Instagram’da TBT var hani, throwback thursday. Eski fotoğrafları paylaşmanın bahanesi.
Bu aralar daha da arttı TBT’ler, malum, çoğumuz evde.
Ben de burada TBT kabilinden bir anımı paylaşmak istiyorum. ‘Günlerin Köpüğü’ diyerek; dışarıda, sokakta, şehirlerde başıma gelenleri, rastladığım insanları, hele de biraz tuhaflarsa, esrarlılarsa yazmayı severim.
Pencere önü çiçeği gibi kalınca, kaynak da kurudu tabii.
Bu yüzden eskilerden bir anı şimdi. Bir sosyal mesafe ya da mesafelenememe anısı.
Yine de esrarlı bir yanı var.
Esrarlı çünkü bu anı benim mi başkasının mı tam çıkaramıyorum. Bir filmde mi görmüştüm yoksa…
Bazen oluyor böyle.
Benim olmalı, çünkü her ayrıntıyı tek tek hatırlıyorum. İstanbul’daki en eski evimin yakınındaki parktı. Bağlarbaşı’nda. Geceydi. Belki gece yarısından da sonra.
Telefon kulübesi önünde kuyruktaydım. Demek eve daha telefon bağlatmamıştık. Yağmur yağıyordu. Çok değil ama. Usul usul. Kuyruk bir türlü kısalmıyordu. Herkesin söyleyecek ne çok sözü vardı.
Ve kimsenin, tek bir kimsenin bile cep telefonu yoktu. Sene 1997. Sanki asırlar evveldi. Bir yandan da değilmiş gibi.
Bunları hatırlıyorum ama zihnimde bir sıraya sokamıyorum. Bu parkta çok vakit geçirdim, çok hatıram var. En genç, en toy günlerim… Bu anı sanki o günlere ait değil. Tam oturmuyor. Belki üzerinden çok zaman geçtiğinden.
Neyse, önümdeki ben yaşlardaki delikanlı çok sinirliydi. Telefonda oyalananlara laf sokuyordu sürekli. Ama kimsenin onu salladığı yoktu. Göz korkutucu tiplerden değildi.
Yarım saat beklemişizdir yağmur altında. O yarım saati hatırlıyorum, evet. Ama yine de, oturmuyor işte.
Sıra önümdeki çocuğa geldi. Evet, o şimdi bir çocuk. Yaşıttık o zamanlar. Bir hatıra oldu bugün. Ben ondan yirmi yaş büyük bir adamım artık. O hâlâ telefon sırasında.
Konuştu, ağladı, konuştu, ağladı… Kavga ediyordu telefonda. Sevgilisiyle. Yağmur yağıyordu.
Evet, oradaymışım gibi. Değil mi?
Bağırdı en son. Haykırdı demek daha doğru belki. Şöyle her anlama gelebilecek bir söz öbeği. Küfür, acı, utanç, özür, umut… Hepsinden biraz vardı. Ama benim ve sıradaki diğer herkesin kulağına sadece haykırış olarak geldi.
Sevgilisi telefonu bizimkinin yüzüne kapatmıştı.
Kalakaldı delikanlı. Ahize elinden sarktı. Bir sigara yaktı. Hiç acele etmeden.
Zor bir andı, tamam ama yağmur da vardı. Anlayın. Biz sıradakiler tam hareketleniyorken, bizimki aldı ahizeyi güm diye almacın üstüne çaktı.
Ahize düştü. Aşağıda bir sağa bir sola sallandı. Bu, aldı onu yine güm diye yerine çaktı.
Ehh, diye homurdandık biz. Bokunu çıkarma yani.
“Hoop” diye bir ses geldi geriden. “Yavaşş ulan.” Sabrı taşıyordu kuyruğun.
Ben iki adım attım öne. “Hadi birader hadi…”
Bakın, ben diyorum, o kadar benim başıma geldi.
Çocuk bana baktı. Belli, canı yanıyordu. “Kırılmadı siktiğimin ahizesi” dedi, sanki ahize suçluymuş gibi. Dedim, boş ver. “Boş ver abi.”
Boynunu büktü bu. Ağlayacak dedim, şimdi ağlayacak.
Ağlamadı. Onun yerine hiç beklemediğim bir şey yaptı. Ahizeyi yine eline aldı. Şöyle genizden harrrrrrrkk diye bir ses çıkardı. Tükürdü ahizeye. Balgamlı balgamlı. Sonra yine vurdu talihsiz ahizeyi telefon kutusuna. Yine düştü ahize.
Kablodan aşağıya tükürük damlıyordu.
Çekti gitti delikanlı. Hiç kimse de bir şey yapmadı. Yandaki telefonun sırasına girdik. Aramızda bile konuşmadık. Üzülmüştük ama iğrenmiştik de.
Bu iki duygu bir araya geldiğinde ne yapacağını bilemiyor insan. Biz de önümüze baktık.
Hâlâ yağmur yağıyordu.
*
İşte bu kadar. Eski günlerin köpüğü…
Halen emin değilim. Bu benim anım mı? Yoksa birisi bana anlattı da yıllar sonra bunu kendime mi yazdım? Oluyor bazen. Benzer tuhaflıklarla karşılaştım da. Benden çalınan anılar da var. Yadırgamıyorum.
Bilmem siz yadırgar mısınız? Sizin de başınıza geliyor mu yoksa?
Sanki bu ev günleri uzadıkça, dev kedilere dönüşmüş bizler, odalar arasında miskin miskin dolaştıkça, daha çok şey birbirine karışacakmış gibi geliyor bana.
Resim: Tahtabaskı. Nishinomiya Yosaku Hasegawa.