şoseden ayrılanlar


Zorunlu dört duvar arasından sonra, yürümeye yeniden başlarken, Sait Faik'ten bir pasaj... Gözden kaçmış bir manifesto... Bir edebi inci, yolda görülmüş bir rüya... 


“Şoseden ayrılan yolların güzel, harikulade yerlere, bilinmedik, hep arzulanmış yerlere gittiklerini zannetmeyen bir yaradılışta kaç insan vardır bilmem. Varsın olsun! Mademki her zaman insanların içinde bir cennet yaratmak hulyası hakikat kadar kuvvetlidir. Şoseden ayrılan, etrafında kara ve kocaman böğürtlenlerin olduğu ıslak gibi toprak yolda istediğiniz kadar cennet köyler, sevişen insanlar, mahsuldar topraklar, tahayyül edebiliriz. Madem ki bugün evimizden çıkarken kırlara çıkmayı, çobanlarla konuşmayı, şoseden yürümeyi, böğürtlen yemeyi ve su kenarındaki çimenlere uzanmayı düşündük. Bırakın beni hakikatler! Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Dertlerimden kime ne?”


Sait Faik Abasıyanık - Çelme


seneca neden gazeteciliğe hasretti?

 


Son dönemlerde Seneca’nın ‘Mutlu Yaşam Üzerine’sini birkaç defa okudum. Kısacık bir kitap zaten, 40 sayfalık. Belki daha uzundu. Kırkıncı sayfadan sonrası kaybolmuş. Kimbilir belki bu kırk sayfa sadece girişiydi. Zaten bu dert tüm ‘antik’ yazarların başında (sanki onlar bununla tasalanıyorlarmış gibi yapayım hadi); çoğunun eserleri kayıp. En feci durumdaki de Epicurus yani bizim Epikür. Aşağı yukarı 300’den fazla kitap yazdığı söylenir ama geriye hepi topu birkaç yazı, birkaç da hatıra kalmış. Geride kalanlar koca bir felsefi düşünceyi oradan toparlamışlar. Bu aktarma sırasında neler eksildi acaba o düşünceden? Ya da neler eklendi! Bir gün dünyanın unuttuğu bir kütüphanenin gizli mi gizli arşivinden üç yüz cilt kitap çıkmazsa hiç bilemeyeceğiz. 


Antik Yunan’dan Roma dünyasına bir uzanalım şimdi; yani dönelim Seneca’ya. Başka klasik yazarlarda da benzer bir hal var ama bilhassa onun yazdıklarını okurken hep aynı hisle doluyorum. His şu: Seneca, fena halde gazetecilik özlemi çekiyor. Şöyle düşünüp durduğunu hayal ediyorum: Gazetecilik diye bir müessese olsa da bir gazeteci gelse de benimle uzun bir sohbet yapsa da bunu bir söyleşi olarak yayımlasa da… Bana hakkımda atıp tutanları sorsa, çelişkilerimi sorsa, hedeflerimi sorsa… Belli ki kafasında bunları çevirmiş Cordobalı düşünür. 


Ama bir gazeteci bulamayınca, hepsini kendi uydurmak zorunda kalmış. Hayali birisi ona hayali sorular soruyor, eleştirileri aktarıyor, kendi hatalarını gösteriyor. Seneca da arada kızıp köpürerek, bazen de sakin sakin cevap veriyor… Bazen isimler veriyor, tarihler düşüyor. Bundan da kitaplar çıkarıyor. Hiç fena değil. 


İlginç olan iyi bir röportajcının ortaya çıkması için aradan on sekiz asrın daha geçmesi… Gazetecilik işte böyle yavaş işleyen bir süreç; ihtiyaç olduğunda bulması bazen biraz zor! 


dünya nasıl bir yer olmalı?


Jazz On A Summer’s Day… Böyle bir filmin varlığından haberim bile yoktu. 1958’de Newport, ABD’de caz festivali… Duyan gelmiş gibi, birçok büyük isim, birçok dev orada. Fotoğrafçı Bert Stern ile yönetmen Aram Avakian’ın elinden çıkma, 1959 mahsulü filmin yenilenmiş versiyonu bir süredir dünya sinema salonlarını dolaşıyor.


Ben dün gece seyrettim ve ilk dakikasından itibaren de hep benimle kalacak bir şeyle karşı karşıya olduğumu anladım. Bu film benim için dünya nasıl bir yer olmalı sorusuna verilebilecek cevaplardan biri. İşte böyle bir yer olmalı. İnsanla, müzikle, sonsuzluk anlarıyla beraber… Hep fonda bir şekilde dönsün dursun, hiç bitmesin isterim.

belki başka bir hayatta

 A. ile yürürken, yanımızdan biz yaşlarda bir kadın geçti, bisikletiyle. İnsanların bazen gözleri karşılaşır ve bir süre karşılaştıkları yerde kalır. Öyle oldu.


Bize baktı kadın ama daha çok A’ya. Baktı ve sıcacık gülümsedi. Biz de ona gülümsedik. Yollarımıza gittik. Dönüp A.’ya baktım ben de; gülümsüyordu halen. “Arkadaşın mı” diye sordum; ben kadını tanımıyordum çünkü. “Yoo” dedi A, halinden memnun. “O kadar içten güldü ki arkadaşın zannettim” dedim. “Evet, çok içtendi, değil mi? Tanışsaydık, iyi arkadaş olurmuşuz gibi.”


Belki de başka bir hayatta, paralel evrende arkadaştık. Kahvelerimizi içmiş, ayrılmıştık. Belki bir sıcak gülüş, evrenden evrene hiç silinmeden dolaşıp duruyordu.


Resim, Chagall'in. La Vie, 1964.

konsantrasyon


Dino Bey’den biliyorum; beş-altı yaşındaki çocuklara okulda tüm görevler veya uğraşlar on beşer dakikadan veriliyor. Çocuktan bir uğraşa on beş dakika konsantre olması bekleniyor. Vakit varsa, elindekiyle daha fazla uğraşabilir. Ama altına düşmemesi bekleniyor. Zorlandıkları oluyor; neticede zihinleri farklı çalışıyor, uyaran çok. Eh, bir de çocuk bunlar!


Ama o on beş dakika… Ben iş baskısının kendini fazladan dayatmadığı sıradan bir günde, biz yetişkinlerin herhangi bir konu, iş, uğraş üzerinde on beş dakika kesintisiz konsantre olabileceğini pek sanmıyorum. Film izlerken, kitap okurken bile zihnimiz farklı yerlerde geziyor. Çalışırken, yürürken, seyahat ederken… Hep kendi zihnimizin dışındayız. Bugün piyasada en kıymetli şey zamanımızdır, dikkatimizdir ifadeleri yeni değil. Ama sanırım artık bu dikkat, ona talip olan herhangi biri için değil bizzat kendimiz için de fazlasıyla kıymetli.


Çocukların on beş dakikası bize lüks artık. Dikkat ve konsantrasyon bizim için hayatiydi. Şimdi değilmiş gibi davranıyoruz. Ama nasıl yapacağız, ne kadar yapacağız elimizde bunlar olmadan?


*

Resim, Edward Hopper'ın

leoparın evinde

Dino Bey’in havuzundan ‘önlemleri sıkılaştırdık’ maili geldi. “Kapıda QR kodu bir de kimlik soracağız, personelimize ne olur zorluk çıkarmayın, kuralı biz koymadık ama uygulamak zorundayız.”

Bu notu yazmak zorunda hissediyorlar. Çünkü illa kızıp köpüren, hatta hakaret eden birileri çıkıyor. Çünkü asabı bozulmuş birçok insan, asap bozmayı görev sayıyor.


Sıra olur diye, havuza biraz erken gittik bu defa. Ağırkanlı Hollandalılar, bürokrasi işi oldu mu insanı canından bezdirir. Kimse gelmemişti. 


QR kodumuza bakmak için birisi girişte belirdi. Olabilecek en tatlı eleman; altmış yaşlarında, dünyanın en güler yüzlü adamı… Çıkışmak da kızmak da mümkün değil. Kimliğimize bakmak yerine doğrudan doğum tarihimizi sordu. “Bu taktiği geliştirdim, afallayan olursa içeri almam” deyip güldü. Henüz afallayan olmamış. Olursa ne yapacağı konusunda bir fikri var mıydı acaba? Gözlerinin içi o kadar gülüyordu ki anlayamadım.


“Kuyruk olur diye erken geldik” dedim. “Burada olmadı ama geçen Arnhem’de maçta sağlam bir kuyruğa girdim” diye cevap verdi. 


Arnhem’de bildiğim Vitesse kulübü var. “Ajax taraftarı mısınız Vitesse taraftarı mı” diye sordum.


“İkisi de değil. Feyenoord’luyum ben.” Gülüverdi yine. “Gururlu bir Rotterdamlıyım.” Biraz durup düşündü, arayıp buldu: “Leoparın evinde bir antilop.” Tanımından da memnun ve gururluydu.


“An Englishman in New York” diye ekledim. “Bak o da olur” deyip güldü yine.


Selamlaşıp ayrıldık. Yeni gelen gruba yöneldi neşeyle. O gün kimsenin ona zorluk çıkardığını, hiddetlendiğini sanmıyorum. Hem sıkıntı çıksa bile leoparın evinde yaşamaya alışmış bir antilopa kim ne yapabilir? 


Fotoğraf: Feyenoord'un stadı 'de Kuip'in ışık kulesi...

dünden sonra yarından önce


Yıllar sonra insanlar birbirine soracak. Japonya’da geçen bir dizi vardı. Geceyarısından sonra da açık bir dükkânı anlatıyordu… Neydi adı? Seyretmiş olanlar birbirlerine bir adım daha yaklaşacak. Bugün olduğu gibi. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...