beyaz sarayı nasıl gözetlersiniz?


Washington bürokratlarının elinden düşürmediği siyaset dergisi National Journal’dan grafik üstadı Brian McGill üşenmemiş, West Wing’in (Beyaz Saray’ın yönetici ofislerinin yer aldığı kanadı) bir interaktif haritasını hazırlamış. Mouse ile odaların üzerine gelince, Obama'nın ekibi hakkında “kim kimdir eserleri nelerdir” kabilinden notlar da beliriyor.

Gereksiz… Eğlenceli… National Journal gibi sıkıcı bir dergiden zihin jimnastiği. Dergiler ilgi çekmek için ne yapabilir, sorusuna basit bir cevap.

Haritaya buradan buyurun.

orada devrim mi oluyor?



Suriye gazetecilere yasak. Bilgiler sadece Facebook ve benzeri paylaşım siteleri üzerinden dışarı çıkıyor. Her şey çok karışık. Arap sitesi elaph.com, Dara şehrini kuşatanlar arasında İran Devrim muhafızları olduğunu, şehirde de (hatta Halep’te de) Hizbullah unsurları olduğunu bildiriyor. Dedim ya, karışık.

Şimdi sadece insanlar var. Batılı gazeteciler devre dışı. Libya’dan seken domino taşı Suriye’nin üzerine devrilir mi? Batı meseleye abanınca, işin özü değişir mi? Yukarıdaki resmin devrimi Suriye'ye gelir mi?

Dış basın bugünden ufak ufak harlandığına göre, gelecek haftanın esas gündemi, belli ki, Suriye.

Kaynak: World Crunch

yedekleyin!

Yeni başlayan gazeteci arkadaşlara:

Yıllarca çalışacaksınız; sayfalarca yazacaksınız. Yazdıklarınız, çalıştığınız kurumların internet sitelerinde yayımlanacak.

Çalışırken dönüp dönüp o sitelere girip, o yazılara bakacaksınız. İhtiyacınız olduğunda o siteleri kullanacaksınız.

Yazılarınızı oralarda bırakmayın. Kopyasını alın. Yedekli çalışın.

Burası Türkiye. Yüzlerce yıllık tarihe sahip gazete ve dergilere sahip değiliz. Çalıştığınız kurum gün geliyor kapanıyor. Kapanınca, nedense internet sitesini de kapatıyorlar.

Kopyasını almadıysanız arşiviniz uçup gidiyor.

Emeğinizi neden başkasının insafına bırakasınız ki?

Ben yaptım siz yapmayın, yedekleyin… Evde, başka bir işte, mahkemede… İlla ki ihtiyacınız var o yazılara.

beş dakkada değişir bütün işler


Kaddafi, önce...


Kaddafi, sonra...

Mazhar Alanson, beş dakkada değişir bütün işler, diyordu. Libya’da işler beş dakikada olmasa da beş haftada değişti. Dünya basınının Albay Kaddafi karşıtı ilk gösterilerden sonraki yayını, Libya liderinin tepeleneceği yönündeydi. Çok heyecanlandılar; süreci doğru okumadılar. Kaddafi’nin, bir Hüsnü Mübarek olmadığı ortada. Şimdi hemen herkesin katıldığı Şafak Yolculuğu operasyonuna rağmen kimse sonuçtan emin değil. Time’in bir ay arayla yaptığı iki kapak bunun kanıtı. İlkinde “Kaddafi’nin son direnişi” diyorlardı; bu hafta “Gitmezse ne olur” diye soruyorlar. Olan Libya halkına olacak, orası belli de, fena halde şişen dünya basını bu ayıbını nasıl örtecek? Yine Alanson’la bağlayalım: “Bu işler dedi anladın mı, adamı bazen geriden şişler…”

gazeteciler için gerçek bir iş ilânı


Bugüne kadar birçok iş ilânı okudum; ama aşağıdaki kadar sahicisini görmemiştim. Florida Eyaleti'nde yayımlanan Saratosa Herald Tribune, çalışma arkadaşları arıyor. Ararken de sahici bir gazetecilik tarifi yapıyor. Kendine güvenen başvursun derim, öğrendiğim kadarıyla pozisyon halen açık:

"Biz burada çabuk tarafından araştırmacı gazetecilik yapıyoruz; lazım geldiğinde de birkaç gün yayımlanacak mini projeler hazırlıyoruz. Ama her yıl, bizim çapımızda bir gazete için çok hırslı sayılabilecek işler kotarmaya da çalışıyoruz ki bir gün Walt Bogdanich şöyle demek zorunda kalsın: “Saratosa bilmem ne gazetesinin benim yirminci Pulitzer’imi elimden aldığına inanamıyorum.” Birçoğunuzun halihazırda bildiği üzere, bu tip işler cehennem azabıdır, ruhunuzu emer, kendinizden şüpheye düşürtür. Ama eğer siz, temizlikten uzak muhabirlerle dolu, ufak, kapalı bir ofise tıkılıp, çoktan ölmüş olmanızı isteyen güçlü kuvvetli kurum ve insanlara kafa tutan veritabanlarını, binlerce dokümanı tek tek girerek sıfırdan oluşturmayı kabul eden bir tür sapıksanız; üstelik bütün bunları da ödül kazanması muhtemel işinize şöyle bir bakıp bulmaca sayfasına yollanan okurlara sahip olma şerefi adına yapıyorsanız, yani bu size gazetecilik gibi geliyorsa, tamamdır, bizim aradığımız sapık sizsiniz.

Florida’nın şöhretinden bihaber olanlara not: Burası ülkenin en çok haber üreten eyaleti ve bunun sebebi de muhteşem kamu arşivi yasaları değil. Bizde her türlü yolsuzluk, şiddet ve şerefsizlik bulunur. 11 Eylül’ü yapan teröristler burada eğitildi. 11 Eylül’ün olduğu dakikalarda Bush anaokulu çocuklarına burada hikâye okuyordu. Yeni valimiz bir zamanlar, yaptığı vurgunlardan dolayı rekor cezaya çarptırılmış bir sağlık şirketi işletiyordu. Kasırgalarımız, yangınlarımız, petrol sızıntılarımız, tahtakurularımız, hastalıklı narenciye ağaçlarımız ve hamamböceği istilalarımız eksik olmaz (sadece birini uydurduk) Disney World de burada ve plajlarımız da, yani bütün ailenizi getirin."

Kaynak: Forbes

sosyal medyacılar, dünya size rahat

“Bu çok sıkıcı… İşin açıkçası, tüm internet erişimini istedikleri zaman kesebiliyorlar. İki internetli bir dünyaya doğru gidiyoruz.” Çin’de yaşayan bir internet uzmanı, Bill Bishop, ülkenin internet politikası hakkında böyle diyor.

Fena olan, bu konuda Türkiye’yi Çin’le karşılaştırabilmemiz. Aynen öyle işte. Burası da iki internetli bir ülke… Sistem istediği zaman istediği kadarını kesiyor. Üç hafta geçti, bloglara erişim halen sağlanmadı. Millet yasağın köşesinden dolaşmak için, sinsi sinsi internet ayarlarını değiştiriyor. Bu mudur özgür bilgi akışı?

Daha fenası artık kimsenin bu konuyu sallamaması. "Bloguma dokunma" grubunu kuranlar, "yahu bu işin akıbeti ne oldu" diye sızlanıp duruyor. Haklılar. Gazetede haber yok, televizyonda yayın yok. Dünyanın en kolay şeyi, kartvizite “yeni medya” ya da “sosyal medya” diye yazmak. Ama böyle yazdın mı da, elini taşın altına sokacaksın. Yasak konusunda da haber takibi yapmayacaksanız, sadece facebook, twitter geyiğinizi mi dinleyeceğiz sizin? Bu kadar rahat bir iş mi gazeteci olmak?

asker arkadaşım george


İki sene evveldi. Sudan’da işler iyice kızışmışken George Clooney de, adeti olduğu üzere, bölgedeydi. Bir yandan Devlet Başkanı El Beşir’e sövüp sayıyor bir yandan da BM’ye direktifler yağdırıyordu. Şaka yapmıyorum, o günlerde Clooney güçlü bir herifti.

Dergide oturuyorduk; dedik ki Clooney’le konuşalım; hatta daha iyisi bizim için bir makale yazsın. İşi ne!

İhale bana kaldı. Ajansının numarasını buldum. Yazıştık çiziştik bir iki gün; sonra asistanına ulaştım. Nemrutluğu hattın öbür ucundan kulağıma damlayan bir kadındı; geçit vermiyordu. Aramızda cereyan eden diyalogu Erzurumlu Emrah misali aktarmak isterim:

dedim George Clooney dedi Sudan’da,
dedim telefonu dedi yanında,
dedim dönecek mi dedi haftaya
dedim bize yazsın söyledi yok yok

Burada Cem Karaca misali gönülden bir “yok yok yok” patlattığımı hayal edin. Olmadı. “Sonra ulaştım da, konuştuk da” diyebildiğim bir hikâye değil, bir başarısızlık hikâyesi… Benimkiler de böyle, ne yapalım?

Hatırlamamın sebebine gelince… Geçenlerde şu yukarıdaki fotoğrafa rastladım. Clooney Efendi, New York Times’ın dünyanın en kahırlı yerlerini dere tepe dolaşan yazarı Nick Kristof’la Sudan’da… Üstelik pek bir asker arkadaşı havasında... Salaş tepeş, sarmaş dolaş, pek bir ulaşılabilir duruyor. Fotoğrafı görünce “”biraz daha zorlasaydım keşke” dedim.

Ha bu arada, hakkını yemeyelim; Clooney, BM helikopteriyle gelip, iki saat çocukların başını okşadıktan sonra geri dönen iyiniyet elçileri gibi değildi. Sudan’da çok zaman geçirdi. Sıtmaya yakalandı.

diktatörün uyduruk sanatı



Bir diktatörün oğluysanız şu boktan resimleri yapıp, insan içine hiç de utanmadan çıkarmaya hakkınız vardır. Seyfülislam Kaddafi yarı zamanlı uğraştığı doktora ve isyan bastırma işlerine bazen ara verip sanata da yoğunlaşıyormuş meğer. Fotoğraflar resimlerin sergilendiği Moskova ve Sao Paolo’dan…

Şu yorum da Guardian’dan… 2002’de Londra Kensington Gardens’a deve yüküyle para dökülüp bu işler sergilendiğinde kaleme alınmış: “Albay Kaddafi’nin oğlu işbilir bir kültürel elçi olabilir belki ama resimde yetenekli bir amatör bile sayılmaz; teknik yetersizliği duygusallığını bile aşıyor.”

Yahu, insan utanır. Bu nasıl bir özgüvenmiş kardeşim.

Kaynak: FP Passport




suşi önemli


Elif Key, bu hafta sonu Habertürk Pazar’da şunları yazmıştı:

“Japonya beni bitirdi. Zira kendi kendime vardığım sonuca göre; bu, dünyanın aldığı son virajdı ve viraja çok sert girildi. Bizi daha iyi günler beklemiyor. Ben belki hayatımda Tokyo'yu görmeyeceğim ama şehrin batışına şahit olmam sadece bir zap uzaklığında. Elimde değil, kendimi alamıyorum onları düşünmekten... Bir ulus bunca yıldır buna mı hazırlandı, bunun için mi terbiye etti kendini? Neden ve nasıl hâlâ kibarlıklarını bozmuyorlar? Şehirde bir tek korna sesinin bile duyulmamasının altında nasıl bir terbiye yatıyor? O yaşlı kadın, ayağı kırıldığı için evine gelen sağlık görevlilerinden "Sizi de rahatsız ettim evladım" diyerek neden özür diliyor? Bunları çözemiyorum. Japonya'yı takip ettikçe insanlığımdan utanıyorum. Bıraksanız beni, sabahtan akşama kadar BBC'ye bakarım. Bizim kanallarımıza da tahammül edemiyorum. Sabah dövüşüp, öğlen öpüşüp, akşamına saçmalamakta üstümüze yok! Ülkenin kanallarına kanal tedavisi lazım.”

Elif, ve birkaç kişi daha belki, düşünmeye devam ediyordur ama dünya meseleyi unuttu çoktan. Herkes kendi memleketinin dertleriyle dertli. Normal mi?

Dünya gündeminden işi gereği kaçamayan biri, BBC yöneticisi Fran Unsworth, dün şöyle diyordu: “Kariyerim boyunca, dünyanın her tarafında aynı anda bu kadar çok büyük haber geliştiğini anımsamıyorum.”

Bu kadar çok olunca insanın taksimetreyi sıfırlayası geliyor. Ama hemen de yapılmaz ki… Biz yapıyoruz. Küreselleşme ağır geldi belki.

Japonya’daki iş bitmedi. Japonlar, Elif’in de yazdığı gibi hakikaten seslerini çıkartmıyor. Yöneticisi ayıp kapatmak için, halkı dünyaya yük olmamak için susuyor. Medya da oraya bakmıyor artık.

Tabii iş suşiye gelince değişiyor. Suşi önemli bir şey.

New Yorker’ın bu haftaki kapağı Christoph Niemann imzalı.

iyi geceler, iyi şanslar...



Bugün zihniyet olarak gelip önünde durduğumuz eşik budur. Bilenler yukarıda yazanların ne anlama geldiğini zaten biliyor; bilmeyenler de, öyle görünüyor ki, yakında öğrenecek. Eşiğin üzerinden geçmemek için, herkese iyi geceler, iyi şanslar…

başka kimse kalmadı



Yaşı en azından otuzuna gelmemiş okur için, Liberation’un bugünkü ön sayfasını anlamak zor. Ciddiyetiyle bilinen Fransız gazete, ortada Libya ve Japonya meseleleri dururken neden Elizabeth Taylor’un ölümüne bütün bir kapağını ayırdı? Bu aslında gazete yöneticilerinin yaş gruplarıyla ilgili bir konu. Hani "bir dönem kapandı" klişesi vardır ya, tam da öyle oldu. Yaşı bugün altmış civarında dolanan gazetecilerin bildiği son büyük oyuncu da dün öldü.

Bizim kuşağın pek idrak edebildiği bir durum değil. Biz, Elizabeth Taylor’u “Michael Jackson’un kankası” eski oyuncu diye biliriz. Tabii bir de menekşe gözlü kadın olarak. Oyun gücünden de, bizden yaşlı sinemaseverlere ne anlam ifade ettiğinden de haberimiz yoktur. Liberation’un bugünkü sayısı işte bu yüzden önemli. Çünkü bu manşeti hazırlayan kuşağın, eski büyüklerden kimsesi kalmadı artık. Yapabilecekleri son saygı duruşunu da bugün yaptılar.

Şöyle örnek vereyim. USA Today, “daha büyük bir oyuncu yoktu” diye manşet atmış, Daily Mail “tanrıça öldü” diyor. New York Times kimselere layık görmediği iki koca sayfasını ölüm yazısına ayırmış. New York Post, dile kolay, tam 10 sayfa görmüş haberi…

Bir ipucu: Bizdeki haberlerin ne kadar büyük olduğuna bakarak, gazetedeki etkin yaş grubunu çıkartabilirsiniz.

evet mi, hayır mı, söyle bana nedir senin cevabın?



Anket hazırlamak, gazeteciliğin en sıkıcı işlerinden biri. Daha da sıkıcısı, bir anlam ifade ediyor iddiasıyla bu anketin sonuçlarını yayımlamak. Ne sorarsan sor, ya yeterince oy gelmez, ya da birtakım tarafgir okurlar defalarca oy kullanır. Her şey düzgün yürüdü diyelim, sonuçların kimi temsil ettiğini söyleyebilir misiniz? Kısacası, bir halta yaramaz anketler. Düzelteyim, bir halta yarar: Aylak okurun ilgisini diri tutar. Newsweek Türkiye’de bu hataya düşüyorduk, ileride yine düşeriz, biliyorum.

Anketlere gıcık olan İngiliz tabloid Daily Mail arada bir okurlarına tuzak kuruyor. Yukarıda da tuzaklardan biri var. Çocukların kendi televizyonuna sahip olabilecekleri en küçük yaş ne kadar küçüktür? Evet! Hayır! Cevap verenlerin yüzde 73’ü evet demiş.

Daha güzeli aşağıda. Aklınızla mı güzelliğinizle mi tanınmak istersiniz? Aynı tuzak. Millet yine oyunu kullanmış. Okur da belki dalga geçiyordur demeyin. Sakın! Bir şey biliyoruz da söylüyoruz…

Kaynak: The Media Blog

bu da mı gol değil?


Üç gün evvel, gazeteler savaş konusunda çok gayretkeş diye yazmıştım. Bir operasyon olmaya görsün, ön sayfaları hemen füzeler, bombalar, uçaklar kaplıyor. Kaddafi güçlerini hedef alan Şafak Yolculuğu harekâtı da aynı minval üzere sürüp gidiyor.

Yalnız bir sorun var. İspanyol gazeteleri de diğer Avrupalılar gibi savaş çığlıkları atarken, Zapatero’nun dünkü sözleri kılçık gibi battı boğazlarına. Pardon, savaşta değiliz, anlamına gelen ifadeler kullandı başbakan. Operasyon ayrı, savaş ayrı hesabı…

Tam da üniformaları çekmiş, botları bağlamışken yapılır mı bu şimdi? Madrid’li gazete La Razon da çok bozulmuş; ön sayfasını savaş kanıtına ayırmış. Mesele şu: Savaş gemisi hazır mı? Hazır. Asker var mı? Var. Yavuklusu gelmiş mi? Gelmiş. Öpüşüyorlar mı? Hem de nasıl… E şimdi savaş değilse nedir bu?

Savaş medya için bir çocukluk hastalığı herhalde. Sağlamasını bizim gazetelerde de yapabilirsiniz.

amsterdam'da pek sidikli bir dükkân




Amsterdam neşeli bir şehir. Güneş yüzünü günler sonra gösterdiğinde daha da neşelendi, hatta zıpırlaştı. Böyle günlerde şapkasından tavşan çıkarıyor. Kanallar üzerinde Totaliter Sanat Galerisi gibi dükkânlar keşfedebiliyorsunuz.

Ama Amsterdam’ın, en uyduruk caddesi Kalverstraat’ta (alışverişe indirgenmiş bir İstiklal Caddesi olarak okuyun) bile bize bir sürpriz hazırlayacağını tahmin etmezdim...

Bir dükkan kapısında temiz beyaz önlüğüyle pek heyecanlı bir abi… Buralardaki adetin tersine çığırtkanlık yapıyor. Sesini de duyuruyor doğrusu; gelip geçen herkes vitrinine bakıyor dükkânın. Ne satıyor peki? Eh, biz de bunu merak etmiştik işte.

Biraz bakınınca mesele aydınlandı. Meğer ki pratik Hollandalılar’dan dünyaya bir hediyeymiş. Tuvalet dükkanı, 2theloo. Temiz, ferah bir mekânda hacet giderme imkânı sağlıyor. Üstüne bir de kola, gazoz, mendil, sakız vs. gibi bir şeyler isterseniz, büfesinde hazır. Üstelik tuvalete girene indirimli. Yok, ben illa da gereksiz bir şey alırım, banyo süsü, süt kupası var mı, diyorsanız, onlar da mevcut. Diyen yok mu sanki? Olmaz mı?

Sonuç: Denedik, iş görüyor. Günahı bir euro. Biraz nette de araştırdım: Amsterdam’dan dünyaya açılacağız diyor mekânın sahipleri. Hazır İstiklâl’in içine ediliyorken, böyle bir konsept İstanbul’da da tutar.

ne ara girdik biz bu savaşa?



280 küsur gündür hükümetsiz yönetilen Belçika da, Libya’ya yapılan operasyona katıldı. İyi de, ortada hükümet yokken savaşa kim girdi? Parlamentoda bir toplantı yapılmış; 126 parlamentodan 125’i oluru vermiş. “Sürreel bir karar” diyor memleketin gazetesi De Standaard. “Demek ki ortada işleyen bir mekanizma varmış. Kendi ülkesinde hükümet kuramayan ama Libya hakkında ortak görüşü olan bir mekanizma.”

Bana sorarsanız, Belçika’nın zaten hükümete ihtiyacı yok. 280 gündür bir şey fark etmedi, bundan sonra da etmez. Yalnız Belçikalılar da bunu anladıklarında fena içerleyecekler. Bu ülkeye de ihtiyacımız yokmuş madem, diyip, bölünürler o vakit.

bana çek göndermeyin


New York Times Reklam Şefi Denise Warren anlatıyor: "Bazı okurlar bize kendiliğinden çek yolluyor. Mesela Kanada’da bir kadın iki defa 50 dolarlık çek gönderdi. Gazeteciliğimizden neden bedava yararlandığını anlamıyormuş. Her defasında, çekini kabul edemeyeceğimi söyledim.”

Bu New York Times internet sitesinin ücretli aboneliğe geçme ilânından önceydi tabii. Artık toplayabildiklerince toplayacaklar çekleri. Mart’ın 27’sinden sonra site ücretli oluyor.

O kadını onursal abone yapmazsa çok büyük günaha girer New York Times. Web hizmeti bir kenara, yaşadığı sürece, yaptıkları bütün gazeteleri ayağına sermeliler. Gazetenin, gazetecinin emeğine daha nasıl saygı gösterebilir bir okur?

Bizde ne kadar gazeteci farkında bilmem ama çok büyük bir deney başlıyor dünya basınında. nytimes.com, şu anda, ayda 30 milyon ziyaretçisiyle, küresel ölçekte en çok itibar edilen gazete sitesi. Gözlerini kararttılar. Sonuçlarından hepimiz etkileneceğiz.

ben bir süre eve gelemeyeceğim...


Fukuşima nükleer santralindeki ilk patlamadan sonra, arkadaşlarla Japon mühendis ve teknisyenlerin reaktörlere girip girmeyeceğini konuştuk. Hayatlarını hiçe sayıp gireceklerini düşünüyorduk. Nitekim öyle de yaptılar. Günlerdir birbiri ardına patlayan reaktörleri tamir etmek için uğraşıyorlar.

Aynısı Avrupa’da, mesela Fransa, Almanya veya Hollanda’da yaşansa bu kadar gözü kara biçimde müdahale edilir miydi peki? Bu defa cevabımız hayırdı. Avrupa’da, hiçbir işçinin, can güvenliğini göz ardı edip o santrale dalmayacağını konuştuk. Ne olurdu, nasıl durdurulurdu? Meçhul…

Şimdi dünya basını, santraldeki radyasyon sızıntısını ve olası erimeyi önlemeye çalışan kahraman Japonlar’ı konuşuyor. Kimisi kamikaze kültürü diyor, kimisi Japonlar’a özgü bir adanmışlık diye adlandırıyor… Ama şurası kesin ki, bu adamların hepsi geri dönüşü olmayan bir yola bile bile girdiler. Hiçbir Holywood filminde bu denli sert bir seçim yapılmıyor.

Basın onlara Fukuşima 50’si adını taktı. Aslında 200 civarındalar. Radyasyonun en yoğun olduğu kısma 50’li rotasyonlarla giriyorlar. Bir santral işçisinin kariyeri boyunca maruz kalacağı radyasyonun kat be katıyla sadece bir saat içinde karşılaşıyorlar. Çoğunun gönüllü olduğu söyleniyor. İsimleri yok. Japon hükümeti kimlikleri açıklamıyor; kendini rahatlatacak başka işlerle uğraşıyor. Mesela onlar çalışabilsin diye bir işçinin çalışırken maruz kalabileceği söylenen makul radyasyon seviyesini yükselttiler. Makul radyasyon diye bir şey elbette yok; ama hükümetin bile kendini inandırması gerekiyor herhalde.

Independent gazetesi geçenlerde bu işçilerden birinin evine gönderdiği mesajı yayımladı: “Lütfen kendinize iyi bakın; ben bir süre gelemeyeceğim.” Hepsi bu kadar… Aynı gazetede bir işçinin kızının twitter mesajı da yer alıyordu: “Babam santrale gitti. Annemin bu kadar ağladığını hiç görmemiştim. Santraldekiler hayatlarını sizin için feda ediyor. Baba, lütfen eve sağ salim gel.”

Onları Şilili 33 madenciye benzetenler var. Ama Independent bu benzetmenin yersiz olduğunu söylüyor. “Şili’de bir ulus kapana kısılmış insanların canı için dua etmişti; şimdi bir ulus kapana kısılmış insanların ulusun canını kurtarması için dua ediyor…” Sonuna kadar haklı bir analiz.

Winston Churchill’in bir zamanlar şöyle dediğini de hatırlatıyor Independent: “Bu kadar çok insanın bu kadar az kişiye borçlu olduğu bir durum hiç olmamıştı.”

Bugüne kadar 31 kişi santralde hayatını kaybetti.


Fotoğraf: Çernobil’de hayatını kaybeden işçilerin anısına yapılan heykel. Bu işçilere sağlık riskinin yeterince anlatılmadığını da not edelim.

mesajınız var!



Savaş başladı. Beşli koalisyon Libya'ya bomba yağdırıyor. Savaş uçakları, bombalar, füzeler yıllar sonra yine gazetelerin ön sayfalarında. Ne kadar eleştirse de, basın aslında bugünleri seviyor. Gökten yağan ateşi, Batı'nın üstünlük işareti olarak kullanıyor.

En bilinen analiz işe hâlâ yarıyor. Ne demişti Marshall McLuhan: Araç, mesajın kendisidir.





kurosawa'nın nükleer cehennemi



Sanat yine hayatın ötesinde... Japon yönetmen Akira Kurosawa, 1990 yapımı Düşler'de nükleer belasını da anlatmıştı. Filmde, Fuji Dağı'nın eteğindeki santralin altı reaktörü birden patlıyor. Patlamalar sonrası cehenneme dönen okyanus kıyısında, hiçbir yere kaçamayan üç kişi (iki de çocuk) aralarında konuşuyorlar.

Eteğinde iki çocukla, kadın, ağlamaklı: Nükleer santral güvenli, dediler. Sorun insanda, insan hatası olmazsa, hiç sorun yaşanmaz dediler. Ne yalancılarmış!

Kurosawa, Hiroşima'yı görmüştü tabii. Nükleer enerjiyi kullanan ülkesine de bu yüzden çok kızgındı. O çaresiz insanları "yalancılar" diye haykırtması boşuna değil. Ama yalana devam! Orada da, burada da.

japon çocuklara kötü masallar



Japonya'da anne baba olmak ne zordur şimdi. Çocukları, saklasalar da herkesin yüzünden okunan korkunun, paniğin nedenini öğrenmek için soruyordur da soruyordur. Ne anlatacaksın? Nükleer santral desen, atom enerjisi desen ne fayda.

Onca derdin arasında bu problemi de çözmek için bazı hayır sahipleri oturmuş aşağıdaki videoyu üretmiş. Fukuşima'da neler olup bittiği bir çocuğa ne kadar anlatılabilirse, o kadar anlatmayı başarmışlar. Hem özetlemişler, hem de umut vermişler. Üstelik en kötü senaryoyu açıklamayı da ihmal etmemişler. Kısacası, evladım, santral gaz kaçırıyor, aman altına yapmasın, bezinden de akıtmasın, diyorlar. İşte o zaman, Fukuşima'da yaşayanlara çok yazık olacak, diye şimdiden söylüyorlar. Riski anlatıyorlar.

Bize şu kadarcığını bile anlatmıyorlar, hesap edin gerisini.

başbakana göndermek istediğim gazeteler



Malum, Başbakan gazete okumuyor. Danışmanları gazetelerde yazılıp çizilenleri özetliyor ve ona rapor halinde sunuyor. Acaba diyorum, hepimizin yaptığı gibi, belki bir sabah kahvesi eşliğinde sayfaları çevire çevire, hakkını vere vere gazetesini okusaydı Başbakan, nükleer enerji hakkında daha ihtiyatlı konuşur muydu? Hatta fikirleri değişir miydi?

Bugünlerde Türkiye basınında, İbrahim Tatlıses'in vurulması deprem ve nükleer krizin önüne geçtiği için fikri muhtemelen değişmeyecekti. Ama şu gazeteleri bir görseydi... Okumasına da gerek yok. Ön sayfalarına baksa yeter.






tüp ama deney tüpü


Nükleer projelerin rafa kaldırılmamasını savunan bir Çek gazetesi, Hospodarske Noviny dün şunları yazmak zorunda kaldı:

“Alman hükümeti ülkedeki santrallerin çalışma süresini uzatma yönündeki kararını askıya aldığını açıkladı. Avusturya, Avrupa’daki bütün nükleer santrallerin stres testine tabi tutulmasını istiyor. Uzmanlar bu hafta Brüksel’de buluşacak. Amerika’da bile yeni filizlenen nükleer rönesans kaynağında kuruyor. Japonya, ileride bir gün kurbanlarının kesin sayısını da bu işin ekonomik etkilerini de açıklayacak ama nükleer enerjiye yönelik bu dramatik karşı çıkış sayılara indirgenemez. Nükleer enerji kullanan toplumların psikolojisi atomun kendisi kadar kararsız. Tek gereken bir nöronluk belirsizlik; ondan sonra korku ile şüphenin zincirleme reaksiyonunun önü artık alınamaz.”

Nükleerciler bile durup bir defa daha düşünüyor; toplumun psikolojisinin karşısında durulmaması gerektiğini anlıyor. Bizdeyse nükleeri savunanlar, hem de en üst düzeyde şöyle söylüyor: “Riski olmayan yatırım yoktur, o zaman evinize tüp de koymamanız gerekir.”

Tüp… Japonya yanarken tek karşı argüman tüpse, durum gerçekten vahim demektir. O yatırımın riski gerçekleştiğinde, “tüp patladı, böyle oldu” demek yetmeyecek çünkü.

Deney tüpü değil bu ülke.

fukuşima, 12 mart, 15:36


Enerji Bakanı Taner Yıldız, depremden sonra şu yönde bir açıklama yaptı: "Japonya kendini depremde test etti ve başarılı oldu; Türkiye'deki nükleer santral projeleri devam edecek."

Hiç boşa konuşmasın. Japonlar bile kendi santrallerine Bakan Yıldız kadar güvenmiyor. Avrupa basını nükleer santrallerin ipini çekmek için devrede. Zaten Alman dergisi Der Spiegel de bugünkü kapağıyla son noktayı koydu. Dergi kapaktan "Das ende des Atomzeitalters" diyor. Yani, atom çağının sonu. Fukuşima'da. 12 Mart 2011'de. Saat 15.36'da.

Taner Yıldız bu tarihi ezberlesin ve gerçekten halkın zamanından çalmasın. Bu iş bitti artık.

tahliyenin vicdanı



Kapılar artık gerçekten kapandı. Libya’da vatandaşı bulunan ülkeler tahliye işlemlerini neredeyse bitirdi. Çin 32 bin, Türkiye 19 bin vatandaşını memleketlerine götürdü. Brezilya 3 bin, İtalya bin beş yüz kişiyi tahliye etti. Yunanistan, Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin orada zaten pek kimi kimsesi yoktu; olanı getirdiler. İngiltere, basınının isterik çığlıkları eşliğinde yaklaşık beş yüz vatandaşı için çölde askeri operasyon yaptı. Geciktiler ama sonuç aldılar.

Yani artık kurtaracak kimse kalmadı. En fakirleri saymazsanız… Burkina Fasolu, Ganalı, Malili, Nijeryalı, Vietnamlı, Bangladeşli, Taylandlı petrol işçileri kapanan kapıların ardında bekleşip duruyorlar. Hükümetleri dahil, onların canını umursayan kimse yok. Zaten hükümetlerinin elinden de pek bir şey gelmiyor. Trablus’taki Gana büyükelçisi “ne yapacağını bilmediğini” söyledi mesela. Uluslararası Göç Organizasyonu bu durumda bir buçuk milyon işçinin olduğunu duyurdu.

International Herald Tribune, hemen hepsi erkek olan bu işçilerin perişan durumda olduklarını yazdı. Bir uçak veya feribotun kendilerini alacağı ümidini çoktan yitirmişler. Bir arada durmaya, geceleri Mısır ya da Tunus sınırına ilerlemeye çalışıyorlar. Ellerinde avuçlarında olan da çalınıyor. Dahası, siyah Afrikalılar, Libyalıların yine siyah paralı askerlere yönelik öfkesi sonucu, mermilerin ve bıçakların hedefinde.

Petrol firması yöneticileri bu adamları o büyük hapishanenin içinde savunmasız bırakarak tabanları yağladı. Herald Tribune, geride kalanları düşünmeden kaçanların çoğunun Türk firmaları olduğunu yazmıştı. Bugünkü haberinde Türkiye’nin gönderdiği feribotların 2530 yabancıyı da taşıdığını söyleyerek, suçlamayı biraz hafiflettiler. Ankara’dan bir tanıdığım, bazı Türklerin, işçilerini de tahliye etmek için kendisinden torpil istediğini söylüyor. "Yöneticiler de çaresiz," diyor.

Her halükarda bizim basın bu işlere hiç girmedi. Kendi vatandaşlarının derdindeki diğer ülkelerin basını da yanaşmıyor.

İşçilerin nispeten şanslı olanları bugün Tunus ve Mısır sınırına yığılmış durumda. Sınırlardan her gün on beş bin kişi kaçıyor ve elbette Tunus’un, Mısır’ın dertleri kendilerine yeten yetkilileri de onları istemiyor.

Tahliye ederken de biraz vicdan lazım, değil mi? Petrol firmalarını geçtim ama vicdan, gözü kendi vatandaşlarından başkasını görmeyen gazetelere de lazım. Petrol fiyatlarının yükseldiğini yazmak kolay, o petrolü çıkartanların durumunu da yazın. Hiç zor değil.

mutsuz bir lider için isim çalışması



Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bu günlerde diye söylenip durulur ya, o günün bugün olacağı aklıma gelmezdi. Kim ne derse desin, Türkiye basını Libya meselesinden birlik ve beraberlik içinde çıktı. En azından telaffuz açısından...

Yorumlar farklıydı ama hiç kimse Libya'nın başı dertte liderine 'Kaddafi'den başka bir isimle seslenmedi. Beri yandan, yabancı basını okurken telaffuz bolluğundan başım döndü. Ama bu konuda kimse Hollandalılar'ın yanına yaklaşamaz. Hollanda basınında her gazete Libya liderinin ismini kafasına göre yazdı. Kendi isimlerini telaffuz ederken bile kafaları karışıyor, belki ondandır.

Kaddafi listesine buyurun:

Trouw: Kadafi (Trouw'un sade dizaynına bu basit söyleyiş yakışırdı zaten)
De Telegraaf: Gadaffi (Egzotik bir yaklaşım, gazetenin hiçbir şeyden anlamayan çizgisine yakışıyor)
Metro: Kaddafi (Kesin bir Türk çalışıyor orada)
Algemeen Dagblad: Khadaffi (en zoru bu, bu söyleyişe nasıl ulaştılar, çok merak ediyorum)
Volkskrant: Kadhafi (bunu hiç bir Hollandalı telaffuz edemez, fazla entelektüel olmak tam da böyle bir şey, Volkkrant'ın kendisi gibi)

centilmenlerin sporu



Çok garip bir turnuva oluyor. Melbourne’de devam eden Avustralya Açık’ta önce erkekler tenisinin bir numarası İspanyol Rafael Nadal, bugün de iki numara İsviçreli Roger Federer elendi. Nadal, hemşerisi David Ferrer’e kaybettiği maçın daha başında sakatlanmıştı. Federer sakat değildi ama üç numara Sırp Novak Djokovic’e yine de dayanamadı.

Teniste gelenektir; kazananlar da kaybedenler de rakiplerini genelde över. Kazanan için sorun yok elbette ama kaybetmişken bunu yapmak sıkıntı verici olmalı. Belki bazılarına riyakârca bile geliyordur.

Hep kazanmaya alışmış Federer ve Nadal da bu geleneğin dışına çıkmadı, rakiplerinin oyununa övgüler düzdüler. Ama tenis oyuncularının gerçekten ne kadar sportmen olduğunu anlamak için Nadal’ın dünkü basın toplantısına kulak kabartabiliriz. Sürekli sakatlığıyla ilgili soru soran gazetecilere cevaben Nadal, bu konudan bahsederek Ferrer’in zaferini gölgelemek istemediğini söylüyordu.

Yani... Hakemler kötüydü, hava yağmurluydu, top beni sevmedi, canım sıkkındı, bacağım ağrıyordu değil: O benden daha iyi olduğu için kaybettim.


Fotoğrafta Nadal ve Ferrer yan yana

çin'in altın çiçekleri


İki gün önceki post’ta kadınlar tenisinin bir numarası Wozniacki’nin (artık “eski ve kısa ömürlü bir numarası” diyebiliriz herhalde), kendisini sıkıcı olmakla, basın toplantılarında hep aynı cevapları vermekle eleştiren medyaya sıkı bir ders verdiğini yazmıştım.

Ama medya öcünü bir şekilde alıyor işte. Basın toplantısında kaybettiği maçı kortta kazanıyor, üstelik profesyonel bir tenisçi, Çinli Li Na vasıtasıyla. Avustralya Açık’ın çeyrek finalinde turnuvanın en şeker sporcusu Alman Andrea Petkoviç’i eleyen Na, bugünkü yarı final maçında Wozniacki’yi mağlup etti ve finale çıktı. Şimdi şampiyonluğa çok yakın oysa yedi sene evvel henüz 22 yaşındayken, üst üste aldığı başarısız sonuçlardan sıkılıp şansını üniversitede denemeye karar vermiş, bölüm olarak da “medya çalışmaları”nı seçmişti. Çinli sporcu, iki sene medya üzerine dersler aldı. Sonra tenise geri dönmeye karar verdi.

Bugün de çıkıp Wozniacki’yi dize getirdi. Çok büyük sürpriz sayılmaz. Ekonomiden sonra sporda da dünya çapında başarılar yaşamak isteyen Çin ondan ve kuşak arkadaşları Zheng Jie ile Peng Shuai’den çok şey bekliyordu; bugünlere gelebilmeleri için epey çaba sarf edildi. Memleketlerinde onlara “altın çiçekler” deniyor. Çin, şimdi bir altın çiçeğinin ilk Grand Slam şampiyonluğunu görmeyi bekliyor.

Belki o zaman tenis dünyasındaki trendler de değişebilir. Çin bu başarının sürekliliği uğruna çok para harcayacaktır.

kendini yakmak


Yıllar evvel Aktüel Dergisi'nde çalışırken, yayın direktörümüz Alev Abi (Er), 1980’lerin başında Hürriyet’te çıktığını düşündüğü bir haberi bulmam için beni Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi’ne gönderdi. Haber protesto için kendini yakan biriyle ilgiliydi. Alev Abi’nin hafızası aslında iyidir ama maalesef haberin tam tarihini bir türlü hatırlamıyordu. Darbe sonrasıydı tamam, ama gerisi belirsiz… Bu belirsizlik benden kesin sonuç istemediği anlamına da gelmiyordu! Çaresiz, kütüphanenin yolunu tuttum. Günlerce eşelenerek Hürriyet’in 1985’e kadarki bütün nüshalarını taradım. Her günkü ziyaretçilerin arasında yazar Necati Tosuner’i hatırlarım. O da o sırada sabırla gazete tarıyordu.

Alev Abi’nin tarif ettiği vakayı bulamadım. Bir umut, başka gazetelere bile bakmıştım; ama çıkmadı işte (bir küçük not: Alev Abi’ye rapor verdiğimde “belki de yanlış hatırladım” demişti sadece.) Beri yandan birçok başka vakaya rastladım. Seksenlerin başında, öyle görünüyor ki, kendini yakma salgını vardı. Fakirliğe, ayrımcılığa, hayatın bin türlü başka derdine isyan eden gariban insanlar son paralarıyla bir bidon gaz alıp kendilerini ateşe veriyorlardı. İntiharın veya protestonun türlü yolu var; ama olabilecek en acılısını seçiyorlardı işte. Belki de ateşle dağlanan vücutlarını kesin ve nihai bir uyarı aracı olarak kullanmak istiyorlardı.

Bugünlerde böylesi pek yaşanmıyor; Türkiye kendini ateşe veren acılı vatandaşlarını unuttu. Ama Kuzey Afrika’da, Tunus’ta başlayan ve dün nihayet Mısır’da da alevlenen devrim salgınına bakarsak, bu sert uyarı oralarda hortladı. Tunus’taki ayaklanma, polisten dayak yiyen 26 yaşındaki bir işportacının, Muhammed Bouaziz’in kendini yakmasıyla başlamıştı. İlerleyen günlerde Cezayir’de dört kişi daha aynısını yaptı. Mısır ve Moritanya’da da benzer vakalar görüldü.

Dün Kahire’de Tahrir Meydanı’nda polis, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in görevi bırakmasını isteyen göstericilerin üzerine ateş açtı. Gazeteciler, meydanda toplanan insanların “Kaybedecek bir şeyimiz yok, biz buraya ölmeye geldik” dediklerini aktarıyordu. Sonra olaylar başladı. Kan döküldü.

Adam kendini yakıyor; sen üzerine ateş açsan ne olur? Daha fazla acı verebilir misin ki?

PS: Kütüphane fareliğime bir süre sonra yine Aktüel'den Burcu'nun (Ünal) da eşlik ettiğini atlamışım. Düzeltir, özür dileriz :) Yalnız onun hatırladığının aksine vaka 1986'da da çıkmadı. Hiçbir yerden çıkmadı!

wozniacki'den medya dersleri


Kadınlar tenisinin 1 numarası… Avustralya Açık’ta bugün Francesca Schiavone’yi mağlup ederek yarı finale yükseldi. Şimdi yoluna devam ediyor. Polonya asıllı Danimarkalı Caroline Wozniacki Melbourne’den belki zaferle dönmeyebilir ama enteresan anılarla döneceği kesin.

Wozniacki 1 numara ama henüz bir Grand Slam kazanmış değil. Kadınlar tenisinde son yıllarda, erkeklerdeki Federer veya Nadal gibi kupalara ambargo koyan efsane isimler çıkmadığından sıralama sürekli değişiyor. Türk Hava Yolları’nın yeni yüzü Wozniacki, büyük başarılara imza atmasa da, 2010’da nispeten ufak birçok turnuvada kupayı eve götürdüğü için en üst basamağa çıkabildi. Henüz 20 yaşında, muhtemelen eksiklerini tamamlayacaktır ama ukala tenis muhabirleri Wozniacki’yi fena halde dillerine dolamış durumda. Birinciliğinin ispata muhtaç olduğunu düşünüyorlar. Ha, bir de genç kadını çok sıkıcı buluyorlar. Basın toplantılarında hep aynı cevapları tekrarlayıp duruyormuş.

Söz söylüyorsan sonucuna katlanacaksın. Danimarkalı’nın, burunlarından kıl aldırmayan gazetecilere cevabı ağır oldu. Wozniacki, geçen hafta üçüncü turda Slovak Dominika Cibulkova’yı eledikten sonra, basın toplantısına elinde bir not defteriyle geldi. Önce etrafa sakin sakin bir göz gezdirdi: “Diyorsunuz ki, basın toplantılarım sıkıcı geçiyormuş; hep aynı cevabı veriyormuşum.” Ardından da şunları söyledi: “Hep aynı sıkıcı soruları sorduğunuzdan olmasın sakın.”

Sonrasında soru almadı. Kendisi sordu kendisi yanıtladı. Not defterine bakarak uzun bir söylev çekti. Kendisine sordukları şunlar: “Önümüzdeki maçlarda taktiğin nedir? Bir numara olmayı hak ediyor musun? Raketinden memnun musun?”

Sıkıysa şimdi sorsunlar, diye düşünüyor insan. Ama gazeteciler seti kaybettiler diye maçı vermek niyetinde değildi. Bu yüzden başka sorularla geldiler. Taraftarı olduğu Liverpool’un yeni teknik direktör Kenny Dalglish’le yürüyüp yürümeyeceğini ya da piyanodaki meziyetlerini sordular. Ha, bir de küresel ısınma hakkında ne düşünüyordu acaba?

“Ben biraz fazla uçuyorum, bu da pek iyi bir şey değil. Çok benzin kullanmayan arabalar yapsınlar. Ya da elektrikli arabalar. Bu işe yarardı. Arabaya bineceğinize, otobüsleri, trenleri kullanın. İşte böyle bir iki küçük şey… Bir de duş alırken, orada yarım saat kalmayın. İki dakika yeter, kızlar için bile.”

Bence set de maç da Wozniacki’nin.


Daha fazla ayrıntı için buraya

şapkanın içi kadar karanlık


İstanbul gibi aydınlık bir şehirden sonra Amsterdam’da yaşamanın tuhaf yanları var. Sabah sekiz gibi uyandığımızda havanın halen karanlık olmasına alışamadım örneğin. Şafak geç söküyor, akşam erken iniyor burada. Işığın azlığı, İstanbul’dakinden çok farklı bir yaşam dayatıyor.

Civarda bir kafeye çöküp günün ilk gazetesine elimi attığımda, bisikletlerinin üzerinde yaşayan Amsterdam halkı, usul usul dağılan karanlığın içinde, çoktan işlerinin yolunu tutmuş oluyor. Kuzeyin diğer insanları gibi, karanlığa alışkınlar elbette; hatta onunla bir tür barış içindeler.

Onlar nihayet işlerine vardıklarında, günün gazete okumaktan ibaret ilk ayinini kaçırmak istemeyen ben, bir fincan kahve eşliğinde, sonu gelmez hikâyelerin içine dalıp gidiyorum. Üstelik bu işsiz günlerimde, aklıma esen her hikâyeyi didiklemek için bol bol vaktim de var. Öyle yapıyorum. Ama Hollandaca’yla aramız henüz limoni olduğundan, genelde İngilizce gazeteleri tarıyorum. Okudukça, ister istemez yabancı matbuat ile memleket gazetelerini de kıyaslıyorum. Hayıflandığım bir şey var. Bütçe, kalite, tiraj gibi kronik sorunlar bir yana, bizim gazeteler, haberlerde insan unsuruna artık giderek daha az yer açıyormuş gibi geliyor. İstanbul ve Ankara’da işler, yüksek politikadan, endekslerden, rakamlardan ve birtakım renksiz kokusuz beyanlardan ibaret sanki. İnsan, bütün çıplaklığıyla, kendine en fazla, kanlı, dertli, netameli üçüncü sayfalarda yer bulabiliyor.

Karanlık meselesine geri dönelim. Geçenlerde International Herald Tribune’un “karanlığa müdahale” üzerine yayımladığı bir haberi okuyordum. Biliyorsunuz, Britanya, Batı Avrupa’nın geri kalanından farklı bir saat diliminde yaşıyor. Örneğin Almanya ve Fransa’ya göre bir saat (Türkiye’ye göre iki saat) gerideler ve bazı İngiliz politikacıları yıllardır kendilerini kıta Avrupası’yla aynı zaman dilimine hizalamak için uğraşıyor. Bugünlerde bu mesele yeniden gündemde ve kendilerine has bir zaman dilimini yaşamaktan gayet memnun olanların tepkisini çekiyor. Tasarı, sabahtan bir saatin alınıp akşama eklenmesini (ve bu şekilde daha karanlık bir sabah, daha aydınlık bir akşam yaşanmasını) öngörüyor.

İlgili haberde gazeteciler halkın nabzını tutmak için en kuzeye, İskoçya’nın İnverness kasabasına gitmişler. Öyle görünüyor ki, zaman muhafazakârı İskoçlar bu işe toptan karşı. Birçok renkli yorumun yanında, Inverness’te doğup büyüyen bir adamın, beyaz eşya satıcısı 63 yaşındaki Robin MacDonald’ın bir yorumu özellikle dikkatimi çekti. MacDonald çocukluğunu, karanlıkta uyanıp okula gidişini ve yine karanlıkta okuldan dönüşünü hatırlıyor ve karşısındaki gazeteciye şunları söylüyor: “Şapkanın içi kadar karanlıktı hava”

Bu ifadeye bir Turgut Uyar şiirinde de rahatlıkla rast gelebiliriz. Özgün, rafine ve her şeyden önemlisi insanca… Rakamlar, istatistikler bir kenara, bütün mesele bir çırpıda özetleniyor. Sonuçta neden gazete okuyoruz ki? Yüksek siyaseti beylik cümlelerle tartışmak için mi sadece?

Bana gelirsek: Tez elden bir şapka alacağım ve Amsterdam’ın karanlığını onunla ölçmeye başlayacağım.

Fotoğraf: B. Katz (Flickr)

hrant'ı kaldırmak


Birkaç gündür Twitter’ı Hrant Dink’e ağıt ve sorumlulara (hem cinayeti işleyenlere hem de üzerini kapatanlara) lanet yorumları sallıyor. Bazı arkadaşlarımın Facebook’taki neşe dolu profil fotoğrafları Hrant’ın hüzünlü yüzüyle güncellendi. Tıpkı geçen yıllarda yine bu civarlarda olduğu gibi… Bugün itibariyle cinayetin üzerinden dört yıl geçti. Bugün de, tıpkı geçen yıllarda olduğu gibi Agos’un önünde buluşulacak, bugün de Dink’in ailesi bir kardeş gibi sarılıp sarmalanacak, bugün de karanlıkta iş çevirenlerin rahat kalamayacağı haykırılacak.

Yine de bir şey var… Agos’un önünde toplanan ve o güzelim “kardeşim Hrant” ifadesiyle yürekleri bir daha bir daha burulan o güzel insanları tek tek çok seviyorum, samimiyetlerine inanıyorum. Ama ısrarlarına inanmıyorum maalesef.

“Bu cinayet niye önlenemedi” sorusu zaten yeterince acı verici, şimdi bir de “bu cinayet niye çözülemiyor” sorusunu tekrarlayıp duruyoruz. Failler kim, kim onları koruyor? “Dört yıl oldu yahu,” deyip durarak, otoriteye ileniyoruz.

Birkaç gün sonra, arkadaşlarım Facebook profillerini yine o neşe dolu, gülümseyen yüzleriyle değiştirecekler.

Sonra 2011’in ilk 19 gününde yaptığımız gibi sonu gelmez ama koştura koştura tartıştığımızdan sonuç da alamadığımız meselelerin benzerlerine döneceğiz. Bu sene şimdiye kadar ne yaptık? Fizy’e yasak, Muhteşem Yüzyıl’a sansür, ucube heykel, alkole yasak, Galatasaray protestoları… Tartışalım tabii… Ama bunların hepsi başkalarının, çoğunluk da Başbakan’ın belirlediği gündem konularıydı. Bir heves hepsini tartıştık; çünkü bu konular çok ilgimizi çekiyor; çok seviyoruz. Ama nereye bağlanacağını bilmiyoruz, zaten sonra akıbetlerini de takip etmiyoruz; Yine de kütür kütür tartışıyoruz işte. Onların yorgunluğuyla 19 Ocak’lara varıyoruz.

Sadece bu cinayet mi? Sivil anayasa, Kürt meselesi, Kıbrıs, Ermenistan sınırı, Avrupa Birliği… Hükümetin ara ara hamle yaptığı tüm bu konular ne oldu? Tamam, seçim sathı mahallindeyiz, hükümet de, en rahat nasıl ilerleyebilir, onun hesabında. Ortaya sabun köpüğü konular atıp duracaklar. En çıplak haliyle, buna politika deniyor.

Tokmak senin elinde ama davul da başkasında… Eh, buna da toplum mühendisliği deniyor işte.

Kapılıp gidiyoruz. Biz derken, en azından gündemi yönlendirmede rolleri olabilecek gazetecileri kast ediyorum. Sıradan vatandaş gibi, Twitter’da Facebook’da bir heyecan seline kapılıp gitmek yerine, haber yapabilecek, manşet atabilecek, hesap sorabilecek konumda olanları. Radikal bugün bütün ağırlığıyla konuya abanmış, “Hâlâ yerde” diye manşet atmış. Dokunaklı ama bugün zaten 19 Ocak. Bu manşet 19 Temmuz’da, 19 Ekim’de atıldığında bir şeyler değişir belki.

Şimdi unutuldu gitti, Hrant Dink vurulduğunda, Alev Er yönetimindeki Star gazetesi önce “Güvercini Vurdular” sonra da “301 Cemil Tahtaya” manşetlerini atmıştı. Sonra gazete yönetiminde darbe oldu; Er ve arkadaşları da gidip Taraf’ı çıkardılar. Bugünkü direniş atmosferi halen o manşetlerin enerjisinden besleniyor, 19 Ocak manşetlerinden değil. Onların üstüne kim çıkacak?

Bu işte herkesin rolü belli. Basınınki kesinlikle Twitter’da ağlaşıp durmak değil, işin peşine bırakmamak, unutmamak. O zaman Hrant'ı da düştüğü yerden kaldırmış oluruz zaten.

hırsızdan, densizden, abazandan kurtulmak için



Bu sene oyunun kuralları değişecek. New York Times baklayı ağzından tam olarak çıkarmış sayılmaz ama 2011’de internet hizmetini paralı yapacağını artık sağır sultan bile duydu. Diğer büyük Amerikan gazeteleri de onu izleyecektir. Atlantik’in öte yakasında, İngiltere’de News Corporation’a ait Sunday Times, The Sun ve News of the World’un internet siteleri zaten Haziran’dan beri paywall’un arkasında, yani abonelikle çalışıyorlar. Zarar etmiyorlar mı, ediyorlar tabii. Bir araştırma, Times’in düzenli okurlarından ancak yüzde 14’ünün, düzensizlerinse yüzde 1’inin abonelik sistemine geçtiğini söylüyor. Ama bunu sorun etmiyorlar; çünkü herkesin bildiği ama açıklamaya utandığı gerçeği onlar da biliyor: Gazetelerin internet siteleri reklam alamıyor, dolayısıyla çarkı çeviremiyorlar.

Açık söyleyeyim; gazetelerin tüm içeriğinin internette bedavaya sunulmasına karşıyım. Bizim Newsweek Türkiye’de yaptığımız gibi birazının sunulmasınıysa daha da yanlış buluyorum. İnternet siteleri, kanımca, gazeteyi destekleyebilecek başka bir tür içeriğin konulması için kullanılmalı. İnternet çağına geçtik diye, ekmeği fırından bedava almaya başlamadık, otobüse de parasız binmiyoruz. Peki gazetecilerin emeği neden beleşe sunuluyor? Kıçını koltuğundan kaldırmadan sosyalleşmeye çalışan, okur kisvesi altındaki birtakım densiz insanların ırkçı, seksist, saçma sapan yorumlarına meze yapmak için mi? Ya da haberi yapan gazetecilerin imzasını bile kullanmaya gerek görmeden, sanki bir içerik üretiyormuş gibi, gazetelerden haber apartıp sitesine ekleyen, son dakika anonslarıyla gel gel yapıp tık arttıran hırsız haber siteleri için mi? Gazeteci emeğinin hiçbir değeri yok mudur?

Büyük köşe yazarları bu durumdan memnun; sonuçta onlar için nasıl değil ne kadar okundukları önemli. Porno sitelerden fotoğraf indirip “diğer fotoğrafları için tıklayınız” şeklinde bir tür abazan gazetecilik üreten gazete siteleri de memnun; hiçbir şey yapmadan trafiği arttırıyorlar; üstüne bir de patronlarından aferin alıyorlar. Ama gelecekte bu düzen değişecek, değişmek zorunda. ABD’de başlayacak dalganın bize de çabucak uğramasını umalım; hem dengesiz okurlardan, hem haber hırsızlarından, hem de pornocu gazete sitelerinden bir çırpıda kurtuluruz. En önemlisi, emeğimiz bedavaya gitmemiş olur

this is the end, beautiful friend


Tuhaf bir karışım... Türkiye'de haber dergiciği hem güçlü ve makbul, hem de naif ve kırılgandır. Bir gün işiniz yılın en iyi kapağı seçilir, ertesi gün kapınıza kilit vurulur. Belki ileride ortasını buluruz, ama şimdilik bu maceranın sonu...


Blogda ikinci defa kullandığım bu güzel fotoğraf Çetin Akdeniz'in.

pete baba



"My name's Guiseppe Conlon. I'm an innocent man. So is my son." (Babam İçin'den)



Güzel adamdı. O zor soyadını bile ezberlemiştim...

neşeli ayaklar firarda


Bu sene dükkânı şu küçük ama maceracı arkadaşla açalım. Kendisi Münster Hayvanat Bahçesi'nde ikâmet ediyor ama daha üç aylıkken dünyayı görüp tanıma tutkusuna kapılmış. Geçenlerde de bir yolunu bulup atmış kendini dışarı. Tabii hayvanat bahçesi yeniyılın ilk günü kapalı; görevlilerin çoğu tatilde; bizim afacan da hemen kırmış kirişi. Yalnız firar yolunda bir ufak hesap hatası yapmış; bahçeden çıkacağım diye aslanların bölgesine dalmış.

Verilmiş ringası varmış ki, aslanlar pek de gününde değilmiş. Dışarıya soğuğa çıkmaktansa, içeride rahat rahat uyumayı yeğlemişler.

Kurtulmuş bizimkisi. İsmini de yaşadığı maceranın şerefine Leona diye değiştirmişler.

Yeni yılın da yeni adın da kutlu olsun Leona...

Bu güzel hikâyeyi Spiegel'den aparttım. Dileyen şuradan orijinalini okur.

ay sarayında