biraz ilham sonra emek

Gençler tulumbayı bilir de, çoğu onu hiç kullanmamıştır. Ben herhalde son zamanlarına yetiştim. 

Fizik prensiplerini açıklayacak değilim (zaten beceremem de); basitçe, kol yardımıyla suyu önce çekersin, sonra da dışarı akıtırsın. 
Ama su derindeyse, tulumba uzun süredir kullanılmıyorsa ya da kola ağırlık vermeye üşeniyorsan, önce oluktan aşağıya birkaç tas su dökersin; o ağırlık, mekanizmayı daha rahat harekete geçirir. 

Düşünmenin prensipleri de tulumbacılığa benziyor. Fikir üretmek için, bir konu üzerinde sistemli şekilde düşünmek için, hatta her gün düşünebilmek için (ki bu da başlı başına bir iştir); zihni önden fikirle beslemek gerekiyor. Yani o suyu önden dökeceksin. Fikirlerin yeni olmasına gerek yok. Bir tas su, biraz fikir… Mümkünse saf, duru, bölünmemiş, başka uyaranlarca rahatsız edilmemiş fikirler… 

Sonrası çalışmak. Yine tulumbadaki gibi. Kol gücü. Emek. 

Biraz ilham, sonra hep emek.

Düşünüyorum da, tulumba prensibi her yerde işliyor. O bir tas su, o ilham olmadan çark bir türlü dönmüyor. O bir tas sudan sonra düzenli çalışmayınca zaten hiç dönmüyor. 

Şimdi suyu bulmak lazım. 

PS: Şöyle güzel bir tulumba fotoğrafı bulamadım. Zaten bizdekiler de hep fabrika boyalı, çiğ mavi, sevmesi zor tulumbalardı. Buyurun size çiçekler içinde, tatlı bir tulumba ya da tulumbanın tatlısı! (Eh affedin, buraya kadar getirmişken, bu espriyi yapmamak zor. Maalesef.) 


hep bugünü yazdılar

Düşünür Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda yazmış: 
"Totaliter rejim için ideal kişi, davaya kendini kalpten adamış bir nazi veya komünist değildir. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ayrımı (yani deneyimin gerçekliğini) ve doğruyla yanlış arasındaki farkı (yani düşüncenin türünü) artık önemsemeyen kişidir." 

Memlekette ne olup bittiğini anlamak için Arendt okumaya gerek de yok; apaçık ortada işte. Rejim, kaynaklarından ucuna totalitarizme kesmiş. 

Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, yerine kayyım atanıyor.
Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, onlar evvelden rejimin adamıysa, yorgunluktan başka gerekçe de açıklanmıyor, yerine daha seçilmiş görünümlü kayyım atanıyor.

Seçim kaybediliyor, eften püften bile olamayan gerekçelerle yenileniyor. 

Bunun adı demokrasi olabilir mi?

Arendt’in kaynağına inip yazdığı, Orwell'lerin, Huxley'lerin, Bradbury'lerin göstere göstere yazdığı işte bu zaten.

Bu rejimi omuzlarında taşıyanlar da gerçekle yalan arasındaki farkı, deneyimi, düşünceyi artık önemsemeyen kitleler. Arendt Türkçe bilseydi, “Şeyh uçmaz mürit uçurur” da derdi. 

Peki gerçekle yalan arasındaki farkı artık neden umursamıyorlar? Mesele bu. 

ramen 101

Güzel film Tampopo hakkında geçenlerde yazmıştım. Başka neler yazılmış diye bakınırken, maalesef artık faal olmayan bir blogda (Çaylak Aşçı), filmdeki bir diyaloga rastladım. Ramene giriş dersi olarak da okunabilir. 
“ (...) Güzel bir günde… 
İhtiyarın biriyle dışarı çıkmıştım.
Tam 40 yılını ramene adamış biri.
Bana ramen yeme adabını gösteriyordu.

- Üstadım önce çorba mı, erişteler mi?
- Önce tüm kâseyi gözlemle.
- Tamam efendim.
- Biçimine takdir göster. Kokusundan zevk al. Yağ taneciklerinin mücevher gibi parıldayışını, şinacku köklerinin ışıltısını, deniz yosunlarının hafifçe batışını, taze soğanların yüzüşünü seyret.”

Devamını şuradan okuyabilirsiniz. 

Düşünüyorum da, bu en çok bizim Elif’in (Türkölmez) hoşuna gider. Blog gibi kullandığı nefis Instagram hesabını bilmeyen varsa, eksiğini tamamlasın. O da burada.  (Elif Türkölmez'in 'Ormanın İçinden, Denizin Kıyısından' isimli kitabını da hararetle öneririm. Google Play'de var.)

PS: Yalnız o afiş!

yaz dostum

Bir küçük caz parçası, şeftali ağaçları hakkında, vaktinden önce olmuş. Deniz kıyısında akordiyon çalan kız, başkasının rüyası gibi. Kaldırımda sandalyeler, saksılar, kalınan yeri işaretlenmiş kitaplar. Birisinin çok uzaktan gönderdiği bir selam, yerine ulaşan. Dünya, böyle şeyleri anlatırken dünya.  

koskoca sait faik muhabirlik yapamaz mı?



Aziz Nesin, anılarında Sait Faik’in ‘başarısız’ gazetecilik macerasını anlatıyor. İnsanlar “koskoca Sait Faik muhabirlik yapamaz olur mu” diye şaşırıyormuş. Nesin, neticede başaramadığını, çünkü Sait Faik’in gazeteciliğin usulünü, geleneğini, haber dilini bilmediğini yazmış.

Sait Faik’in de gazeteci diliyle haber yazmasına gerek mi vardı?  Bıraksalarmış da, kendi üslubunca muhabirlik yapsaydı. Peki ya o güne dek Semaver’i, Sarnıç’ı, Şahmerdan’ı yazıp yayımlamış olan Sait Faik’i bir ay stajyer gibi çalıştırmak! 

Türk basını ne zaman çıtayı bu kadar yükseğe koymuş; bana çok tuhaf geldi.  

Nesin’den okuyun, kendiniz karar verin: 

Fıkra yazarı olduğum Tan gazetesinin iki sahibinden biri olan Halil Lütfi Dördüncü’ye, Sait Faik’i gazeteye alması için rica ettim. Halil Lütfi, gazetede Sait’in bir ay stajyer olarak para almadan çalışmasını, bu deneme sonunda beğenilirse muhabir kadrosuna geçirilebileceğini söyledi. Sait, gazetenin muhabirler salonunda beni bekliyordu. Haberi verdim, çocuk gibi sevindi. Hemen o gün çalışmaya başladı. Gazetenin Beyoğlu muhabiri olmuştu. Ayrıca, gazetenin sekreteri her sabah iş defterine muhabirlerin o gün yapacakları görevleri de yazar, muhabirleri o görevlere gönderirdi. Kırk yaşındaki Sait Faik, hikâyeciliğinin doruğuna erişmişken, bir gazetede stajyer muhabir olmuştu, başarırsa kadroya geçecekti. Hayır, başaramadı. 

Halil Lütfi, çok kişiyi para vermeden stajyer diye gazetesinde bir ya da iki ay çalıştırıp sonra işe almamıştır. Sait Faik’e böyle yaptığını sananlar vardır. Hayır, böyle olmadı. Sait Faik, gerçekten gazeteciliği başaramadı. Bu yüzden Halil Lütfi’yi kınayanlar çok olmuştur. Koskoca Sait Faik, muhabirlik yapamaz olur mu, bir gazete haberi yazamaz mı hiç, diye şaşanlar çoktur. Ama böyle düşünenler, kendileri bir gazete sahibi olsalardı, Sait Faik’i muhabir olarak gazetelerinde çalıştırmazlardı. Çünkü gazete haberi yazmak bir kalıp iştir, görenek ustalığına dayanan bir iştir. Sait, gazete haberi için gerekli bütün bilgileri topluyor, ama bunları bir gazete haberi biçimine sokamıyordu bir türlü. Yapmak istemiyor değil, gerçekten yapamıyordu. Yazıp sekretere verdiği haberler gazetede yer almıyor, Sait de buna çok üzülüyor, hırçınlaşıyordu. Çünkü yazdığı haberler gazeteye ne denli çok girerse, kadroya alınması ihtimali de o denli çok artardı. Yazdığı haberleri, gazeteye girmesi için düzelttiğim çok olmuştur. Ama Sait’in bu yüzden bana çok kızdığını, ancak yıllar sonra, bu duygusunu açıkladığı zaman anlayacaktım. 

Aziz Nesin -  Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim



şehrin en iyi çorbacısı



Bir spagetti western mi? Spagetti western parodisi mi? Ciddi bir film mi? Ucuz komedi mi?

Tuhaf, hepsi var içinde. 

Tampopo sanırım bir ‘ramen western’. Bulursanız, seyredin (Ben YouTube'dan alıp seyrettim).

İnsanı hemen hiç hayalkırıklığına uğratmayan Japon sinemasından, 1985 senesinden geliyor. Bu, şehrin en güzel ‘ramen’ini (et ya da soya suyuna bir tür Japon çorbası diyeyim henüz tanışmamış olanlar için) pişirmek isteyen bir kadın aşçının hikâyesi. Ağzının tadını bilen bir kamyoncunun, kadının lokantasına uğraması ve içtiği çorbayı hiç beğenmemesiyle başlıyor. 

Elin Japonu (filmin yönetmen Juzo İtami), 1977’de çekilen Selvi Boylum Al Yazmalım’ı bilir mi? Ağır abi kamyoncumuz Goro (Tsutomo Yamazaki) sanki bir Kadir İnanır. Onun yamağı da, o zamanların fişek delikanlısı, geleceğin (bugünün) ağır abisi Ken Watanabe (eh, o da başka bir Kadir İnanır). Hayatın akışını, nasıl oluyorsa, kamyonlarıyla değiştiren adamlar bunlar! Türkiye’de, Japonya’da, hep aynı adamlar… 

İki uçta gidip geliyor Tampopo. Bir tarafta tutkular, saplantılar, ekstreme kayan, rahatsız da edebilecek bir erotizm (ki yan hikâyeler); diğer tarafta temel olay örgüsü. 

Olay örgüsü dediğim: Adım adım en iyi ramenin sırrını keşfetme; bunun için de işin suyundan, etinden, makarnasından, kıvamından anlayan insanları arayıp bulma, matrak bir ’çete toplama’ hikâyesi… Sevdiğim işler. 

İşin bu tarafı epey ilgimi çekti. Böyle bir hikâye bizde de çok tutar. İster işkembeyle yap ister köfteyle, ister mercimekle yap ister börekle… Birisi yazarsa okurum; çekerse seyrederim. 

Birkaç seneye kimse yazmazsa, oturur ben yazarım. Tutmasa da fark etmez; hiç olmazsa iştah açar.


tanpınar'dan bir vergi önerisi

Devlet para arıyor. Dönüyor dolaşıyor parayı aynı yerden, aynı kişilerden alıyor. Bir hayrım dokunsun, edebiyat tarihinden bir ‘inovasyon’u devletciğime önermiş olayım. Bu benzersiz ama çok pratik para toplama fikrinin mucidi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın baş kişilerinden Hayri İrdal. Olayların geçtiği yer: Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Kurguladığı para toplama sistemini anlatıyor İrdal: 

" (...) Büyük bir maliyecimiz bu ceza sistemini maliye tarihinde gerçek bir buluş addettiğini resmen bildirmiş ve bundan sonra adımı Doktor Turgot, Necker ve Schacht’la beraber anmakta hiç tereddüt etmeyeceğini her fırsatta tekrarlamıştı. 

Hakkı da vardı. Şu itibarla ki, şimdiye kadar halkı mükellef kılan para işlerinde memnuniyetsizlik daima esastır. Hele bu bir ceza şeklinde olursa, daima insanı rahatsız eder. Bizim nakit cezamız ise hiç böyle değildi. Suçlu, kontrol memurumuzdan bunu işitir işitmez, evvelâ şaşırıyor, sonra işin mantığındaki sağlamlığı anlayınca, tebessüme başlıyor, tatbikattaki ciddiliği görür görmez, gülmekten katılıyordu. Kaç kişi memurlarımıza, bilhassa ilk günlerde “Aman ne olur bir kere de bizim eve gelin, bunu karım behemehal görsün, işte adresim” diye kartını uzatmış, ayrıca otomobil parasını da vermişti. 

Nakit cezamızın dayandığı esas, şehre ait umumî saatler başta olmak üzere, açıkta bulunan saatlerden biriyle uymayan her saatten alınan beş kuruştan ibaretti. Fakat bu saat ile bir başka saatin arasında da ayar farkı varsa bu sefer ceza iki misli oluyordu. Böyle komşu olan saatlerin sayısı çoğaldıkça ceza hendesî de nispetle artıyordu. Tam saat ayarı haddizatında imkânsız olduğu için  -bu, saatlere mahsus bir ferdî hürriyet meselesidir, bittabi o zaman bunu açıklayamazdım-, hele kalabalık bir yerde yapılan tek bir kontrolde epeyce miktarda bir para tahsili mümkündü."

Hadi devletcim kıpırda! Saatleri Ayarlama Enstitüsü senin yanında nedir ki? Aynısını sen de yapabilirsin. Belki bu sayede iki kadeh rakıdan da uzak durursun, meyhane sofralarına bir rahat verirsin. 

Bu iş kafana yatarsa, halletmen gereken bir mesele var yalnız. Millet saat takmayı, duvarına saat asmayı boşladı; cep telefonlarının göstergelerine talim ediyor. Malum, onların saati de emirlerini kendi enstitülerinden, Apple’dan, Google’dan alıyor… Olacak iş mi?

Emret, millet olarak yeniden saat kuşanalım; saatlere mahsus o ferdi hürriyetle yeniden haşır neşir olalım. Bir taşla üç kuş vuruyorsun bak! Her bir dakika farkı üzerinden sana vergi vereceğiz, bir; yok olup giden, han köşelerine sıkışan bir endüstri canlanacak, iki; dış mihrakların zamanından sıyrılıp ‘yerli ve milli’ ayarlara geçeceğiz, üç.

Edebiyat kazandırmıyor diyemez gayrı hiç kimse!  

*
PS: Nefis illüstrasyon grafik tasarımcı Ethem Onur Bilgiç’e ait. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...