gelen bir zebra değil

Coronavirüs salgınıyla ilgili, New York Times kendi salgın hastalıklar muhabiriyle kısa bir röportaj yapmış. Evet, böyle bir muhabirleri varmış; Donald G. McNeil Jr. yaklaşık 20 yıldır dünyadaki salgınları takip edip yazıyormuş. Bugünkü gibi bir durumda ne dediğini dinlemek isteyeceğiniz biri. 

Onca şeyin arasında, salgından hızlı yayılan komplo teorileri hakkında da iki kelam etmiş. Zebra-at benzetmesi özellikle hoşuma gitti. 

“Bazı insanlar yeni ve korkutucu şeylerle karşılaştığında ilk iş komplo teorilerine başvuruyor. Zika’da da böyle olmuştu. İnsanlar virüsün mikrosefaliye [baş ve beynin anormal derecede küçük olması] yol açtığını reddetti ve salgının sebebini kimyasal böcek ilaçları ya da genetiği değiştirilmiş sineklerde aradılar. Ama tıp okurken size şunu öğretirler: Arkanızda ayak sesleri duyarsanız, gelenin evvela bir at olduğunu varsayın; zebra değil. Yani, önce aşikâr teşhisle yola çıkın.”

PS: Kısa röportajın tamamı, New York Times'ın bugünkü e-mail bülteninde; o da şurada


boş ders

Geçen hafta, Hollanda’da ilkokul öğretmenleri greve gitti. Evimizin karşısındaki okul iki gün kapalı kaldı. Sabahın karanlığında ışıklar yanmadı; soğukta bekleyen öğretmenler öğrencilerini kapıda karşılamadı.

Bu ilk grev değil. Daha önce de oldu. İlkokul öğretmenlerinin kazandıkları geçinmelerine yetmiyor. Bu yüzden de kimse buralarda ilkokul öğretmeni olmak istemiyor. Açık var. Dino Bey’in yeni başlayacağı okul için görüşmeye gittiğimizde durumu bir öğretmene sormuştum. “Amsterdam’da öğretmensizlikten eğitimi haftanın dört gününe düşüren okullar var” dedi. 

Hükümet öğretmenlere para ayıramıyor. Dersler boş geçiyor. Kendini medeniyetin orta yeri gören şehirde vaziyet bu. 

Karşıki okulda bugün dersler yeniden başladı. Ama bir burukluk var. 

bodrum'a giden bir otomobil - kayıp belgesel kuşağı 2



İki yılı geçmiş. Meslek hayatımın en güzel anlarından biriydi... Nefis bir Bozburun akşamında, Bülent Ortaçgil’in evinin terasında oturmuş konuşuyorduk. Ortaçgil, şarkılarını söyler gibi, usul usul anlatıyordu. Bir ara sözü, memleket müziğinin en verimli birliktelerinden birinden, Fikret Kızılok ile günlerinden açmıştım. Bodrum’a yaptıkları seyahatlerden konuşurken, eğlenceli bir detay çıktı. Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil ve Erkan Oğur… Aşağıda.

Orada, arabanın tepesinde bir kamera olsaymış, Kızılok, Ortaçgil ve Oğur’u 40 küsur sene önceki halleriyle kaydetseymiş…  

Bir gün bizim müzisyenlere dair bir belgesel ya da film çekildiğinde bu otomobil seyahati de belki yerini alır… 

*

Bodrum’a sık giderdik. Evet, bazı şarkıları orada yaptık. Birini net hatırlıyorum mesela. Fikret elde kâğıt-kalem, her zaman olduğu gibi, ben direksiyonda... Arkada Erkan oturuyor. Konuşarak, tartışarak, ‘Why High One Why’ başlığını bulduk. Gidene kadar adam bizi gülmekten gebertti. Yolda yazdı onu. Biz de kafiyeleri bulduk.
Peki tüm o ‘Adidas’la tekkelere gidersin’ dizeleri falan hep o arabadan mı çıktı?

Valla tam hatırlamıyorum... Hatırladığım, şarkının sözlerinin uzunluğu, arabada yazılanlar yani, yayımlanan halinin iki katıdır, çok fazla dizeyi de elemiştik, “Bu kadar da olmaz, bu kötü” diye atmışızdır. (Gülüyor)."

nereyi koklasan taze taze yarpuz kokuyor

Ne gördüğümüzü biliriz ama gördüğümüzün ismini bilmeyiz bazen.
Neden bilmeyiz peki?
Değer vermediğimiz için mi?
Üşendiğimiz için mi?
Ursula K. Le Guin, Yerdeniz’de bir şeyi gerçekten tanımak için ismini bilmek gerektiğini yazmıştı.
Gerçekten tanımayı umursamadığımız için mi?

Benim için de hâlâ çok şeyin ismi yok. 
Ama bir tanesini listeden eledim sonunda. Yukarıda, başlıkta yazanı…
Yaşar Kemal’in romanlarında, öykülerinde hep geçen, geçtiği yeri buram buram kokutan yarpuzu… 
Arabalarla hep yanından, bazen yürüyerek içinden geçip gittiğim, düzlükleri mora boyayan bu sert, bu karakterli ot. 
Yarpuzmuş adı. 
Sıradakine bakalım.

*

Savrun derler bir su akar. İçinde ne kadar balık varsa yüzündeymiş gibi gözükür. İlkin uzun kavaklar gözükür. Gözükünce dünya bayrama döner. Ot, ağaç, çiçek bayram bayramdır. Bir değirmen vardır Süleymanlıda. Yanından geçerken sıcacık unu kokar. Süt gibi, kar gibi, apak, un. Sonra çınarlar, çınarlardan önce kocaman mor mor çiçeklenmiş, bir kilim gibi serilmiş yarpuz tarlası gelir. Bir zamanlar, bir Hasan vardı. Kır Hasan. Cabbarın oğlu kır Hasan. Anası vardı. Dili tatlı bir kadın. Yarpuz tarlasının oradan geçerken, dünyayı bir koku doldurmuş ki, nereyi koklasan, taşı toprağı, ağaçları, suyu, nereyi koklasan taze taze yarpuz kokuyor. 

Yaşar Kemal - Ortadirek (Dağın Öte Yüzü - I)

ırgatlar arasında - kayıp belgesel kuşağı 1

Orhan Kemal, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’nin (1954) ikinci baskısında, romanda yaşananların ‘hakikat’inden nasıl emin olduğunu anlatıyor: 
“ (…) Bu kitap, kendi bilgi ve görgülerim dışında, bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler. ‘Pardon,’ dediler, ‘bu, bu kadar olur. Bütün anlatıkların doğru. Eksik bile. Çukurova’nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın…’” 
*
1950’lerdeki o geceye gidebilseydik… Orhan Kemal’in, çevresinde toplanan ırgatlara ve işçilere; roman karakterlerinin, Pehlivan Ali’nin, Köse Hasan’ın, İflahsızın Yusuf’un, Hidayetin Oğlu’nun, Irgatbaşı Cemo’nun, Fatma’nın, Katip Bilal’in, Laz Kılıç’ın şivelerini de taklit ederek, gürül gürül yaptığı okumaya tanıklık edebilseydik… Bir odaya, belki büyücek bir salona toplaşmış emekçilerin, yoğun sigara dumanı altında, çay kaşıklarının şıkırtıları arasında, arada bir esneseler de dikkatlerini diri tutarak, onaylayarak, hımm hımm ederek can kulağıyla yazarı nasıl dinlediklerini görebilseydik… 

Bereketli Topraklar Üzerinde’yi bir de böyle ‘okumak’ isterdim. Ben de, Orhan Kemal ve yanındaki emekçiler gibi, geceden başlar, seyrede seyrede sabahı ederdim. 

Bugün olsa, böyle bir gece kayıt altında olurdu. Yakın geçmişte yok… Belki yokluğuyla var.

Memleket edebiyatına, toplumsal hayatına dair ‘kayıp’ belgesellerin en güzellerinden, en dramatiklerinden biri bu. 

Kayıp nice belgeselden sadece biri… 


dünyanın büyüsü kayboluyor

Veronique’in İkili Yaşamı’nı seyrettim. Yıllar sonra yeniden. Film eskimemiş, daha da güçlenmiş, güzelleşmiş. Kieslowski’nin tüm filmleri böyle sanırım. 

Veronique filmde, ‘şeylere’ bakıyor. Işığa, caddeye, otobüslere… Hele elinde çevirip durduğu bir ufak cam küreye… Bakıyor da bakıyor. Kieslowski herkese farklı bir güzellik sunuyor da belki ama film, bana kalırsa, biraz da bu bakış üzerine. 

Üzücü bu aslında. 

Şeylere bakıyor Veronique. Çünkü şeyler var. Hayatımızdalar. Bir evde bir telefon çalıyor. Çevirmeli. Bir odaya gidip telefonu açıyorsun. Yetişemezsen kimin seni aradığını asla bilemiyorsun. Belirsizlik havaya yayılıyor, orada saatlerce, günlerce, belki bir ömür asılı kalıyor. 

Bazen bakıp duruyorsun o çevirmeli telefona. Çalarken bile.

Duvarda bir takvim yok. Bir saat gece yarısını vurmuyor. 

Masanın üzerinde, kahve fincanın yanında bir gazete katlı durmuyor.  

Bir transistorlu radyodan cızırtılı şarkılar yükselmiyor.

Evlerde kitaplık yok.

Hayatımızdaki şeyler azalıyor. Bakamıyoruz bile artık. Tek bir çerçeveye, tek bir şeye, bir akıllı telefona bakıyoruz çoğunlukla. Herkesin kafası önünde. Her şey belirli, herkes birbirine benziyor. 

Dünyanın büyüsü giderek kayboluyor. 



bir tüyle kuş arasında

Nihal sana çok mühim bir nasihat: yapmacıktan daima sakın… Bazı adamlar yazılarında koyu bir ıstıraptan, karanlık bir ümitsizlikten bahsederler, halbuki hayatlarında daima mesut olmuşlar, daima gülmüşlerdir. Bu adamların yazılarının kıymeti yok çünkü yapmacıktır, kıymetin kol kola yürüdüğü kardeş samimiyettir. Mesela ben şiirlerimde gülmekten, neşeden, bahardan, bülbüllerden, güllerden bahsetsem yalan söylemiş olurum. Onların bir kıymeti olmaz. 

İnsanın her yazısı kendinden, benliğinden bir parça olmalı, nasıl ki bir kuşun kanatlarından bir tüy koparabilirsin, bir çuval parçası değil. Bu tüyle kuş arasında ne kadar sıkı muhabbet varsa yazılarla muharririn arasında da öyle bir münasebet olmalı. 

Cahit Sıtkı Tarancı, 16 Nisan 1931. 

(Evime ve Nihal’e Mektuplar, Can Yayınları, Hazırlayan: İnci Enginün)

* Fotoğrafta, Cahit Sıtkı ve kardeşi Nihal

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...