sen her zaman doğruyu söylersin bana

(...) 

Beni Lia kurtardı, en azından bir süre için. 
Piemonte yolculuğuyla ilgili her şeyi (ya da hemen hemen her şeyi) anlattım ona. Her akşam, çapraz göndermeli dosyama eklenecek bilgilerle dönüyordum eve. “Yesene” diyordu Lia, “iğne ipliğe döndün.” Bir akşam, yazı masasının yanına oturdu, gözlerimin içine doğruca bakabilmek için alnına düşen perçemlerini ortadan ayırdı, ellerini tıpkı bir ev kadını gibi kucağına koydu. Onun hiç böyle oturduğunu görmemiştim: bacakları yana ayrık, eteği dizleri arasında gerilmiş. Hiç de zarif bir duruş değil, diye düşündüm. Ama sonra yüzünü gördüm; yüzüne bir parlaklık gelmiş, bir pembelik yayılmış gibi göründü bana. Onu -nedenini henüz bilmiyordum- saygıyla dinledim. 
“Bum,” dedi, “şu Manizio işini ele alış biçimin hiç hoşuma gitmiyor. Önce denizkabukları toplar gibi topluyordun olguları. Şimdiyse loto sayıları işaretliyorsun sanki.”
“Bu Şeytancıları beni gittikçe daha çok eğlendiriyor, hepsi bu.”
“Eğlenmiyorsun, tutku haline getiriyorsun onları; başka bir şey bu. Dikkat et, hastalanırsın sonra.”

(…) 
Eliyle karnına, kalçalarına, alnına vurdu. Böyle, bacakları yana ayrık, eteği gerilmiş otururken, karşıdan bakıldığında -öylesine ince, öylesine kıvrak Lia- sağlam, sağlıklı bir sütanneye benziyordu; dingin bir bilgelik onu aydınlatıyor, anaerkil bir yetke veriyordu ona. 

“Bum, ilk örnekler diye bir şey yoktur; beden vardır. Karnın içi güzeldir, çünkü bebek büyür orada, çünkü senin kuşun sevinçler içinde içeri dalar, tadı güzel besin aşağı iner; işte bunun için, mağara da, girinti çıkıntılar da, kanal da, yeraltı da güzeldir, önemlidir; hatta bizim o güzelim barsaklarımızın imgesine göre yapılmış olan labirent de. Biri önemli bir şey icat etmek istediği zaman, oradan getirmek zorundadır onu; çünkü sen de oradan geldin, doğduğun gün. Üretkenlik bir kovuğun içindedir her zaman; orada önce bir şey çürür, sonra karşında bir küçük Çinli, bir hurma, bir baobab beliriverir. Ama yukarısı, her zaman aşağıdan daha iyidir; çünkü başaşağı durursan kan başına sıçrar; çünkü ayaklar kokar, saçlarsa daha az kokar; çünkü bir ağaca çıkıp meyve toplamak, sonunda yeraltına girip kurtlara yem olmaktan daha iyidir; çünkü yukarıdaki bir şeye çarptığında çok seyrek olarak incitirsin bir yerini (bunun için tavanarasında olman gerekir), oysa düşünce genellikle bir yerini incitirsin. İşte bu nedenle, yukarısı meleklere, aşağısı şeytana özgüdür. Ama az önce karnım hakkında söylediklerim de doğru olduğundan, bunların ikisi de doğrudur; bir anlamda aşağısıyla içerisi güzeldir; bir başka anlamda da yukarısı ile dışarısı. Hem bütün bunların Merkür’ün ruhu ya da evrensel çelişkiyle hiçbir ilişiği yok. Ateş insanı ısıtır, soğukta bronşit olursun, hele dört bin önce yaşamış bir bilginsen. Bu yüzden de ateşin gizemli özellikleri vardır, tavuk kızartmanın yanısıra. Ama soğuk aynı tavuğu bozulmaktan korur, ateşe dokunursan kocaman bir kabarcık olur elinde; bunun için bilgelik gibi binlerce yıldır saklanmış bir şeyi düşünürsen, yüksek bir dağın üstünde (yüksekliğin iyi bir şey olduğunu biliyoruz) ama aynı zamanda bir mağaranın içinde (bu da iyi bir şeydir), Tibet’teki karların sonsuz soğukluğunda (en iyisi de budur) düşünmelisin. Sonra da bilgeliğin neden İsviçre Alpleri’nden değil de doğudan geldiğini bilmek istersen, bunun da nedeni şu: Atalarının bedenleri sabahları uyandığında ortalık hâlâ karanlıksa doğuya bakıyordu, güneş çıksın, yağmur yağmasın diye umarak. Anlaşıldı mı?”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette, yavrum. Güneş iyidir, çünkü bedenimize yararlıdır; akıllı olduğu için her sabah yeniden çıkar. Demek ki geri dönen her şey iyidir; geçip giden, bir daha da görünmeyen şey iyi değildir. İnsanın geçtiği yere, aynı yoldan geçmeksizin geri dönmesinin en kolay yolu bir daire çizerek yürümektir. Halka biçiminde kıvrılabilen biricik hayvan yılandır, yılanlarla ilgili birçok tapımlarla söylencelerin varlık nedeni de budur; çünkü güneşin geri dönüşünü göstermek için bir suaygırını halka şeklinde kıvıramazsın. Öte yandan, güneşi çağırmak için bir tören yapmak gerekirse, en iyisi bir daire çizerek devinmektir; çünkü düz bir çizgi üzerinde yürürsen evinden uzaklaşırsın, bu yüzden de törenin çok kısa kesilmesi gerekir. Bir kuttören için en uygun biçim dairedir; panayırda ateş yutan hokkabazlar da bilir bunu, çünkü daire biçiminde sıralanınca, herkes ortada kimin durduğunu görebilir; oysa bütün bir kabile bir manga asker gibi düz bir çizgi üstünde sıralanırsa uzakta kalanlar onu göremezler; işte bu nedenle, daire, dönemsel devinim, dairesel dönüş, her tapımda kuttörenin temel öğelerini oluşturur.”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette yavrum. Şimdi, yazarlarınızın çok hoşuna giden büyüsel sayılara gelelim. Sen birsin, iki değil, şeyin de birdir, benim şeyim de birdir, bir burnumuz, bir yüreğimiz var; görüyorsun ne çok olumlu şey bir tane. Ama iki gözümüz, iki kulağımız, iki burun deliğimiz var; benim memelerim, senin taşakların, bacaklarımız, kollarımız, kabalarımız hep iki. Üçe gelince, bütün sayıların en büyüselidir üç; çünkü bedenimiz bu sayıyı bilmez, hiçbir şeyimiz üç değil, hem sonra nerede yaşarsak yaşayalım, Tanrı’ya verdiğimiz en gizemli sayı olmalı bu. Şimdi düşünelim: senin şeyin bir tane, -sus şimdi, şakayı bırak- bu iki şeyi bir araya getirirsek yeni bir şey ortaya çıkar; böylece üç oluruz. Yeryüzündeki bütün kültürlerin üçlü yapıları, üçlemeleri olduğunu bilmek için ille de üniversite profesörü olmak gerekmez. Ama dinler bilgisayar kullanmıyorlardı bunun için. O insanların tümü de, senin benim gibi insanlardı; gerektiği gibi çiftleşiyorlardı. Üçlemelerin hiçbiri bir gizem değildir; bizim yaptığımızı, onların bir zamanlar yaptıklarını anlatırlar. Ama iki kol, iki bacak daha dört eder; bu yüzden dört de güzel bir sayıdır; hele hayvanların dört ayağı olduğunu, bebeklerin dört ayak üstünde emeklediklerini düşünürsen; Sfenks’in de bildiği gibi. Beş sayısından söz etmemize gerek yok; bir elde beş parmak vardır, iki elin parmaklarını toplarsan bir başka kutsal sayıyı, on sayısını elde edersin. Hatta On Emir bile zorunluydu; çünkü on iki emir olsaydı, parmaklarıyla, bir, iki, üç, diye sayan papaz, sıra son iki emre gelince, kilisenin kutsal eşya bekçisinin elini ödünç almak zorunda kalacaktı. Şimdi, bedenimizi al, gövdeden çıkan her şeyi say: kollar, bacaklar, baş, penis, toplam altı eder, kadınlarda ise yedi; bu yüzden de bana öyle geliyor ki, şu sizin yazarlarınız arasında altı sayısı hiçbir zaman ciddiye alınmaz, üçün iki katı olması dışında. Yalnızca erkekler için geçerlidir bu; çünkü hiç yedileri yoktur onların. Bu yüzden erkekler yönetirken, yediyi kutsal sayı olarak görmeyi yeğ tutarlar; kadınların memelerini unuturlar, ama çaresiz, katlanacağız. Sekize gelince -sekiz… sekiz… dur, bir dakika, kollarla bacakları birer değil, ikişer sayarsak, dirseklerle dizleri de ekleyince, sekiz oynak organımız olur. Bu sekize gövdemizi de eklersen dokuz eder, başı da sayarsan on. Yalnızca bedenimizi alırsan, istediğin sayıyı elde edebilirsin; delikleri düşün, örneğin.”
“Delikler mi?”
“Evet, bedenimizde kaç delik var?”
“Bilmem” saymaya başladım. “Gözler, burun delikleri, kulaklar, ağız, popo: sekiz.”
“Görüyorsun, değil mi? Sekiz sayısının güzel bir sayı olmasının bir nedeni de bu. Ama benimkiler dokuz! Bu dokuzuncuyla da seni dünyaya getiriyorum, işte bu yüzden, dokuz sekizden daha kutsaldır! Bundan sonraki sayıları da açıklamamı ister misin? Ya da şu senin yazarların sözünü edip durdukları senin şu menhiri inceleyelim istersen. Gündüz ayakta, gece yataktadır; şeyin de öyle; geceleri ne yaptığını söylemene gerek yok; dikleşince çalışır, uzanınca da dinlenir. Demek ki dikey durum yaşamdır, güneşi gösterir. Dikili taşlar da ağaçlar gibi dik durur; oysa yatay durumla, gece uykudur, ölümdür. Bütün kültürler anıtlara, piramitlere, sütunlara taparlar, balkonların ya da parmaklıkların önünde kimse eğilmez. Sen hiç kutsal parmaklık diye bir arkaik tapımdan söz edildiğini işittin mi? Görüyor musun? Hem insanın bedeni de elverişsizdir buna; dikey bir taşa taparsan, insanların tümü de görürler onu. Oysa yatay bir şeye tapacak olursan, yalnızca ön sıradakiler görebilirler onu; ben de, ben de diye  birbirlerini itip kakarlar; bu da büyüsel bir tören için hiç de güzel bir görünüm değildir…” 
“Peki ya ırmaklar…”
“Irmaklara yatay oldukları için değil, içlerinde su olduğu için tapınılır; suyla beden arasındaki ilişkiyi anlatmama gerek yok sanırım… Her neyse, böyle yaratılmışız bir kere. Bu nedenle, birbirimizden milyonlarca kilometre uzakta da olsak, hepimiz aynı simgeleri geliştiririz. Bu simgelerin hepsi de zorunlu olarak birbirine benzer. Bu yüzler, kafalarının içinde beyin diye bir şey olan insanlar, bir simyacının fırınını görünce, her yanı kapalı, içi sıcak olduğundan, çocuğu üreten ananın karnını düşünürler. Karnında bebek İsa’yı taşıyan Madonna’yı görünce, bunun simyacının fırınını anıştırdığını düşünenler yalnızca senin Şeytancılar’ındır. Bir iletim yolu arayarak binlerce yıl geçirdiler; oysa her şey apaçık ortadaydı; aynaya bakmaları yeterliydi.”

“Sen her zaman doğruyu söylersin bana. Benim aynadaki Ben’im sensin; Sen’in gözünle görülen, benim Kendi’msin. Bedenin bütün gizli ilk örneklerini ortaya çıkarmak istiyorum. Birbirimize en yakın olduğumuz anları belirtmek için ‘örnekleri oluşturmak’ deyimini ilk kez o gece kullandık. 

Tam uykuya dalarken, Lia omuzuma dokundu. “Unutuyordum,” dedi. “Gebeyim.”

Foucault Sarkacı, Umberto Eco, Can Yayınları (Çeviren: Şadan Karadeniz)

üç şey

Birincisi Yazıhane’den. Sosyalist Galaksi başlıklı rüya gibi bir yazı. Müellifi Fikret Özer. Şuradan okuyun. 

Tadımlık: 

Tasarımcılar, programcılar hatta sanatçılar Galaksija’ya adeta aşık olmuşlardı. Tamamen el emeğiyle yapılan, çok ucuz, her yönüyle kişisel bir bilgisayara sahip olma fikri çok çekici gelmişti. Hazırlanan yapım kitlerinden 8000 adet satıldı. Derginin o sayısı ise 120 bin adet basıldı. Hazır verilen yapım kiti üzerine kurulsa bile, Galaksija’nın bir kasası yoktu. Kullanıcılardan kendi kasalarını oluşturmaları bekleniyordu. Bu yüzden seri üretim Commodore, Macintosh gibi bilgisayarların aksine hiçbir Galaksija birbirine benzemiyordu.
Artık Yugoslavya’nın da bir kişisel bilgisayarı olmuştu. Fakat yeni bir engel vardı. Bu bilgisayar için oyunlar veya programlar geliştirmek, onları da rahatlıkla ve en az maliyetle dağıtabilmek gerekiyordu. Bu engel aynı zamanda profesyonel bir pilot olan bir radyo programcısının çabalarıyla aşılacaktı. Nedeni basitti, Galaksija bir kasetle çalışıyordu.


İkincisi üstteki fotoğraf. Arka plandan anlamışsınızdır, Londra’dan. 

Üçüncüsü heyecanla beklediğim gazetecilik filmi Spotlight. Boston Globe’un Pulitzer kazanan bir haberinin ardındaki hikâyeyi anlatıyor. Film iyi mi kötü mü bilmem (ki muhtemelen iyi) ama casting çok iyi olmuş. Mark Ruffalo, Rachel McAdams, Michael Keaton, John Slattery, Liev Schreiber… Saf gazeteci tipler. En azından trailer’da. 



hâlâ

Dillerinin ucunda iki kelime duruyor sürekli: Vatan haini… 
Karşılarında olana söylüyorlar, yetmiyor. Yanlarında durup azıcık huysuzlanan için de hazır. Vatan hainisin!

Kendileri gibi düşünmemek yeterli. Onlar ne düşünüyor peki vatan dedikleri bu sürekli ihanet edilen yer hakkında? Orası meçhul… Kendileri de bilmiyor. Başlarındaki adamın düşüncelerine göre değişiyor o kısım. Çok değil, geçen seneki -yine montajdan ibaret, gayrısamimi- fikirlerine dönseler, kendilerini de ihanetten yargılamaları gerekir. Geçelim. 

‘Kanlarında duş alırız” diyenlerin yanında durmayı mı vatanperverlik olarak görüyorlar yani? Bu kadar düşülür mü?  

Hadi bir kısım 'kendini bilmez' ihanet etti diyelim! Peki kendileri ne yapmış bu vatan için? Bir derde çare olmuşlar mı; bir şiir, bir roman, bir öykü bırakmışlar mı; bir icat yapmışlar mı; bir yaralı parmağa işemişler mi? 

Kuru gürültüleri duyulmasın, koflukları bilinmesin, yaptıkları haksızlıklar unutulsun diye dillerinin ucuna yapışık olmasın bu iki kelime... 

54 yıl önce bir başka ‘vatan haini’ de yazmış, buyurun.

“Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
ben vatan hainiyim. 
yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” 
  

Serbest düşüş de devam ediyor hâlâ… 

ahab aslında kimdi?

Moby Dick'in aslında neden bahsettiği mevzuuna bir önceki post'taki gazete yazısı vesilesiyle girmiştim.  'Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım' ile 'Bizans'ta Kayıp Zaman'ını döne döne okuduğum yazar Mehmet Coral, sağolsun "Bir de şuraya bakmalı" diyerek ek yaptı. Buraya alıyorum: 

* Kitap büyük ölçüde İncil'e göndermelere dayanır.
* Kaptan Ahab, İncil'deki putperest kral Ahab'ın edebi bir reenkarnasyonudur.
* Pequod, noel günü denize açılır. Yani, İsa'nın doğum gününde, Miladın başlangıcında vs.
* Ahab, insanın içindeki kötüyü simgeler. Kaderi yeneceğini, tanrıyı öldüreceğini, evrene sahip olacağını sanır. Moby Dick, onun için bu metafizik gücü simgeler. Daha önceki çatışmalarında yenilmiş, bir bacağını kaybetmiştir. Ancak, intikamını almak, en büyük gücü öldürmek için misyonuna devam eder.
* Kitaptaki diğer bütün karakterlerin İncil'de belirli karşılıkları vardır.
* Bugüne uzanan en ilginç öğe ise STARBUCK'tır. Simgesi 'denizkızı'dır.

PS: Belli ki Starbucks kahve zincirine, isim illa Moby Dick'ten gelecekti... Önce direk geminin ismi Pequod ile gitmişler; içlerine sinmemiş... Starbuck'ı seçmişler.

moby dick aslında neyi anlatıyor?


Klişe cümle cuk diye yerine oturuyor: Herman Melville'in ölmez eseri... 'Moby Dick, Beyaz Balina'yı, Ron Howard filmi 'Denizin Ortasında' vesilesiyle yeniden hatırladık. Bu yılın siftahı niyetine, 3 Ocak tarihli Hürriyet Pazar'da bu büyük beyaz'ın çevresindeki efsane halesini yazmıştım, buraya da alalım. (Sonsuza doğru uzayıp gitmesin diye, bir sonraki post'la ayırdım). Gazetedeki yazı aşağıda. Bir sonraki post'ta bir başka katkı gelecek... 

* 1820 yılının en büyük hikâyelerinden biri... Balina gemisi ‘Essex’, Polinezya adaları civarında dev bir ispermeçet balinası tarafından batırılmış, tayfası kayıplara karışmıştı. Ama kötü haber, zamanın koşullarında, tez ulaşmıyordu. Olay ancak 1821 yılında haber oldu İngiltere ve ABD’deki gazetelere. 92 gün Pasifik’te yol alıp, kendi arkadaşlarını yiyerek kurtulan sekiz kişinin öyküsüyle birlikte... Bu ve benzer hikâyeler, Melville’in 1851 tarihli romanı ‘Moby Dick’e ilham verecekti (Cuma günü vizyona giren ‘Denizin Ortasında’ bu ilhamın izini sürüyor zaten). 

* Bu sadece bir balina avı macerası değil. Daha fazlası. Düşünün, Sanayi Devrimi yılları... Balina yağı, dönemin petrolü... Gemicilerse, uzak coğrafyalarda bahtlarını arayan madenciler (hatta yönetmen Ron Howard’a göre ‘dönemin astronotları’). Aydınlatma için elzem olan yağ, balinadan geliyordu. Pistonlar, dişliler, tezgâhlarda en iyi sonucu bu yağ veriyordu.  Arabadan lambaya her yerde o kullanıldı. Dönemin plastiğine en yakın madde yine balinadan elde ediliyordu. Parfümlerde kullanılan esmeramber de. Yani balinalar, Sanayi Devrimi’ni sırtında taşıdı. Elbette kendi istekleri dışında ve soyları tükenme pahasına... 

* Bir ufak giriş bilgisi... Moby Dick’in açılış cümlesi birçok listede dünyanın en çok bilinen ilk cümlesi olarak geçiyor. “Bana Ishmael deyin” diye açılıyor Moby Dick (Orijinal dilinde ‘Call me Ishmael’). Sürpriz bir ismin, oyuncu Tom Hanks’in tanıklığına başvuralım. Daktilo delisi yıldız, 2013’te New York Times’a yazdığı makalede şöyle diyordu: “Şunu bir deneyin; ‘Moby Dick’in açılış cümlesini 1950 model bir Olympia daktiloda yazın, ‘Call! Me! Ishmael!’ diye ses verecektir.” 

* Yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan eski kuşaktan, maceracı bir adamdı Melville. Balina avını, deniziyle, gemisiyle, tayfasıyla, kimilerinin ‘bu bir av rehberi olmuş’ eleştirisine yol açacak kadar isabetli aktarabiliyorsa, sebebi o gemilerde, sert koşullara dayanarak bizzat çalışmasıydı. Bu, onun aktarım gücü; peki Moby Dick’in kendisi neden bu kadar büyülüyor halen bizleri? Çünkü o dev beyaz balina gerçek... Bir King Kong, bir Godzilla değil; ‘mış gibi’ yapmıyor! Jaws gibi sörfçüyle, yüzücüyle, ufak teknelerle uğraşmıyor;koca gemileri terorize ediyor. Moby Dick, bugün geldiğimiz aşamada en karanlık uzay filmlerinde ne olduğunu tasavvur bile edemediğimiz yaratıkların işlevini görüyor. Sınırları zorlayan, yeniyi keşfetmeye çalışan insanlık için hem sonsuz bir merak kaynağı hem tüketim fetişi hem de kâbus oluyor. 

* Herkesin sadece bir balina ve amansız mücadele gördüğü yerde, çok daha fazlasını arayan da var. Moby Dick’in aslında ne olduğuna yüz yılı aşkın süre içinde onlarca farklı cevap verildi. Romanı, Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte Türkçeye çeviren Mîna Urgan’dan eleştirmenlerin onu ne şekillerde değerlendirdiğini öğreniyoruz. Doğanın yaban güçlerinin simgesi... Kader... Tanrı... Evrenin çözülmez gizi... Para ve ağır endüstriye dayanan sömürücü sınıf... Bilinçaltı... Nefret edilen baba otoritesinin ve baskının bir simgesi... Hatta beyaz ırkın psikolojik bakımdan yitirdiği cinsel gücün simgesi... Yani hemen hemen her şey... "

* Peki romanda, hayatını Moby Dick’i öldürmeye adamış, karizmatik ve lider özellikli, efsanevi Kaptan Ahab neyi temsil ediyor? İnsanlığın tüm gizi, çabası, amacı, yıllar içinde edebiyat tarihinin en karmaşık karakterlerinden Ahab’ın şahsında da arandı. 2009’da yitirdiğimiz iletişim profesörü Ünsal Oskay bir makalesinde, Ahab’ın bir ‘direniş sembolü’ olduğunu anlatıyordu. Neye direniş?  “(...) Çağdaş toplumsal yaşam ve bunun insanı ‘başı bağlı balık’ haline getiren yanları, Melville için, insanın binlerce yıldan beri yaşadığı fakat artık kesinlikle karşı çıkması gereken tüm olumsuzlukların, tüm insansal sorunların odağı olmuştur. ‘Bir ulu ağacın dimdik gövdesini yukarıdan aşağı didiklemesine yaran bir yıldırımın izi’ gibi, binlerce yıllık kaderini yaşayan insanoğluna, ‘dik bakışlı, inatçı, sonsuz bir gücü olan’ Kaptan Ahab’ın kararlılığı ile bu amansız kadere karşı direnmekten başka çaresi olmadığını anlatır. (...) Bir öncü olarak Ahab, ‘içinden dışından kemirilmiş, yanmış, iflah olmaz bir derdin pençesine düşmüş’ bile olsa, ‘canavarların en korkuncuna mızrak vurmak için’ yola çıkan insandır. (Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, İnkılâp Yayınları) 

* Birçok eleştirmen, Moby Dick’in aslında ABD’yi anlattığını, o okunmadan Amerika’nın da anlaşılamayacağını düşünüyor. Hayatı bu kitapla açıklayan başkaları da var. Mesela Batı Almanya’da özellikle 1970’lerde etkili olan radikal sol örgüt ‘Kızıl Ordu Fraksiyonu’ (kısaca RAF) romanı bir anahtar olarak görüyor; örgütün üyeleri kendilerini balinayı yani Almanya’yı ne pahasına olursa olsun öldürmeye çalışan Kaptan Ahab ve tayfasıyla özdeşleştiriyordu. Her birinin romandan gelen bir takma ismi bile vardı.

* Melville'in kitapları, Moby Dick dahil, sağlığında kabul görmedi. Ancak 1910'lardan sonra Melville 'dahi yazar' statüsüne yükseltildi; Moby Dick ise roman tarihinin en iyileri arasına girdi. Yazarına sağlığında bir hayrı dokunmadı ama bu koca balina zaman içinde sayısız esere, fikre, isme ilham verdi. En basiti, dünyanın en büyük kahve zinciri Starbucks'ın ismi romandaki ikinci kaptandan geliyor."

öyle bir rüzgâr geçer

Tam karların eridiği günlerdi
Taşan çaylar gördük yol üstünde
testere sesleri duyduk dağa varınca
koruda hızarcıları gördük

bazen bir söz çalınır dillerinden
şimdi uzak dağlarda, o koruda
bir dönem dallarında dolanırdı ya
öyle bir rüzgâr geçer yüreklerinden

Necati Cumalı - Göç





Fotoğraf: Slovenyalı kayakla atlamacı Peter Prevc, Almanya'da Garmisch-Partenkirschen kasabasında yapılan turnuva öncesi antremanda... Burası, tahmin etmişsinizdir, Bavyera. Şarkı da Yeni Türkü'nün muhteşem olduğu dönemden, Dünyanın Kapıları'ndan. 

okurla olmuyor


Dünyanın en güvenilmezi: Okur milleti…
Her yazar, gazeteci kendine ferah ferah ders çıkarabilir, bugüne kadar öğrenmediyse: Okura güven olmaz.
Neden olsun?  #tarih Dergisi de bu ay itibariyle tarih oluyor.
Bu dergi bağımsız olarak yayımlanma kararı aldığında “aslansın, kaplansın” diye atıp tutan okur ortada değil. Oysa dergi son sayı dahil, pırıl pırıl yayın yaptı. Bilgiyse bilgi, gündemse gündem… Bir boşluğu dolduruyordu. Şimdi döndük yine sıfır noktasına. Okur’la olmuyor…Maalesef.

avrupa'nın en çok hakkı yenen şehri


Yine İspanya… 

Şu ana dek gördüğüm en hakkı yenmiş şehir. Sevilla… Tarihi var, sanatı var, estetiği var, gecesi ayrı gündüzü ayrı var. Nehri, yeşili, güleryüzlü insanı var. Varoğlu var… Ama önde gelen şehirler arasında yeri yok. ‘Underrated’ kelimesinin şehir karşılığı; öyle bir yer Sevilla. 

Madrid’den Sevilla’ya geldiğinizde farklı bir ülkeye girmiş gibi oluyorsunuz. Burası Endülüs. Burası hakikaten zil, şal ve gül. İspanya hakkında ne düşlüyorsanız, bugüne kadar İspanya’yı size nasıl anlattılarsa tümüyle burada. Madrid, Barcelona başkaymış, Endülüs başka… 

Sanki demir işlemeciliğini onlar bulmuş; demirden örümcek ağlarıyla sarmışlar şehri dört baştan. Seramiğe hakkını veren Lizbon mavi mavi, tatlı bir şehirdi; Sevilla üstüne ferforjeyi de koymuş. Her balkonda, her avluda, baktığınız her kapı arasında incecik, göz alıcı, demirden kuşlar, yapraklar, dallar… 

Mandalina mı portakal mı olduklarını bir türlü ayırt edemediğim ağaçlar her tarafta… Dalları yüklü binlerce ağaç… Ağır gelen meyveleri yol kenarlarına yuvarlanmış, bekliyor. Görmesi mutluluk veriyor. Harikulade de bir hikâyesi varmış. Daha sonra anlatırım. 

Amsterdam’da yol bulmak ustalık ister. Venedik’in ara sokaklarında da. Sevilla başka bir aşamaymış meğer. Daha üstü olduğunu da sanmıyorum. Şehir, birbirine benzeyen daracık sokaklarıyla, yetersiz tabelalarıyla, yön duygusuna aman vermeyen ikiz binalarıyla sizi kaybolmaya zorluyor. Yine de bu bir zevk. Hele geceleri…

Şu ‘underrated’ meselesine yine dönersek… Sevilla’daki Plaza Espana’nın (İberoamerica Fuarı için 1920’lerin sonunda inşa edilmiş) ya da devasa katedralinin çeyreği olmayan binalarla, yavan dokusuyla Avrupa kültüründe yer etmiş şehirler var. Neden Sevilla aralarında değil. Benim aklıma gelen, bugün halen döne döne tükettiğimiz o kurucu hikâyeyi, modernizmi ıskalaması. Bir de ona el veren, onu yeniden üreten, kendi hikâyeleriyle onu zenginleştiren sanatçı grubunun son yüzyılda şehirde yaşamaması. Barcelona’yı, Madrid’i bugüne taşıyan büyük isimler var sonuçta. Picasso, Dali, Gris, Gaudi… Sevilla, eski yüzyıllarda kalmış. Bana sorarsanız, bir örnek şehirler arasında, böylesi iyi de olmuş. 

Bu girizgâh olsun Endülüs’e, devam ederiz…

uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum

Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

Turgut Uyar / Geyikli Gece 









denizin en güzel şarkısı



O nasıl bir güzelliktir… İrlanda’dan çıkan animasyon filmi Song of the Sea, öylesine güzel, öylesine zarif üstelik öylesine çocuksu, naif çizilmiş ki gözünüzü alamıyorsunuz ekrandan. 

Pixar ve Disney de çok iyi işler yapıyor tamam ama onların işleri çoğunlukla bilgisayar destekli. Song of the Sea, elle çizilmiş… Hem sanat hem zanaat… Saf alınteri. Yönetmen Tom Moore’a şapka çıkarılır. Film bu senenin en iyi animasyonlarından (Oscar’a da aday olmuş ama kazanamamıştı). Tüm zamanlar listelerine de rahat girer. En azından benim için. 

Moore (‘The Secret of Kells’ isimli, henüz seyretmediğim animasyonuyla da biliniyor) hikâyenin de ortağı (senaryonun diğer sahibi Will Collins). Bu not bence önemli, çünkü filmin hikâyesi epey iyi. Kelt mitolojisine aşina değilim, karakterleri oradan devşirip devşirmediğini bilmiyorum; sırf bu hikâye için üretildilerse harika iş. İki kardeş, Saoirse ve Ben’in, tekinsiz bir alemde sıkışıp kalmış ruhların yardımına koşma serüveninde epey güçlü yan karakterler var (Annelerinin yokluğuyla acı çeken babayı da harika aktör Brendan Gleeson seslendiriyor). İyisinden bir aile hikâyesi Song of the Sea. Sanırım yakında bizde vizyona girecek. İster sinemada seyredin, ister başka yerde, sakın kaçırmayın. 
Bir de yan not: Film 1987’de geçiyor. Bir ara o dönemin Dublin’ini de görüyoruz. U2’nın güzel, görkemli ve yerel olduğu zamanlar. Joshua Tree henüz çıkmış, düşünün. Where the Streets Have No Name, With or Without You, I Still Haven’t Found What I’m Looking For söyleyen bir U2. Filmde o şarkılar yok tabii. Onlar içimizde çalıyor. 
Seksenlerde büyüyen kardeşlerin hikâyesi yani… O bildiğimiz, eşsiz ve hep öyle kalacak duyguların hikâyesi…




moda'da bir gece



Bunu daha önce birkaç sohbette anlattım. Üzerinden hemen hemen bir yıl geçti. Benzer bir Moda akşamına çıkmışken az evvel, bir de burada anlatayım. 

**

Yaz… Sıcak… Tişörtler üzerimize yapışıyor. Ali Usta Dondurmacısı’nın önündeki cumartesi kuyruğu, neredeyse gece yarısı olmasına rağmen yerli yerinde.

Kuyruğun içinden güç bela geçip caddeyi Bahariye’ye doğru yürüdüm. Ev boğucuydu, biraz hava alırım demiştim. On beş dakika sonra gerisingeri dönerken tam dondurmacının önünde bir arabanın yolun ortasında durduğunu gördüm. Hem aşağıya Koço'ya doğru inen hem de çay bahçelerine dönen yolu kesmiş, öylece bekliyordu. Adamın biri de arabanın kaputuna dayanmış, yanındaki iki genç kızla gevezelik ediyordu. Adam dediysem, siz üç adam kalıbında birini düşünün. İzbandut… Üzerinde sanırım Amerikan futbolu forması olan bir tişört, numarası 33… Kızlarsa takmış takıştırmış, giyinmiş, belli ki bir yerlere gidiliyor. O ara karşılaşmışlar, yolun ortasında, arabanın önünde sohbet sürüyor. 

Tam o sıra, bir araba daha geldi. Yolu tıkayan aracın arkasında durdu. Şoför huzursuz tabii, iki saniyede bastı kornaya. Kafasını çıkardı camdan, “Ne oluyor” diye şöyle efe efe bir bakındı. Bizim  irikıyım arkadaş da kornayı duyunca geriye döndü, göz göze geldiler arkadakiyle. 

Bir saniyede camdan kafasını çekti arkadaki şoför! Hiç sesini çıkarmadı. İzbandut da önüne döndü, sohbete devam…

İşim gücüm yok tabii, “Ne olacak bu işin sonu” diye merak ettim, beklemeye başladım. Beş on saniye anca geçmişti, bir minivan yanaştı, yine bir korna önce… Sonra uzanıp bakma, adamı görme, sus pus olma. Kızlarla adamsa arkadakileri hiç takmadan gülüşüp konuşuyor… 

Dördüncüsü, beşincisi, altıncısı derken arkadaki kuyruk Ali Usta’daki kadar uzadı; muhtemelen on üçü, on beşi buldu… Sistem hep aynı işliyordu. Önce bir korna, sonra sus pus. Hatta bir ara dört ya da beşinci sıradaki şoför aracından indi, manzarayı gördü, ağzını açmadan, kös kös döndü. 

Her şey birkaç dakika sürdü ve nihayetinde iş şuna geldi: En arkadaki araçlar, her şeyden habersiz kornaya asılıyor, öndekilerse sessiz sakin bekliyor… 

Ve sonunda… Adam kızları tek tek öptü, el salladı, gülüşerek ayrıldılar. Onlar gidince adam döndü, arkasında biriken araçlara baktı, ağırdan bir sigara yaktı. Sonra kaputunun önünde dikildiği aracın yanından yürüdü gitti.   

Adamın olay yerinden uzaklaştığını gören ilk şoför cesaretini toplayıp seslendi: “Kardeş, araba senin değil mi?” 

Cevap: “Yok birader, ne arabası!”

Bu “Yok birader” ile öndeki üç beş arabanın kornalara abanıp yeri göğü inletmesi arasındaki zaman ancak milisaniyelerle ölçülür. 

Uzayıp giden kuyruktakiler de tempoyu artırınca cadde durulamaz hale geldi. 

Derken… Ali Usta’nın dükkânından orta yaşlı, ufak tefek bir adam, elinde poşetlerle çıktı. Sahipsiz arabaya yöneldi. “Pardon pardon” diye el etti kornacılara, mahcup. Bindi arabasına, gazladı gitti… 

İzbandut arkadaşsa az ötede yeni bir tanış bulmuş, başka bir muhabbete koyulmuştu bile. Önünden geçip giden arabalara, ne olduğunu anlamadan bir süre bakıp durdu.

**

Yazının eşlikçisi şarkı bir Tom Waits harikası. Cumartesi gecesi şerefine...


  

telefonunuza bakmayınız

  ‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz.  Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...