"Telafisi imkânsız kayıpların içinden bir tek yazmanın gündelik rahatlığını geri almak isterdim. Beni saçlarımdan tutup yakalayan ve gücümün sonuna geldiğimde yeniden doğrultan satırları..."
Son zamanlarda en çok okuduğum yazar, Roberto Bolano. Burada da bahsediyorum bazen; geç buldum çabuk kaybettim. İlk kitabını okurken 2003'te öldüğünü bilmiyordum. Yazdıklarını bitirmeyeyim diye gıdım gıdım ilerliyorum
Tuhaf kitapAntwerp'i yeni bitirdim. Türkçe'de henüz yok ama meraklısı beklemesin. David Lynch, Kayıp Otoban'da ne yaptıysa, Bolano Antwerp'de onu yapıyor. Görüntüler yerine kelimelerle ve tabii Lynch'den çok daha önce. 1980'de yazmış; 2002'de yayımlamış. "Bu kitabı kendim için yazdım; ama bundan bile emin değilim."
Çok zor bir yazıydı... Şöyle söyleyeyim, bugüne kadar dinlediklerim içinde yukarıdaki şarkıdan daha önemlisi yok benim için.
BİR ÇİZİK ATTIN GÖNLÜME KANATTIN
Bazı tuvalleri kazıdığınızda altından başka bir resim çıkar.
Mazhar Alanson’un “Yandım”ını kazıyınca da farklı bir şarkı buluyorsunuz.
“Hatıralarımın üstüne oteller yapmışlar” diye başlayan… Alanson, Yandım’ı
yıllar içinde tamamladığını söylüyor. Yazmış silmiş yine yazmış, derken son
halini almış şarkı. Bugünkü versiyonda yer vermediği ilk dizesinin nasıl
çıktığını, 14 yıl önce hevesle anlatıyor. Mekân Kanal D stüdyoları, program
Okan Bayülgen’in Zaga’sı… Her Şey Çok Güzel Olacak yeni vizyon görmüş, öyle
eski bir dönem. “Bu arkadaş Bodrum’a gitmiş, hayran olmuş; bir aşk şarkısı da
yazmış. Yirmi yıl sonra yine gidince bir de bakmış ki…” Sonra başlıyor
şarkısına: “Hatıralarımın üstüne oteller yapmışlar, yandım yandım ki ah ne
yandım…”
Şarkı değişti, hepimizin ezberlediği halini aldı. İlk dizeler
sadece eski kayıtlarda artık. Bodrum’daki inşaat hamlesiyse tam gaz devam
ediyor. Yeni oteller, tatil köyleri, villalar yapılıyor. Bunlardan birinin yaz
başında televizyonlarda dönen reklamını da Mazhar Alanson seslendiriyor: “Her
şeyi geride bıraktım. İçimden güzel bir şarkı mırıldandım…” Sözlere girmeden,
mahcup mırıldandığı o melodiyi iyi tanıyoruz: “Bodrum Bodrum…”
Televizyon reklamları, Alanson’un sevdiği ve çok da başarılı
olduğu bir mecra… Onu bugünlerde bir tavuk firmasının reklamında seyrediyoruz.
Etrafını sarmış çocuklara neşeyle gitar çalıyor. Zeka küpü, gürbüz, bacak kadar
veletler, “Mazhar Abi”lerine akıl veriyor; o da karşılığında bizim de çocukken
pek sevdiğimiz bir şarkıyı, Peki Peki Anladık’ı onlara armağan ediyor. Birazcık
revize ederek tabii… Ham ham ham…
Nasıl anlatsam nereden başlasam… Mazhar Alanson reklamları
saymakla bitmiyor. Bazısında tek tabanca, bazısında MFÖ’nün diğer üyeleri Fuat
ve Özkan’la beraber. Ama şarkılar sabit; hep başroldeler. Hatta bir tanesi
(Peki Peki Anladık) duble bile yaptı. Güllerin İçinden, Ele Güne Karşı, Ali
Desidero, Yalnızlık Ömür Boyu, Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da, Hindistan…
Uzayıp gidiyor liste.
Muhabbet karşılıklı. Reklamcılar da Alanson’u seviyor. Olmaz
denen ürünü sattıracak ses onda, şeytan tüyü onda, oyunculuk onda, ezberimizde hazır
duran şarkılar onda. Bu kadar artı başka kimde bir araya geliyor? Ağırlığı var;
söylediği her söz ferah ferah slogana dönüyor (“şapkasız çıkmam abi”yi
hatırlayın.) Reklamcılar için rahat iş. Yalnız insan merak etmeden de
duramıyor. Bir reklamcı, kapısını çalıp “Şimdi Mazhar Bey, aklımızda böyle dert
üstü murat üstü bir ortam var, çocuklar var, siz varsınız, hep beraber dans
ediyorsunuz, bir yandan da ‘ham ham ham’ diyorsunuz” diye bir teklif
götürdüğünde, Alanson’un onu baltayla kovalamasını beklersiniz. Kovalamıyor;
içeri buyur ediyor.
Bana kızanlar hakkını
helal etsin
Elbette eleştirileri de buyur etmek zorunda kalıyor. “Bu
şarkılar sadece senin değil, bizim de, öyle uluorta kullanamazsın” diyor
sevenleri. İlk başlarda kızıyordu. Cevap verirken “ne yapalım, sürünelim mi”
demeye getiriyordu. 2003’te Cumhuriyet Gazetesi’ne her şeyin nasıl başladığını
şöyle anlattı örneğin: “Hepsi unutuluyor Türkiye’de. Bunu bana Özkan öğretti.
(…) Bob Dylan’ı, Leonard Cohen’i siz öyle reklamda göremezsiniz. Burası
Türkiye’dir. İşimiz gücümüz, çoluk çocuğumuz var. Özkan’ın ‘Mick Jagger da
gelse onu jilet reklamına çıkarırlar’ diye bir sözü vardır.”
Sonra derisi kalınlaştı; biraz yumuşadı da. 2006’da Nokta
Dergisi’ne verdiği bir röportajda Murat Menteş’e şunları anlatıyordu:“Hamdolsun, albümlerden üç beş bir şey geldi
yine, ama ben donla reklama çıkmasam kazanamazdım. (…) Ben müziklerimi helal
ettimse, bu reklamlar yüzünden bana kızanlar da haklarını helal etsinler.”
Söylediği gibi, “burası Türkiye,” doğru. Alanson’unki de
belki Türkiye’ye özgü bir tuhaflık. Dünya üzerinde aynı anda hem maddiyatı hem
de maneviyatı tartışılan bir başka insan var mıdır? Neredeyse yirmi yıldır
umreye gidip geliyor; tarikat ehli olup olmadığıyla, sufizme ilgisiyle, MFÖ
albümlerine koyduğu ilahilerle sürekli gündemde. Bir de bu reklamlar… Öyle ki,
2009’da yayımladığıMazhar Olmak isimli
biyografisinde (ki tesadüf işte, o da bir reklam firmasının, Alametifarika’nın
yayınevinden çıktı) Cem Yılmaz’la beraber seslendirdiği Psikopat şarkısını bir
türlü değerlendiremediğinden dert yanıyordu: “Şarkı öyle söylediğimiz halde
kaldı. Belki ileride reklamda falan kullanırız."
Mal onun, keyif onun, meydan onun; bize karışmak düşmez.
Yine de yanıldığı bir nokta var. Büyük isimleri Türkiye’ye getirmeye gerek yok;
reklam işinden dışarıda da ekmek yiyorlar. Michael Jackson, Pepsi’ye “Billie
Jean’ini vermekle kalmamış, hem bizzat reklamda oynamış, hem de sözlerini ürüne
uyarlamıştı. Mick Jagger Satisfaction’ı ve diğer birçok şarkısını reklam
jingle’ı niyetine sattı. Yalnız, zamanında saydıkları arasında Leonard Cohen de
var ki onu ayrı tutmak gerek. Bir zamanlar “artık turneye çıkmam” diyen Cohen’i
Eylül’de İstanbul’da göreceksek sebebi borç batağı. Cohen bu yaşında, kafasını
suyun üstünde tutabilmek için sadece albüm yapıyor, konser veriyor; harici
formüllere gönül indirmiyor.
Son örnek boşa değil. Bizim Cohen’imiz de Mazhar Alanson.
Türkiye’nin en iyi, en çalışkan güftekârı… Aynı kuşaktan bir başka ustanın,
Bülent Ortaçgil’in “benim armoni bilgim ondan iyidir; ama o da benden daha iyi
söz yazar” diyerek selamladığı adam. Kendisi bu tanımı sevmiyor ama sözlükte
“karizma” sözcüğünün karşısına görseli basılacak adam o.
Su koyuvereceksin
gidecek, yoksa akıl yerinden oynar
Sevdiğimiz, benimsediğimiz, baş tacı ettiğimiz hali bu işte.
Kırk senede ürettiği bu edalı tavır... Şarkıları bir kenara, bu içinden gelen,
olduğu gibi olan, değişmeyen zor adam hallerine, lafı gediğine oturtmaktaki
ustalığına bayılıyoruz. Üzerinde haftalarca nefes tükettiğiniz bir konuyu, o
iki kelimeyle özetlerken, biz rahatlıyoruz. “Dizilerden Süleyman’ı
seyrediyorum” diyip işin içinden çıkıyor mesela. Ya da geçmişten dem vururken
“gitarı bir aldım okul zayıfladı” deyiveriyor. Al sana beş senenin özeti. Bir
de o ferahfeza, harcıalem üşengeçliği var tabii… GQ Türkiye’ye verdiği
röportajda, Ebru Çapa’nın “projesinde yer almaya heves ettiğiniz bir yönetmen
var mı” sorusuna “hayır, bırak yönetmeni heves ettiğim hiçbir şey yok” diye
yanıt veriyor.
Biz bu reklamlara sinir olurken, kendi zihnini ferah tutan
da aynı tavır zaten. Bahsi geçen röportajda Çapa, Alanson’un şimdilerde
oynadığı “Küçük Hesaplar” dizisinde rol icabı giydiği alacalı bulacalı, aykırı
kıyafeti uzun uzun tarif ediyor. Alanson’un yorumu kısa: “Kostüm bu, biraz su
koyuvereceksin gidecek, yoksa akıl yerinden oynar.” Sonra lafı, eşine, Biricik
Suden’e getiriyor: “Burada olsaydı katiyen bırakmazdı, müdahale ederdi.”
Başka kimselerde görmediğimiz bir hal de bu. Suden ve
Alanson neredeyse her röportajı birlikte veriyorlar. Yan yana diz dize, hep
beraberler. Alanson, o olmasa akşam vereceği konseri bile unutacağını söylüyor.
“Sarı Laleler”in müsebbibi Suden, unutulmasına asla izin vermiyor. Alanson’u
çekip çeviren o. Artık fazlasını da yapıyor. Bazı klipler onun elinden çıkıyor
mesela. Giderek Türkiye usulü “Yoko Ono-John Lennon” çiftine dönüyorlar. Bu
ikili yaşama halinin şarkılara tesiri var mıdır? Aşkları muhabbetleri sevgileri
daim olsun, ama Alanson terkibiyle söyleyelim; belli ki “şarkılar da zaten öyle
kolay kolay gelmiyor.” Yaşın 19, o eski havalardan uzak. Daha fazlasını yazmaya
da gönül el vermiyor.
Her şeyi sarpa sardıran da bu gönül meselesi zaten. Alanson,
her fırsatta bir “çizik atıp gönlümüzü kanatıyor.” Bu kadar reklamdan sonra bir
çizik de onun üstüne atılmıyorsa, ne kadar büyük olduğunu anlayın. Tek çare
site etmek. Bu yazı da bir sitem yazısı. Onca şarkının, filmin, gönül
şenlendiren lafın hatırası unutulur mu? Son reklamında çocuklara “nasıl olacak
bu işler” diyor ya Alanson; işte tam da o. Sen de bizi anla Mazhar Abi. Hatıralarımızın
üstüne artık kat çıkma.
İki dirhem bir çekirdek bir yaşlı Katalan beyefendi... Karşısındaki bankta oturan akranı kadını inceden süzüyor. Kadının elinde bir kitap, dünyayla ilgisini kesmiş. Top atılsa duymayacak.
Aslıhan'la ben, uzaktan ikisini seyrediyoruz.
Adam bir iki eşiniyor, geriniyor; varlığını görünür kılmaya çalışıyor. Hayır, uyandıramıyor ilgisini hanımefendinin. Bir sayfa daha çevriliyor.
Eski çapkınlardan ama, belli. Tatlı amcamız yerinden kalkıyor; hop diye oturuyor yanına kadının. Bir çift göz şimdi ona bakıyor ama ıııh, kaldıkları satıra dönüyorlar hemen.
Derken olmayan lafa giriyor adam. Biz anlamıyoruz tabii ne dediğini. Belki kitabın belki kadının adını soruyor. Belki "hava çok sıcak" diyor.
Hava gerçekten çok sıcak. Mendilini çıkarıp alnını kuruluyor adam. Kadın nihayet konuşuyor. Kısa, kesik, bir iki cümle...
Cevap veriyor, gülümsüyor yaşlı adam. Sonra kalkıp eski yerine geçiyor.
İkisi uzun süre kıpırtısız kalıyor. Adam için üzülüyoruz. İşin rengi belli. Artık tek merakımız kadının okuduğu kitap. Biraz daha yukarıda tutsa, ismini görebileceğiz.
Dakikalar sonra, kadın yüzüne yaklaştırıyor kitabı. Nihayet görüyoruz.
Yazdıklarımın basıldığını çok gördüm, dergilerde gazetelerde okudum, işim bu. Çizgiye döküldüğünü hiç görmemiştim. Başka bir duyguymuş... Gurur verici.
Ona anlattığım bir hikâyeyi, canım Serhat Gürpınar, Amsterdam - İstanbul adını vererek, yeniden yayımlanmaya başlayan Harakiri'ye çizdi. Hem de ne çizmek!
Bir roman yazsam ve o da filme alınsa bu kadar sevinemem.
İçim içime sığmadı, sevincimi buraya da yazayım dedim. Serhat'ın koyduğu ismiyle Amsterdam - İstanbul bu bloga girmek için sırasını bekleyen hikâyelerdendi çünkü. Yabancısı sayılmazsınız.