bir sosyal medya gazetesi kurulur mu?

Herkesin kafası farklı çalışır. Yazarken de okurken de. Şunu artık anladım; internet sitelerinden ya da sosyal medyadan haber okumak bana çok yaramıyor. Zihnimi alıştığım gibi çalıştırmıyor. Bana gazete lazım. Maalesef alıp okuyacak çok fazla örnek de kalmadı artık.

Her neyse, bir süredir Gazete Pencere okuyorum. İyi de geldi doğrusu. Düzgün bir alternatif. Tavsiye ederim.

Bir dileğim var. Hayata geçebilecek bir dilek mi bilemem ama yine de var. Sosyal medyadan yıldım ama iş icabı, ‘nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa’, memleketi, hayatı takip etmem lazım. Sadece iş değil, merak da var. Sevdiğim, saydığım insanların düşündüklerini, paylaştıklarını görmek istiyorum ama Twitter’da, Instagram’da, keçiboynuzu misali, azıcık lezzet için bin türlü hoyratlığa, densizliğe, gereksizliğe de katlanmak artık zor geliyor. 

Talebime dönersek… Merak ettiğim hesaplardan günün düzgün, komik, ilginç vs paylaşımlarını ‘bir gazete formatında’ (evet, önemli kısmı burası; gazete formatında) okumak isterdim. İyi, kafama göre bir kürasyon yani. Tamam, yüzde yüz kafama göre olmasa da olur; keşiflere de açık kalsın… 

Kısacası, sosyal medyaya girmeden, sosyal medyanın ilgilendiğim taraflarını bir gazete formatında görmek istiyorum. Evet.

Sanırım zamanın ruhuna epey aykırı, biraz naftalin kokan bir şey yazdım. Dilekçeyle ya da telgrafla da başvursam olurmuş. 

Ne yapayım, böyle. 

koyu kahve şarkıları



Bisikletle sokaklarda turluyorum. Bazen ergen gibi. Kulağımda White Stripes’ın ilk albümü. Bu (şimdi eski olan) ikiliyi çok seviyorum. Hafiften ham denecek kadar sade, hatta çiğ, katır kutur bir müzik yapmışlar. Koyu, ağır bir fincan kahve gibi. Farklı sebeplerden koyu kahveye benzettiğim müzikler arasında onlar da var yani. 

Başka kim? Mesela Tom Waits. 

Mesela Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’da Mazhar Alanson…




kimse müzikten söz etmiyor


Türkiye giderek içine kapanıyor. Bu cümleyi hep kuruyoruz ama her kurduğumuzda bir eşik daha atlanmış oluyor. Kapıları pencereleri sımsıkı örtmeye acaba ne kadar kaldı? 

Sonuçları var bu halin: Bunca sıkıntı, tutuklama, depresyon, hukuksuzluk, intihar yaşanınca, insanlar işlerinden atılınca, KHK’lılar diye bir kavram hayatımıza girince, bilime set çekilince insanın canı dışarıdaki güzel, hoş şeylere bakmak da istemiyor. 

Bakan da baktığını göstermek istemiyor. Komşusu açken tok yatanın utanması gibi. Utanıyorsa tabii.

Bunları gördüğümüz veya görmediğimiz yer sosyal medya. Eh, ortada bir basın da kalmadığına göre, New York Times’ın kendini tanımladığı şekliyle, ‘kendi kendiyle konuşan ulus’un karşılığını en çok sosyal medyada buluyoruz.

Orada konuşmadıklarımıza gelince… Bu çok, çok uzun bir konu. Kısa keseceğim. Sosyal medyada güzel şeylerden konuşma oranı sanırım azaldı.

“Şu film güzeldi”, “Aman bu kitabı okuyun”lar giderek buharlaşıyor. 

Ama en çok müzikten gitti. Nedenini bilmiyorum, kimse müzikten söz etmiyor artık. Film, kitap yine var da (belki görsel yanları da olduğu, fotoğrafa geldikleri için); müzik konuşan pek yok. 

Geçen ay Elbow albüm çıkarmıştı. Klasik Elbow albümü, net, rahat. Bugün de Tindersticks…  Kapalı, gri Kasım günleri gibi kapalı, gri… Olması gerektiği gibi… Spotify söylemese, fark etmeyeceğim. 

Eskiden bu haberi son ben duyardım, bana gelene dek herkes on defa dinlemiş, on defa anlatmış olurdu. 

Artık kimse bunları anlatmıyor. Azar azar azalıyoruz.

PS: Video, albümden 15 gün evvel yayımlanmıştı. Pinky in the Daylight. Albümdeki ilk favorim de bu. Doyamıyorum bu şarkıya. 

hangi aylak adam?

Yıllar sonra Aylak Adam’ı yeniden okudum. Üslup ve teknik olarak yine güzel buldum, Yusuf Atılgan’ın çağını aşan ustalığına diyecek yok ama roman beni ilk defaki gibi heyecanlandırmadı. 

Toy zamanlarımın aksine, aklımda yeni bir soru, bir ikilem var şimdi: 

Aylak Adam’ın Bay C.’si acaba hayattan, sanattan, insandan iyi anlayan, sistem ve toplum karşıtı huzursuz bir anti-kahraman mı?

Yoksa ekmek elden su gölden yaşayan, emeğe yabancı, kadın düşmanı, bencil, maço ve ukâlâ, kendiyle dolu, düz bir herif mi?

İkincisi değildir, diyemiyorum. 

Belki ben büyüdüm, sisteme karıştım; C.’nin söylediği gibi ‘eli torbalı’ biri haline geldim… Ama C. de pek matah biri değilmiş.  Bir rakı masasında karşılıklı otursak, ikinci kadehte kalkardım. 

O da herhalde bir yandan kulağını kaşır, bir yandan arkamdan atıp tutardı.

karşı pencerede

Amsterdam’daki yeni evimiz bir okulun karşısında. Binası ufak, iki katlı, ancak birkaç sınıflık, kendi halinde bir ilköğretim okulu. Pencereleri çocukların elinden çıkma, kağıt süslemerle bezeli. Pervazlarda yine öğrencilerin marifeti rengârenk, minik maketler duruyor. Otomobiller, uçaklar, gemiler, kaleler, kuleler…

Sabah yedi gibi, karanlık dağılmadan daha, bir-iki öğretmen ve görevliler geliyor. Hemen işlerine koyuluyorlar. Okulun ışıkları sapsarı yanıyor. Elektrik düğmesinin döndüğü o ilk anda, sanki pencerelerden dışarı, karanlıkta uzun süre bekleye bekleye yoğunlaşmış bir huzur hissi yağıyor. İçinde bir gün önceden kalma çocuk kahkahaları, telaşlar…

Öğretmenler kâğıtlarını karıştırıyor, laptop’larını açıyor. Süpürgeler işliyor. Bir iş görmenin, birilerine faydalı olmanın saadeti sıralara, duvarlara, raflara, kitaplara yeniden yayılıyor.

Bu dakikalarda evren sanki sadece onlardan ibaret gibidir. İçlerinden birisi, sadece bir tek öğretmen, tek bir hademe bile aksasa, tüm işleyiş, her şey ama her şey bozulacak, karışacak, anlamını yitirecek; önce öyle hevesle beklenen öğrenciler karanlıkta kaybolacak, sonra mahalleler, sokaklar uğuldayacak, derken karşı pencerenin arkasında bekleyen benim kahve fincanım bile birdenbire çatlayacaktır.  

Aksamıyorlar neyse ki.  Hava aydınlanıyor. Öğrenciler geliyor. Ben kahvemi içiyorum. 


sen de biraz naz ediyorsun ama...


Geçen gece rüyamda Barış Manço’yu gördüm. Sanki ona söyleyecek başka hiçbir şeyim yoktu da “‘Gibi Gibi’yi bugün yazsanız linç edilirdiniz” dedim. Şaşırdı. 

Bu konuda onun tarafını tutmadığımı söyledim mi, şimdi hatırlamıyorum. 

kendini iyi biri sanmak

Büyük yazar Tolstoy, Anna Karenina’ya fişek gibi bir cümleyle girer: 

“Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Hikâye değeri olan mutsuzluktur. Sıkıcıdır mutlu aileler. Tolstoy haklı, biz dramayı severiz. Korku, mutsuzluk, kötülük üzerine konuşmadan duramayız. 

Ya iyilik? Tolstoy’un saf iyilik üstüne eseri İnsan Ne İle Yaşar, Anna Karenina’dan çok sonra gelir. Demek ki bir yerde, iyilik de sıkıcıdır. 

*

Hem hepimiz iyi birer insan değil miyiz? Yalan söylemeyi sevmeyiz, iş yaparken hakkını veririz, muhatabımızı bile isteye yanıltmayız, bir yerde zulüm görürsek tabii ki zalimin değil mazlumun yanında dururuz. Dik dururuz, eğilmeyiz, korkmayız. Şüphe var mı?

Kendi çıkarımızın başkasının hakkına gölge düşürme ihtimali doğduğunda, o çıkardan vazgeçip o hakkı savunuruz. Aksini düşünen çıkar mı?

Vatanımız milletimiz ailemiz değerlerimiz prensiplerimiz davamız partimiz, bizim diye tanımladığımız ne varsa hepsine acayip bağlıyızdır. Eh, tabii ki öyle olacak değil mi?

Geçelim bir kalem.

*
Kieslowski’nin ilk filmlerinden Yara’dan (Blizna) daha evvel burada bahsetmiştim. Unutamıyorum o filmi, beni çok etkiledi. Orada tanıdığım Franciszek Pieczka’nın oyunculuk dersi gibi performansının da bunda katkısı var. 

Film, parti tarafından atanan bir fabrika müdürü üzerinden sistemi, toplumu, fabrikayı, devletin işleyişini, halkın derece derece yükselen tansiyonunu anlatıyor görünüyordu. Ama üzerinde düşündükçe esas hikâyenin başka yerde olduğunu fark ettim. 

Kieslowski filmde, topluma faydalı, iyi bir insan olduğunu düşünen birini anlatıyordu. Kendini iyi biri sanan bir kahraman… Ama biz görüyoruz işte; ne ailesine ne topluma faydası dokunan, esasen kendi çıkarlarını, şanını şöhretini gözeten, iyi bir vatandaş olarak tanınmayı dileyen ve kendini sahiden de iyi gören bomboş bir herifti filmin resmettiği. Filmin ismindeki gibi bir ‘yara’sı varsa toplumun, o kahraman açıyordu. Topluma hizmet etmiyordu, ondan faydalanıyordu. Her koşulda aldığı, verdiğinden çok daha fazlaydı. 

*

Çok ama çok zor… Anlatması da zor bunu, yayması da. Tolstoy’un resmettiği mutsuzluğu dinlemek isteyen çok kişi var. Ya bu çok tanıdık, çok bildik, çok sıkıcı, çok gereksiz görünen, ‘iyi falan olmayan iyilerin’ hikâyesini dinlemeye kim talip?

Kendini iyi biri sanan bir insanın içindeki boşluğu, kendini derin gören birinin hakikatteki süfliliğini kim okur, kim seyreder?

Ama bu bizim hikâyemiz… ‘Kötü’ kötülerin, ‘mutsuz’ mutsuzların, ‘berbat’ berbatların, yani bizden başkalarının hikâyeleri değil, işte bu bizim, kendini iyi, merhametli, vicdanlı insan sananların ama iyilikle çok da alakası olmayanların ‘sıkıcı’ hikâyesi.

Biz buyuz. Bu kadarız. Yoksa binlerce kişilik toplumumuzdaki hepi topu üç dört kötü insanın hakkından gelirdik herhalde. 





ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...