radyo dinleyenler, poker masası ve kafası dolu bir kadın

1.
Umberto Eco’dan okudum; ilk zamanlarında radyo tiyatrolarının karanlıkta oturarak dinlenmesi tavsiye edilirmiş. 

2.
Yeni nonfiction kitabı için poker öğrenen Maria Konnikova, 200 bin dolar kazanmış masada. Harikulade bir çaba. Amerikalı nonfiction yazarlarının işini fazla ciddiye aldıklarının da göstergesi. Amerikalı yazar Joshua Foer de (kendisi Jonathan Safran Foer’in kardeşidir) hafıza teknikleri üzerine yazdığı ‘Moonwalking with Einstein’a hazırlanırken, eski şampiyonlardan işin tekniklerini ve inceliklerini öğrenmiş, sonra da kendisi şampiyon olmuştu.

3.
Dino’yla kaldırımda bisiklet sürerken, yanımızdan başının üstünde ağzına kadar dolu, siyah bir çöp torbasıyla bir kadın geçti. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi. Elleri de boştu üstelik.  

4.
Gece gece, hiç hesapta yokken ‘Tomboy’ diye bir film izleyip bitirdim. 2011. Céline Sciamma. Usuldan akıyor, hikâyesini sündürmeden anlatıyor, ders vermeye kalkmıyor. Çocuk oyuncuları (şimdi ne yapıyorlardır acaba) kendi naifliklerini katmayı becererek oynamış. ‘Sciamma’nın, filmin her yerine homojen dağıttığı bir üslubu var. Akmadan kokmadan götürüyor filmi. Düşününce, bu özellik o kadar çok işte eksik ki. 

PS: Fotoğraf 'Tomboy'dan. Jeanne Disson ve Zoé Héran


küçük bir istasyonda

Necati Cumalı'dan taşra güzellemesi: 

Tren küçük bir istasyonda 
Durduğu zaman 
Memurun karısı ya da baldızı 
Bana bütün kadınlardan güzel görünür

şarkıda saklı


Günü ‘Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’ kurtardı. İlham verdi, vermeye devam ediyor. 

“Hâlâ hoş bir havan var ne güzel adın” diyor Alanson. Sonra da “Bir çizik attın gönlüme kanattın” diye devam ediyor. Biricik - Bir çizik. Şarkıya oyun saklamış meğer. Bin yıl dinledikten sonra fark ettim. Bu sırada bulaşık yıkıyor olmamın da payı vardır. Çünkü bulaşık rocks!
Başlı başına bir konu bu: ‘İnsan en güzel ne zaman düşünüyor’ sorusuna bir cevap. Bulaşık yıkarken.  

kesişim kümesi, statü çakarı, kalp kalp kalp...

Twitter’da görüyorum sık; “ben de tam bunu düşünmüştüm” yazılıyor, “bizim evde de aynısı yapılır” yazılıyor. “Aynısını yaşadım” yazılıyor. Sonra iki taraf da seviniyor. Sonra kalp kalp kalp… 

Bu, gündelik hayhuyda da geçerli en sıradan düşüncelerde de. Arkadaşlara, tanışlara, uzaktan tanıdıklara, adına fenomen denilen garabet hesaplara, yarı fenomenlere, bildiğimiz anlamdaki ünlülere söylenen hep bu. 

Hep bir kardeşlik, hep bir ortaklık, hep bir aynılık… “Ne güzel bu kesişim kümesi” diye sevinip duruyoruz. İyi de insan kendisinden bu kadar sıkılırken, başkasında kendi özelliklerini görüp neden sevinir? 

Bunun cevabını hepimiz biliyoruz da kabul etmesi zor.

*
Hazır Twitter üzerine düşünmüşken: Ünlülerin ünlüleri takip etmesi ve genelde onlardan gelen sorulara cevap vermesi, fenomenlerin bunu fenomenlerle, yarı fenomenlerin de yarı fenomenlerle yapması bir acayip değil mi? Çaktırmadan bir kast sistemi kurulmuş, herkesin kafasında bir statü çakarı yanıp sönüyor. 


İnsan, en boktan hallerini, her koşulda yeniden kurmasını çok iyi biliyor.

doğan kardeş abonesi

1948, Ocak. Sabahattin Ali, ömrünün son senesinde. İstanbul’da. Üç ay sonra, Bulgaristan’a kaçmaya çalışırken öldürülecek. 

Hem siyasi ortamın boğuculuğundan hem parasızlıktan kıvranıyor. Ankara’da bırakmak zorunda kaldığı karısı Aliye ve kızı Filiz’e yeterince para gönderemediği için perişan. Onları düşündükçe deli oluyor. Nerede Filiz yaşlarında bir çocuk görse gözleri doluyor. Ayrılık kötü. Ama mecbur buna. Bir yerden kalan parasını kurtarmaya çalışıyor; sonuç alamıyor bir türlü. 

24 Ocak’ta karısına yazdığı mektupta şöyle diyor: “(…) Hayatımda hiç bugünlerdeki kadar sıkılmamış ve imkânsızlıklar içinde çırpınmamıştım. Sizi düşündükçe geceleri gözüme uyku girmiyor. Güç hal ile uyusam bile, birkaç saat sonra uyanıyor ve patlayacak hale geliyorum. Sabahtan akşama kadar dört nala koştuğum halde bir netice elde edilemiyor.”

Bu mektubun hemen ardından, kötü bulutları biraz olsun dağıtacak bir gelişme… Sabahattin Ali, beklediği paranın bir kısmını alabiliyor. Karısına ve çocuğuna derhal 900 lira gönderiyor. İkisine hitaben bir de mektup kaleme alıyor. ‘Sevgili Aliye’sine paranın kalan kısmını da almaya çalışacağını, belki on gün sonra Ankara’ya gelebileceğini, kavuşacaklarını anlatıyor. 

Kızı Filiz’e de şunları yazıyor: 

Sevgili Filiz,

Senin Doğan Kardeş abonesini 5 ay daha yenilettim. Başka bir isteğin varsa bana yaz. Seni on milyon kere öperim. 

Baban
S. Ali

çakma robin hood

Kafe. İki üniversiteli genç aralarında konuşuyor. Biri, sanırım bir öğrenci kulübü için organizasyonlar yapıyor. Birilerini arayıp maliyet hesabı yaptıktan, fiyat aldıktan sonra karşısındakine, “Çalıyorum ama öğrencilerden çalmıyorum, diyor. “Robin Hood gibi zenginlerden çalıp fakirlere veriyorum.” 

Sanırım sponsorları kast ediyor. Bana tuhaf gelen bu değil, etrafında oturanlardan (mesela benden) çekinmeden bunları söyleyebilmesi. Bugünlerde memlekette böyle bir hal var. Hiç de iyi bir hal değil. 

insan cam gibidir

Sabah. Deniz şıkır şıkır, akvaryum gibi. 

Birkaç gün geçince, suyun o ilk, fena çarpan soğuğuna da alışıyorsunuz. İskele olsa iki saniyelik bir mesele bu. Ama denize kumsaldan yavaş yavaş yürüyerek girdiğinizde akıl oyunlarına dönüyor iş. “Üşümüyorum, üşümüyorum” diye kendinize telkinlerde buluna buluna yarı belinize kadar geliyorsunuz. 

Eh, ben her durumda atlıyorum suya. Hemen. O sadece üç-beş saniye süren şoku seviyorum. Hem bu akıl oyunlarına karnım tok. 

Yine aynısını yapacakken, kumsalımızın gedikli yaşlı adamlarından biri uzaktan komut veriyor: 

“Dur”

Duruyorum. Boynuna kadar suyun içinde adam. Dizlerini kırmış, yarı oturur halde, bulunduğu yerden mutlu, gözleri güneşten kısık, süzüyor beni. Ne diyecek diye bekliyorum. 

“İnsan cam gibidir” diyor. 

Afili laf ama sebep? Biraz bön bakıyorum belki. Açıklama geliyor. 

“Yine atlayacaktın suya, atlama öyle hemen”

Doğruluyor; su, şimdi olması gereken yerde, göbeği hizasında. Üzerine avuç avuç su dökünüyor. Ellleriyle göğsünü, sırtını ovalıyor. “İşte böyle yapacaksın” diyor. “Sen yapmıyorsun, hemen atlıyorsun suya, olmaz.”

İzlemiş beni. Benim de onu ve denizde kusursuz bir üçgen kurduğu arkadaşlarını izlediğim gibi izlemiş. Rutinimi çıkarmış. 1-1 berabereyiz. Güzel. 

Sırıtıyorum. “Haklısınız” diyorum. 

Onaylanan haklılıktan güç alarak konuşuyor şimdi: “Tek bir damar ya! Tek bir damara bakar. Birden bir şey olur; belli olmaz yani, aniden atlayınca, sakın. İnsan cam gibidir cam. Kırılır.”

Haklı mı haksız mı bilmiyorum; tartışmak da istemiyorum, suyuna gidiyorum. “Doğru” diyorum. “Yavaş yavaş gireyim bundan sonra.”

“Benim ayağımın altı odun gibiydi, odun” diye devam ediyor sohbete. “Kan çevrimi yoktu. Yeni mahalle doktoru ‘Suya gir’ dedi, ‘Ayağın yumuşasın; sonra kumda yürü, açılır’ dedi." 

“Açıldı mı" diye soruyorum, sohbetin buraya nasıl geldiğini bilemeyerek. 

“Açılmaz mı, rahatım şimdi. Yumuşuyor burada, sonra gidip orada yürüyorum.” Kumsalın ileride kimseciklerin olmadığı bölümünü gösteriyor. 

“Bu saate kadar kimse bir şey dememiş miydi; çok ağrınız olmuştur” diyorum. Bu sohbetin hür ve eşit iradeli bir ortağıyım artık.

“Acımıyordu ama kan çevrimi yoktu işte. Genç doktor dersin, hafife alırsın ama bildi adam. Odun gibiydi ayağım.”

“Keşke daha önce karşılaşsaydınız böyle biriyle” diyorum. Hayıflanıyorum hakikaten.

Karşılıklı susuyoruz. Yeni ısındığım sohbet bitmiş demek ki.

İleriye doğru hamle yapıyorum. Selamlaşıyoruz; ‘Bu kadar konuşmak yeter, artık yüzelim’, der gibi. Suya atlayamıyorum tabii. Çaresiz, yalpalaya yalpalaya biraz daha yürüyorum. 

“‘İnsan cam gibidir’ de iyi eğretileme yalnız” diye düşünüyorum. Nereye çeksen gelir. "Yazarım bunu" diyorum. 

Hafifçe arkama bakıyorum; kumsala çıkıyor adam. Yürümeye hazırlanıyor. 

Su boğazıma kadar geliyor artık. Kafamı sokup yüzmeye başlıyorum. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...