alaska, karanlık ve yahudi polisler

Yekta Kopan, Fil Uçuşu isimli blogunda "bitirmekte zorlandığınız kitaplar hangileri" diye sormuş. Kendi cevabımı arada bir sıkıntıyla hatırladığım güzel bir soru. Kopan'ı zorlayan Joseph Conrad'ın Gizli Ajan'ıymış. Yorum bırakan okurları da bir dolu kitabı sıralıyor (şuradan bakabilirsiniz).

Benimkisi tartışmasız Boncuk Oyunu'ydu. Hermann Hesse'nin... Bırakıp bırakıp yeniden başlamış, sonunda 15 saatlik bir otobüs yolculuğunda, yanıma tek onu alarak, mecburen bitirmiştim. İyi miydi? Pek hatırlamıyorum. Ama bitirmenin verdiği rahatlama hissi halen aklımda. (Ben Afa baskısını okumuştum; şimdilerde YKY'deymiş.)

Bu cevap artık geçerli değil. Üç ay evvel Michael Chabon'un The Yiddish Policemen's Union'unu nihayet bitirebildim. Müthiş bir hikâyeydi; Chabon da doğrusu üstün bir yazar. Dördüncü denememde okuyabilmemin sebebi nedir peki? Belki de gereken ruh haline ancak girebildim, bilmiyorum. Açıklaması yok.

Daha da tuhafı, bugün okuma tavsiyesi sorsanız, size The Yiddish Policemen's Union'u öneririm. Bitiremezseniz bile Chabon'un kurduğu o benzersiz Alaska kasabasına bir gidin, etrafa bakın. Bakmak yetmez aslında, iyisi mi, gerekeni yapın. Bu kitabı okumasaydım, eksik hissederdim. Bazen başlanan işi gerçekten de bitirmek gerekiyor.

Umudu kesmek üzerine bir roman bu. Kesmeyen kazanıyor.

gazeteci harikalar diyarında ya da HARO

Yıllar evvel bir Aktüel sabahlamasında, beyinlerimiz artık peynir kıvamına gelmişken, Emre'yle (Ünsallı) oturmuş makara yapıyorduk. Haber yazma zahmetini nasıl en aza indirebilirdik? Görüş Merkezi fikri o zaman geldi. Öyle ya, yazdıklarımızı doğrulatmak için haldır haldır birilerini arayıp bulmak, tartışmak (ve bazen de haberden vazgeçmek) yoruyordu. Ama içinde bütün uzmanların yer aldığı bir görüş verme merkezi kurulsa, bir telefonla istediğimiz kişiye bağlanabilsek fena mı olurdu?

Askeri konular için lütfen 1'e...
Tıbbi konular için 2'ye...
Magazin meseleleri için 3'e...

..
..
..

Basın temsilcisine bağlanmak için lütfen hatta kalın.

Biz işin dalgasındaydık tabii. Yanılmışız. Hem de çok... ABD'deki birtakım uyanıklar, görüş merkezini çoktan hayata geçirmiş. Bir farkla. Biz belki ufuk darlığından belki zaten ciddi olmadığımızdan belki de meselenin bürokratik yapısından ötürü bir bina düşünmüştük. Postane gibi, Genelkurmay gibi ne bileyim Dışişleri Bakanlığı gibi... Işıkların hiç sönmediği bir görüş merkezi. 24 saat gazetecilerin hizmetinde.

Help A Reporter Out (kısaltılmış versiyonuyla HARO) ise internetin çocuğu.  Slogan basit: Herkes bir şeyde uzmandır! Gazeteciler soruyor, uzmanı cevaplıyor. Kurucusu tahmin edeceğiniz gibi bir PR uzmanı, Peter Shankman. Kuruluş tarihi (bu kadar geç bu işe uyandığım için kusura bakmayın) 2008. Servisi kullananlar arasında New York Times, Huffington Post gibi kalburüstü yayınlar var.

Sistem tembel gazeteciyi yemlemek prensibiyle işliyor. Muhabir cevap aradığı soruyu siteye yazıyor. Örneğin "2013'te kasırgalar hangi ülkelere zarar ne kadar zarar verebilir" diye soruyor. Meseleyi site üzerinden öğrenen uzman kişi, birkaç cümlelik (tercihe göre daha uzun) cevabını gönderiyor. "Amma çalışmışlar, herkese sormuşlar, bravo" diye okuduğunuz bazı haberlerin arkasında böyle tuhaf bir düzenek mevcut işte.

Haberlerin içinde "uzman" olarak geçmek isteyenler bu iş için para ödüyor. Gazeteciye ise beleş. Kimin bu işten ne çıkarı olduğunu artık siz hesaplayın.

Gazetecilikte dibi gördük diyordum. Görmemişiz. Bence daha da ineriz aşağıya.


yazarak yaşamak

Bir yazarın yaşamını idame ettirmesini sağlayan yazıların kendisi yaşamaz. Onlar hiçbir zaman yazarının en iyi yazıları değildir. (...) Yaşamak için kalemine dayananlar, edebi angaryalarla uğraşmaktan kaçamaz. En iyi ihtimalle, çoğunluğa hitap eden yazılar kaleme almak zorunda kalırlar.

John Stuart Mill, Autobiography

yan yana fotoğraf çektirelim

Soğuk bir sabah. Ben içeriye girdiğimde orta yaşlı Japon çift hesabını ödemiş, gitmek için ayaklanmıştı. Para üstü getiren garsona makinelerini gösterdiler. "Fotoğraf?"

Garson, "elbette" dedi. "Şöyle durun, orası daha aydınlık."

Çiftin erkeği gülümsedi. Japonların o çekingen haliyle, "yok" dedi. "Sizle karım, yan yana, olur mu?"

Garsonumuz, neşeli adam... Biraz şaşırdı, sonra omuz silkti. "Tabii, neden olmasın?"

Kadın, garsonun yanına geçti. Kocası da makinesiyle, beş adım öteye. Tam "çekiyorum" derken...  Garson, kadını bir hamlede kucağına aldı. "Böyle nasıl?"

Adam kafasını makineden kaldırdı, karısına baktı. Kadın bir an dağıldı, sonra kendini topladı, gülümsedi. Adam deklanşöre bastı. 

karanlıkta

"Karanlıkta bir başınıza olduğunuz bir salonda film seyretmenin farklı ve özel bir hissi var. Tiyatroda sosyal bir deneyim yaşıyorsunuz-ki bu da harika bir şey- ama sinemada hikâyeyle tamamen baş başasınız. Tıpkı bir roman ya da öykü okuduğunuzdaki gibi, kendi alanınızı koruyorsunuz."

Yaşayan en büyük oyuncu Philip Seymour Hoffman, Little White Lies'a anlatıyor. Ben de sabırsızlıkla Master'ı izlemeyi bekliyorum. 

allah bizi affetsin

O gün Can'la biraz da içtik tabii.
Laf her yere sıçradı.
Bir ara, hoyratça yırttığı paketten sevecen bir tavırla çektiği sigarayı ağzına götürdü ve şöyle dedi:

"Al şu kâğıdı, yaz, bunun tek çaresi umutsuzluğun algılanmasıdır. Umutsuzluk büyük bir kaynaktır. Bu noktada yaşayabilirsek her şey ortaya çıkacak. Umutsuzluk, benim gibi, Cemal gibi adamların zaten hayatının kendisidir. Türkiye bir Joconda'dır. İstedikleri kadar yüzüne bıyık sürsünler. Bütün şairler, arkadaşlar, Turgut, Oktay, Nazım, Cemal, hatta o aptal şey, hepsinin kararı şu: Biz Joconda'nın bıyığını silmek istiyoruz. Ki gözüksün Joconda! O güzel, o dünya, o felaket kadın -hepimizin aşık olduğu- masum biçimde yaşasın. Biz de maraz olarak defolup gidelim bu dünyadan! Biz uyumu, oyumu, doyumu olmayan birtakım kefereyiz. Allah bizi affetsin!"

176. gün'den. (Günler, Cemal Süreya)

şeylerin ruhu



Tanzanya’nın uzak bir köşesinde, dağların arasındaki Udzungwa Milli Parkı’nda, kaldığım odadan çıkmadan evvel etrafa son bir kez göz atıyorum. Tamamdır, geride hiçbir şey bırakmamışım. Telefon, şarj cihazı, defter, kalem… Toplamışım hepsini. Tek bir şey hariç. Arkamda ne bıraktığımı biliyorum. Canım sıkılıyor. Dönüp o koca dolabı belki beşinci defa açıyorum. Orada, içeride duruyor. Sırt çantam… İçi boş, iyice bırakmış kendini. Yırtık fermuarı kırık bir kol gibi sallanıyor. Canlı olsa, yorgunluktan dili dışarıya sarkmış derdim. Canlı değil elbette; yine de bir tuhaf oluyorum.  Çok gün geçirdik beraber. Böyle bırakıp gitmek koyuyor. Western’lerde yola devam edemeyecek atı vururlar ya… Fermuarını tekrar içine tıkıştırıyorum. Sırtına dostça pat pat vuruyorum. Dolabı kapatıyorum.

Benim hatam değil. Onun hatası da değil ama. Çok yıpranmıştı zaten. Yolculuğun daha başında önce bir fermuarı, sonra diğeri patladı. Mümkünü yok, tamir edemedim. Darüsselam’da idareten bir çanta aldım. Eskisini de, kıyamadığımdan, yol boyu yanımda taşıyacaktım. Bir süre taşıdım da. Ama Udzungwa’da, dünyanın bir ucundaki misafirhane odasında, iki çantayla seyahat etmek saçma geldi. Orada vedalaştık.

Yazar Chuck Palahniuk, Fight Club’da “sahip olduğunuz eşyalar eninde sonunda size sahip olur” der. Yaşantımı bir türlü böyle kuramasam da, katılıyorum bu önermeye. Bir iki istisna hariç. Onlardan birini anlattım işte az önce. Benzer başka eşyalarım da oldu. Sırtımda paralanana kadar kullandığım bir ceket, dikişleri tek tek patlayan bir spor ayakkabısı, bir muhtar çakmağı… Arada bir kafamı kurcalıyor bu mesele. Bir ruhu var mı eşyaların?

Geçenlerde bu konuya öteden beri kafa yoran birisinin yazdıklarını okudum. Psikometriden bahsediyordu. Eşyalardan hareket ederek onların sahibini anlamaya çalışmak, o sahibin sırlarını açıklamak gibi bir tarifi var. Bilim dalı olarak kabul etmek zor tabii; kaldı ki anlamam da bu işlerden. Dolayısıyla, aynı inançla, size de anlatamam. Ama yazıdaki bir iki ufak deney ilgimi çekti.

Birinde yazarın eline (bu tip şeylere inanmadığı eski zamanlarda) gözleri kapalıyken sırayla beş ayrı dolmakalem bırakıyorlar ve hangisinin “özel” olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. İçlerinden biri gerçekten farklı geliyor. Tahmini doğru çıkıyor. Ardından deneyi yapan arkadaşı, o kalemin henüz ölen birine ait olduğunu açıklıyor.

Bir başka deneyde, yazardan, yine gözleri kapalıyken, ağırlığı ve şekli birbirine çok benzer beş ayrı kitaptan hangisinin Başkan Marcos’un biyografisi olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. Tahmini yine doğru (Bu deney biraz  mistik sulara girerek devam ediyor; ben o kadar meraklısı değilim; ama isteyen şurada okusun.)

Biz sorumuza dönelim. Bir ruhu var mı eşyaların? Safça bir soru. Yok elbette. Yine de üzerlerine bir yaşanmışlık siniyordur belki. Bu da bir şey. Dönüp dönüp dolabı açar mıydım yoksa?

sonraki gün