dev bir çukur… Çukurun hemen önünde bir Atatürk büstü… Büstün altında “köylü milletin hakiki efendisidir” yazıyor.
Şamlar’a bu sene değil, yağmurun ‘milletin hakiki efendilerinin’ yüzünü güldürdüğü bir zamanda gelseydik, o çukurun suyla dolmuş olduğunu görecektik. Belki suyun üzerinde avdan dönen balıkçı tekneleri de olacaktı. Öbek öbek kuşlar etrafında konaklayacaklardı.
Ama bugün hiçbiri yok… İsmi Sazlıdere Barajı olan çukur boş.  Öyle hepten de boş sayılmaz; dibine azıcık su bulaşmış gibi duruyor ki, insan baktıkça daha da hayıflanıyor. Beklenen yağışlar Mart ve Nisan’da da gelmezse, bu yazın nasıl geçeceğinin resmi işte bu çukur. 1996’da faaliyete başlayan Sazlıdere, İstanbul’a içme suyu temin eden barajlardan biri. İSKİ’nin son verilerine göre doluluk oranı yüzde 16.6. Köylülerin tahminlerine göre o bile yok.

 Ataların mezarları göründü

Yüzde 16.6 işin İstanbulluları ilgilendiren tarafı. Kuraklığın memleketin neredeyse tümünü kavurduğunu düşünürsek, bu yazıyı okuyan herkese doğadan gelen bir mesaj. Bir de Şamlar köylülerini yakından alakadar eden bir başka yanı var meselenin. Sular anbean çekildikçe, manzaraları değişiyor Şamlar halkının. Yeni manzaranın içinde tarihleri yatıyor, kriminal hadiseler yatıyor, bin bir sıkıntı yatıyor.
Atalarının iki yüz yıllık mezarları kuraklık yüzünden ortaya çıktı örneğin. Köyün gençleri, birkaç karış kalan suda balık avlamaya çalışırken, yüzeyde birkaç taşın belirdiğini fark etti. Gün geçtikçe daha da fazlası göründü. Üzerinde Arapça, Osmanlıca yazılarla tek tek mezarlar… Bazı taşları alıp, köyün 1839’a tarihlenen camisinin bahçesine dizdiler. Geriye kalanlar halen balçığın içinde duruyor. Köye bir, bir buçuk kilometre mesafedeki bir tepeciğe yürüyüp aralarından şimdi koyunların geçip gittiği mezarlığa bakıyoruz. Birer avuç su birikintisinin yanında küçüklü büyüklü mezarlar. Üzerlerinin tekrar suyla örtüleceği günü bekliyorlar.
 Barajda bir esrarengiz otomobil

Kuraklığın köylülere gösterdiği sadece mezarları değil; tarihten başka sayfalar da açıyor. Osmanlı ordusuna barut üretmek için 1795’te inşa edilen tarihi Azatlı Baruthanesi ve 2. Mahmut tarafından yaptırılan Şamlar Bendi de sular çekildiğinde gün yüzüne çıktı. Konuştuğumuz köylüler, “fırsat bu fırsat, bari baruthane kurtarılsın” diyorlar. Pek umut yok. Defineciler yapıya çoktan girip talan etmiş, yağmurlar bollaştığında tekrar suya karışacak. Kurtarılması için gölün o kısmına set çekilmesi gerekiyor. 2. Mahmut’un bir zamanlar bu işlevi görsün diye yaptırdığı bentse zaten yıkıldı yıkılacak.
Bir de sürprizler var. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ta anlattıklarına benzer fantastik hadiseler… Pamuk’un kitabın ‘Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman’ bölümünde kahramanı Celal Salik’in ağzından naklettiği türden bir polisiye öykü… Celal Salik orada İstanbul Boğazı’nda denizin çekildiği kara bir gelecekte nelere şahit olacağımızı sıralıyordu: Şirketi Hayriye’den kalma gemi leşleri, bir tepenin üzerindeki şato gibi beliren Kız Kulesi, gümüş ve teneke çatal bıçaklar, deniz anası tarlaları ve nihayet bin türlü mafya hikayesine tanıklık yapmış kara bir Cadillac… Sazlıdere’nin bahtına düşen bir Cadillac değil, Şahin marka bir otomobil. Sular çekildiğinde balçığın içinde pırıl pırıl belirmiş. Neden orada, nasıl orada, cevap yok… İçinde bir ceset de bulunmamış, çalıntı bir mal da. “Ya sigortadan para almak için suya ittiler” diyor köylüler, “ya da zaten çalıntıydı.” Yetkililer, hikâyesi esrarlı Şahin’i alıp götürmüş, konu da kapanmış.

Cesetlerin sonu gelmiyor

Ama kapanmayan konular da var. Sular yüksekken Sazlıdere Barajı, Şamlar için bitip tükenmez dertler üretiyor. Cinayetlerin sonu gelmiyor örneğin. Burası sonuçta bir tarafı ormanlık, sulan bir alan. İstanbul’un hem yanı başında hem de meraklı gözlere uzak. Gece karanlık bastığında kimsenin kimseden haberi olacak gibi değil. “Öldürüp öldürüp baraja atıyorlar” diye anlatıyor köylüler. Sonra cesetler suyun yüzeyine çıkıyor. Nihayet polis alıp gidiyor.
Sonra kazalar… Köylüler artık boğulmalara, araçların baraja art arda yuvarlanmalarına alışmış; vaka-i adiyeden sayıyorlar. Köyün üzerinde, ‘Tabiat Parkı’ diye nitelenen ormanda piknik yaptıktan sonra içip içip suya düşenler, balık tutarken alabora olanlar, yüzerken hayatlarını kaybedenler…
Şamlar’ın bağlı olduğu Başakşehir Belediyesi’nin internet sitesi Tabiat Parkı’nı gururla anlatıyor: “Şamlar Ormanı, fıstık çamları altındaki geniş düzlükler, yürüyüş yolları, tilki, şahin ve diğer yabani hayvanlarıyla İstanbullular için ideal bir tabiat köşesi.”
Köylülerin anlattığına göre, ‘İstanbul’un bu ideal köşesini sürekli kullananlar mevcut:  “Baraj çevresi ve ormanlık alanda sürekli fuhuş var; biz bıktık artık” diyorlar.  Kendi gözlerinden uzak olsa umursamayacaklarını söylüyorlar. Yine de bir ‘ama’ları var:  “Tarlalarımıza giriyorlar; köydeki boş evlere, ahırlara giriyorlar, olay çıkıyor sürekli.”
 Kalan köylüler direniyor

Bir baraj bir köyün hayatını ne kadar değiştirebilir? Şamlar’ın hikâyesi işte bu sorunun cevabı. 1996’dan beri tarım bitmiş; hayvancılık yapamıyorlar. Çünkü köyün çevresi, barajın inşasından bu yana, İSKİ’nin İçme Suyu Havzaları Yönetmeliği uyarınca koruma alanı. Tarlaları ekip biçmek için su çekmek yasak, atıkları havzayı kirletecek diye hayvancılık yasak, yine aynı sebeple mevcut evlere bir çivi dahi çakmak yasak. Sadece balıkçılık yapabiliyorlar. Devlet, köylülere bir kilometre ötede yeni yer göstermiş. Gidenler gitmiş, kalanlar direniyor. “Biz burada doğduk, burada öleceğiz” diyorlar. Hepi topu yirmi hane kadarlar.
Bütün bu dertlere İstanbul su içecek diye katlanıyor Şamlarlılar. Bu sene su da yok. Köyün manzarası sadece dev bir çukur. Sanki olan bitenle eğlenir gibi, köy kahvesinin hemen karşısında iki tane küvet duruyor. Onların içinde de bir damla su yok...

 
Fabrikaların yedeğinde Sazlıdere

TEM üzerinde Edirne yönünde ilerlerken Başakşehir’i geçin, Olimpiyat Stadı’nı da. Sağ kola döndüğünüzde yirmi dakika yol aldıktan sonra büyük bir su kütlesine ulaşacaksınız. Ya da o suyun hayaline… 1996’da, bugünkü Hadımköy-Arnavutköy-Başakşehir üçgeninin arasında kalacak şekilde kurulan Sazlıdere Barajı, İstanbul’un yakın köyleri Sazlıbosna, Dursunköy, Hacımaşlı ve Şamlar’ın ortasında duruyor. Doluyken 23 milyon 36 bin metreküp su tutuyor. 
Üsküdar,  Kadıköy, Beşiktaş, Taksim’in dili dışarıda koşturmacasından, Gaziosmanpaşa, Merter, Bağcılar’ın trafik yorgunluğundan, Arnavutköy Hadımköy’ün koca koca fabrikalar arasında gidip gelen kamyonlarından ve gazete ilanlarında pırıl pırıl parlayan bilimum yepyeni sitenin inşaat yoğunluğundan sonra İstanbul’un pek az kişinin bildiği köyleri insana bambaşka geliyor. Milyonluk ilçelerin yanı başında, fabrikaların yedeğinde, Nuri Bilge Ceylan filmlerinden fırlamış gibi bir sıra köy…  Görünürde kimseler yok, bir iki köpek, çamur, çukura bakan manzarada sağa sola park etmiş birkaç araba… Başka bir zamanı yaşıyor.

vietnam'da bir süreya

Geo Türkiye'nin Vietnam-Laos-Kamboçya kapaklı şubat sayısını okuyorum. Dirk Lehmann yazmış kapak konusunu. Oralara gidip malzemesiz dönmek mümkün mü? Tatlı tatlı anlatmış o da. Bisikletin gidonuna kapanmış uyuyan çocuklar, kırmızı rugan ayakkabılı kızıyla bir anne... Patlıyor renkler.

Makaleleri kim çevirdiyse (yazmıyor) çok başarılı. Orijinali öyle midir bilmem ama Türkçe çeviri şiirsel, gürül gürül akıyor. Bazı yerlerde, tuhaftır, Cemal Süreya tadı. Bir okuyun derim
siz de:

Yanıbaşlarında bir motorlu bisiklet
bir kutu da 333 marka bira
vietnamcası
ba-ba-ba

kim olduğunu bilirsin sen


Beyefendi diyorlar,  Büyüğümüz diyorlar, Reis diyorlar, Uzun Adam diyorlar…  Daha birçok ismi var. Kendi ismi yok sadece…

Harry Potter’da Voldemort’a korkuyla ‘Kim Olduğunu Bilirsin Sen’ denmesi gibi biraz.

Ona hitap edenler ismiyle hitap etmiyor nedense, edemiyor. İki eşit insanın arasındaki o dolaysız hat kalkmış, kayıtsız şartsız itaat etmenin dengesizliği gelmiş. Ama onun dilinde herkesin adı var; arkasına bir ‘bey’cik bile eklemeden konuşup duruyor. Karşısında kimse yok, herkes aşağısında.

Başbakan Tayyip Erdoğan, sırf bu yüzden bile, o çok bahsettiği vesayet rejimini yıkamayacak. Asla… Dilde, hitabette, insanlar arasında bir yenisini bizzat kendisi çoktan üretmiş.

imkânsızlıklar dedektifi


Türlü türlü  neden birleşti; bu akşam kendimi bir sahafta Martin Mystere maceraları eşelerken buldum. 

Pek sevdiğim 'İmkânsızlıklar Dedektifi'ni özlemişim, ne çok. 

Bu seferin ganimeti Bermuda Şeytan Üçgeni, Lusitania'nın Sırrı, Kader Kafatası ve Teotihuacan'ın Gölgesi. 

Üstüne bir de Corto Maltese macerası. 

İyi bir akşam. Her bakımdan...

yoldan notlar - kara resimler, serin müzeler, aya yolculuk


Bir şehirde çok uzun kalmıyorsam, müze gezmeyi sevmem. Ağustos'ta Madrid başka seçenek bırakmıyor. Müzeler serin, ferah ve şaşırtıcı derecede sakin (şehirlilerin çoğu tatilde, yabancılar da bu sıcakta bu şehre gelmeyecek kadar akıllı tabii) 

Madrid'in en iddialı müzesi Prado'nun görkemli olduğunu duymuştum; büyüklük açısından dünyanın üç numarası olduğunu da Aslıhan söyledi. Yine de bana çok hitap etmiyor. Dini tasvir, dini tasvir, biraz daha dini tasvir...  İspanya'da sanatçılar yememiş içmemiş dinle ilgilenmiş sanki (tamam, yaşadıkları dönem bunu gerektiriyordu; önemli olan teknik, ışık vs ama hiç ilgimi çekmiyor ne yapayım.)

Yine de Prado'da bir hazine buldum. Goya'nın Kara Resimler'i... Ben bu tekinsiz, esrarlı, hatta tehlikeli resimleri hiç bilmezdim. Şimdi de aklımdan çıkmıyor. 

Gezi'den ve Mısır'dan sonra, Goya'nın o ünlü 3rd of May 1808'ine bakmak da sarstı. Gelecek sene resmin tamamlanmasının üzerinden tam 200 yıl geçmiş olacak. Hep aynı his: Sen beni yenemezsin. Yenemeyeceksin. 

Modern Sanat Müzesi, Reina Sofia da çok güzel bir bina. Yalnız içerideki sergi düzeni çok karışık. Neredeyse hiç yönlendirme yok. Bana kalırsa (ki kime kalacaktı burada) kürasyon da başarısız. Tabii bunca eşsiz esere sahip (mesela Guernica) oldukları için ayrıntılarla ilgilenmiyorlardır belki. Yapacak bir şey yok, İspanyollar'ın sorunu diyip geçelim. 

Reina Sofia'da Dali'ye ayrı sergi açmışlar, ayrı para istiyorlar. Kuyruk da cabası. Beş kuruş bile veremem kendisine. Sevenleri düşünsün. 

Son olarak, Reina Sofia'ya taş atımı mesafedeki Caixa Forum. Önce şu: Çok güzel restoranı var. Karnımızı doyurduktan sonra da şu: Sergi işini biliyorlar. Öncü sinemacı Georges Melies sergisi on numaraydı. Martin Scorsese'nin Hugo'sundan sonra adamı gerçekten öğrenmiş olduk. Melies'in 'Aya Yolculuk'unun orijinali seyretmek de Madrid'e kısmetmiş. Bomba gibi bir film. 

yoldan notlar - kayıntı avm'si ve fantastik vantilatörler

Kayıntı AVM'si olur mu, oluyor. Hem de nasıl güzel oluyor. Madrid'liler boğazına düşkün. Yemeyi de içmeyi de atıştırmayı da seviyorlar. Bu yüzden hepsini bir araya toplamışlar. Balık, şarap, şekerleme, kahve... Malzemesi demir, içerisi püfür. Tezgâhta durup, gelip gidene, garsonlara, yemeklere baka baka geceyarısını buluyorsun. Mercado de San Miguel, medeniyetin ne yöne gitmesi gerektiğine verilen güzel cevaplardan biri.

Bir küçük cevap da tinto verano. Biraz gazoz biraz kırmızı şarap, sangria'dan hallice, serin, dost... İspanya'ya özel.

Bir de çikolata sosuyla sundukları churrero var ki, bizim emektar müşebbek'in uzaktan kuzeni. Daha az gevrek, şiresiz... Kahvaltıda yeniyor, sair zamanda açlık bastırmak için de başvurabilirsiniz.

Bildiğim konu değil, bakıyorum da epey bir yiyip içmek yazmışım bu son post'ta. Neyse, beni ağzı dolu dolu "bu kuzuları kekikle besliyorlar di mi" diye soran Vedat Milor gibi düşünmeyin. Yemek bilgim kahvaltı çeşitleri düzeyinde. Aklıma düzgün bir benzetme bile gelmiyor, anlayın.

Yemeği yiyip kalkmak bir şey değil; Madrid'de esas olay oturmak. Şehir sakinleri, kafelerde restoranlarda su püskürten fantastik vantilatörlerin altında pinekleyip duruyor. Rahatsız da olmuyorlar. İnsan buna bile alışıyor demek ki. 

telefonunuza bakmayınız

  ‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz.  Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...