hikâyesini unutan takım


Dün Beşiktaş, Bayern Münich’e karşı Münih’te 5-0 kaybetti. Tuhaftır, kendimi bildim bileli Beşiktaş’ı tutan biri olarak bu skor pek de koymadı bana. “Eh, sonuçta rakip Bayern’di” dedim, kapattım televizyonu. 

Ama maçla ilgili bir başka şey üzdü beni. Dün Beşiktaş formasıyla ilk on birde başlayan yeni transfer Vida, daha on altıncı dakikada kırmızı kart görüp çıktı, bir başka yeni transfer Love bir dakika sonra karşı karşıya bir gol kaçırdı. 

Takımı oraya kadar, terle, gözyaşıyla, emekle sırtında taşıyanlar, ilk defa beraber bir Avrupa deplasmanına gittikleri arkadaşları sahadayken, kenarda oturuyordu. Bir çocuk, diğer çocuğun gözü gibi baktığı oyuncağın değerini anlamaz, belki sakarlıktan belki kıymet bilmezlikten kırar ya da bir kenara bırakıverir ya… Bana öyle geldi dünkü maç…

Tamam yeni oyuncular ne yapsın, tamam herkes kötü oynadı, tamam futbolda böyle duygulara yer yok belki ama ben eskilerin emeğinin hiçe sayılmasına buruldum. Her iyi hikâyede havada bir fısıltı, bir koku, bir rüzgâr dolaşır. Anlatırken, dinlerken birden onu hissedip “İşte buydu” dersiniz. Feci şekilde yenilmiş olsak bile, ileride bir gün “İşte buydu” diyeceğimiz o hikâyesini dün rafa kaldırdı Beşiktaş. En azından bu maç için, hikâyesi falan olmayan sıradan bir takım oldu.

Önümüzdeki hikâyelere bakacağız artık. 

bir tür kütüphane



Cennetin bir tür kütüphane olacağını düşlemişimdir hep... Jorge Luis Borges

Fotoğrafta Dublin Trinity College'ın kütüphanesi (Candida Hofer).


onlara peri masalı okuyun

Neil Gaiman’dan alıntılıyorum: 
Albert Einstein’a çocuklarımızı nasıl daha zeki kılabiliriz diye sormuşlardı. Cevabı basit ve bilgeceydi. “Çocuklarınızın daha zeki olmasını istiyorsanız” demişti; “Onlara peri masalları okuyun. Daha da zeki olmasını istiyorsanız, onlara daha çok peri masalı okuyun.”

Gaiman'ın sözlerinin tamamı şurada.

sokak diplomasisi

Bu blogda şehir tartışmaları iyiden iyiye yer alır oldu. Nasıl olmasın? Ben zaten şehirden konuşmayı seviyorum, şehircilik artık hepten siyasi bir alan, sonuçta her gün yeni bir vaka... İşte son örneği… 

Ankara Belediye Meclisi, ABD’nin Suriye’de YPG’yle yakın ilişkilerine tepki olarak, ABD büyükelçiliğinin bulunduğu Nevzat Tandoğan Caddesi’ni ‘Zeytin Dalı Caddesi’ olarak değiştirecekmiş. Diplomatik kriz için yeni bir açılım ama bize has bir durum değil. 

Washington Belediye Meclisi de daha dün, şehirdeki Rusya Büyükelçiliği’nin üzerinde bulunduğu Wisconsin Bulvarı’nın tam da sefarete ev sahipliği yapan bölümünü ‘Boris Nemtsov Meydanı’ yapan değişiklik teklifini onayladı.  Putin muhalifi, siyasetçi Nemtsov, iki sene önce Kremlin yakınlarında suikast sonucu öldürülmüştü. Gerekçe şöyle: İsmi ve hatırası Moskova’dan kazınmak istiyormuş, ABD de buna karşıymış. Bu durum Washingtonlular’ı ne kadar ilgilendiriyor, kimse sormamış tabii. Sonuçta yüksek devlet menfaatleri… 

Rusya’nın cevabı ne olacak? Moskova’daki ABD büyükelçiliğinin üzerinde durduğu caddenin ismi değişir mi? İlk girişim geldi bile. Milliyetçi bir parti olan Liberal Demokrat Parti milletvekili Mikhail Degtyarev, caddenin değilse de caddeye bağlı olan çıkmaz sokağın ismini değiştirmeyi teklif etti: ‘Kuzey Amerika Çıkmazı’. Şu kadar lafı yazmamın sebebi de öne sürdüğü gerekçe. Şöyle diyor milletvekili Degtyarev: 

“Moskova kadim bir şehirdir; ergen kompleksli Washington’a benzemez. Bu yüzden biz caddelerin hatta ara sokakların ismini gelip geçici siyasi hırslar ve tartışmalar yüzünden değiştirmeyiz. Ama halihazırda adı olmayan o çıkmaza bir isim verebiliriz.”

Makul bir gerekçe. Bir yandan da şunu soruyorum, beğenelim ya da beğenmeyelim, şehirlerin hafızaları tüm bu gelip geçici siyasi hırslardan veya döneme damga vurmuş olaylardan da oluşmuyor mu? 

sen albatrossun büyük düşün

Son post’ta gözümüzün hep dallarda olduğunu yazmıştım. Mavi baştankara, saksağan, karga artık ne bulursak, parklarda bahçelerde peşinden koşuyoruz Dino’yla. İşe Jonathan Franzen’ın National Geographic'teki bir yazısıyla başladığımızı söylemiştim. En aşağıda o yazıdan  bir bölüm bulacaksınız. 
*
Siz okuyup notunuzu verirsiniz de önden şu laflara bir bakın yalnız:  “Genç albatroslar açık okyanuslarda on yıl kadar dolaşıp, karaya ancak yavrulamak üzere dönüyor.” Albatros değil, Herman Melville kahramanı mübarek. Adından mı etkileniyor acaba? Git balina avına da katıl bari! Sen albatrossun hem, büyük düşün!
*
Yakutgerdanlı kolibri arkadaş da ağırlığının üçte birini enerji olarak yakıyormuş. Buna da ElonMusk kuşu diyelim. 
*
‘Kalp kalbe karşı’da bu hafta (yine) Elif Key var. Aynı gün o da ben de kuş peşindeki maceralarımızı yazmışız. Kalemi daha tatlı olduğundan, o bakın kendi meselesini nasıl tarif etmiş: “(…) Bir de bu kadar gürültüyü, kendi kendine konuştuğu için yaparmış. Sanki biri soru soruyormuş da karşısındaki de biraz bekleyip cevap veriyormuş gibi öterlermiş. Birbirini ağır işiten iki emeklinin bankta oturup sohbet etmesi gibi, bağırması ondanmış. Hani biri daha kısa soruları sorandır da, ötekinin cevabı taaa bankanın kampında geçen 1978 yazından başlar ya, hah işte tam öyle."
*

Şurada da Elif’in yazısının linki var: Senin adın 'Zeki' olsun. O da benim yazıya link vermiş. Böyle ayna içinde ayna, çoğalıp gidelim, daha ne! 

*
En üstteki fotoğraftaki arkadaş bir albatros elbette. Ama bu türün Yeni Zelanda’da yaşayan Umut Sarıkaya karikatürü versiyonunu da aşağıya koydum ki, hep böyle haşin haşin geziyor sanmayın. Arada fiti fitisi de var.  
*

Ve nihayet Jonathan Franzen alıntısı da aşağıda: 
(…) Kuşlar hep istediğimiz ama rüyalarımızın dışında yapamadığımız bir şeyi yapıyor: Uçuyor. Kartallar sıcak hava akımlarında hiç zorlanmaksızın dolanıyor, kolibriler havada asılı duruyor, bıldırcınlar yürek hoplatacak hızla uçuşa geçiyor. Toplu olarak düşünüldüğünde, kuşların uçuş rotaları ağaçtan ağaca, kıtadan kıtaya atılmış 100 milyar ip gibi yeryüzünü bir arada tutuyor. Yetişkinliğe erişen Avrupa ebabili yaklaşık bir yıl boyunca havada kalıyor; uçuşu sırasında beslenip, uyuyup, tüy değiştirerek Sahraaltı Afrika’ya gidip geri geliyor. Genç albatroslar açık okyanuslarda on yıl kadar dolaşıp, karaya ancak yavrulamak üzere dönüyor. İzleme altındaki bir kıyı çamurçulluğu Alaska ile Yeni Zelanda arasında hiç durmadan uçarak 11 bin 690 kilometreyi dokuz günde aşarken, yakutgerdanlı kolibri Meksika Körfezi’ni geçtiği sırada küçük bedeninin ağırlığının üçte birini enerji olarak kullanıp yakıyor. Kıyı kuşları arasında görece küçük gövdeli olan büyükkumkuşu, Tierra del Fuego ile Kuzey Kutup bölgesinin Kanada kesimine her yıl gidip geliyor. Türün, bacağındaki etiket nedeniyle B95 olarak tanınan uzun ömürlü bir bireyi, Dünya ile Ay arasındaki mesafeden daha çok kilometre yapmış."  

balıkçıl evinden gelmiş

Bu aralar gözlerimiz dallarda. Kafamızı kaldırıyoruz. Kuşlara bakıyoruz. Dino’yla parklarda kuş peşindeyiz. Güvercinler, saksağanlar, kargalar, ördekler, balıkçıllar… Bir defa görebildiğimiz ama Dino'nun pek sevdiği nazlı kuğu...

Hayatın çok tuhaf yolları var. Bana da bu yollardan biriyle gösterdi kuşları: Yazıyı kullandı. 

Kuş meraklısı (ve gözlemcisi) Amerikan yazar Jonathan Franzen, National Geographic’e şahane bir makale yazmış (bu ayki sayı piyasadan kalkmadan lütfen gidin alın). Ben bu yazıyı bir uyku öncesi Dino’ya okurken ikimizi de fena sardı. Fotoğraflara da kapılıp gittik. O gün bugün aklımız uçuşta, ötüşte, kanat çırpışta. Hem dağarcığımızı da geliştiriyoruz. 

Franzen’dan böyle bir yardım almam tuhaf ama çok da iyi oldu. Doğaya kitaptan çıktım; biraz sapa bir yol. 

Beri yandan şunu da biliyorum: Dino olmasa bu makaleyi de umursayacağım yoktu. Onun ilk tanışları pencereden gördüğü martılar ve kargalardı zaten. Hem çocukları bıraksan doğaya karışırlar; saksağandan tilkiden bir farkları yok. Mesafeyi sürekli açan biziz. Ne diyelim, insan sadece anne babasından değil çocuğundan da öğreniyormuş. Karım da ben de kuşlar konusunda Dino'nun gerisindeyiz. Öğreniyoruz. Kızılgerdanı, sığırcığı, mavi baştankarayı ben işte bu sayede bu yaşımda öğrendim.  

Bir de gri balıkçılı… Acemice çektiğim fotoğrafta gördüğünüz gri balıkçıl (buralarda ‘heron’ diyorlar) Dino’nun ayrı sevdiği kuşlardan. Şehir sınırları dahilinde epey gri balıkçıl var; Amsterdamlılar şehrin sembollerinden biri haline gelen bu kuşu hem seviyor hem de epey arsız olduğu için yaka silkiyor. Yine de tatlı bir kuş; kendini göstermesini, herkesten ayrı, ’cool’ durmasını biliyor. Çabasız şık. Dino, onlarca martı arasından bu fotoğraftakini çok uzaklardan saptadı da (“Balıkçıy evinden gelmiş” diye gösterdi bana) yanına kadar sokulduk. 

Bir de kuğu çıkıp gelse evinden…

müzede bir gündüz


Her şeyde gizem aramayı severiz. İşte bazı tablolara dair çok tekrarlanan bir ünlem cümlesi: Gözleri beni takip ediyor gibi! Bu alanda başı çeken de kuşkusuz Da Vinci’nin Mona Lisa’sı. Ne yapsın kadın, her gün dosdoğru ona bakan binlerce gözden gözlerini mi kaçırsın? 

Bizlere baksaydı bir tablo ne görürdü hakikaten? Amsterdam’ın ‘ağır’ eserlerinin sergilendiği Rijksmuseum’un incilerinden, şehrin çocuğu Rembrandt’ın fırçasından çıkma ‘De Nachtwacht’ın (Gece Devriyesi ya da ‘Yüzbaşı Frans Banninck Cocq ve Milis Birliği’) kahramanları bu soruya güzel cevap veriyor. Olivier Middendorp’un fotoğrafı da hünerli ellerden çıkmış bir tablo gibi… 

PS: Fotoğraf bir okul gezisi sırasında çekilmiş. Her sene 150 bin Hollandalı çocuk, ‘Gece Devriyesi’nin karşısında yerini alıyormuş. 

PS2: Hollanda’daki son koalisyon görüşmeleri sırasında partilerin, okul çağındaki her çocuğun Rijksmuseum’a yılda en az bir defa gitmesinin zorunlu tutulması üzerinde görüş birliğine vardığı basına sızmış. Şimdiki pozisyon, ‘gitseler iyi olur’ şeklinde. 


PS3: Bu mevzunun hası Ben Stiller’lı ‘Müzede Bir Gece’ serisinde işleniyor elbette. Ne tatlı filmdir. Onu seveni muhakkak severim. Bir de ilk filmdeki Amy Adams’ı ayrı severim. Bir de Robin Williams’ı… Off.. Neyse uzar gider bu. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...