şimdi buenos aires'e bağlanıyoruz



Bir hafiflik ama illa tüy gibi değil. İşini iyi yapmış olmanın iç hafifliği. Yorgunluktan sonra gelen o hafiflik. 

Ya da sessiz sakin bir bahçenin dinginliği… Ama dışarıdan gelen gürültülere açık bir bahçenin. 

Temiz hava insanın içini biraz yakar ya, o temizlik. Ama kirli havaya döneceğini de bilerek ve dönmeyi isteyerek.

Benim için birkaç güzel şey giriyor bu tarifin içine; biri Kevin Johansen’in müziği. Arjantinli bir anne ile Amerikan babanın müzisyen oğlu. İki dile, iki kültüre hakim. Gezmiş, dolaşmış; artık Buenos Aires’ten yayın yapıyor. Uzaklardaki bir arkadaşım, kardeşim, abim gibi seviyorum onu. Tesadüfen bulup dinlemiştim yıllar önce; o gün bugün hayatımda. Bizde pek tanınmıyor. Tanınmasın, benim için ziyanı yok. 

Siz yine de tanışın onunla. 

PS: Bu video 18 yıl öncesinden. Şimdi biraz daha değişti, büyüdü ama ben ilk Daisy'le tanımıştım.


zayıfı feda edenler

Dün Twitter’da rastladım bu fotoğrafa. 

Amerika’da korona tedbirlerine karşı yapılan eylemlerden bir pankart: 

“Zayıfı feda et” diyor. 

Zayıfı feda et ki, çarklar tekrar dönsün, ekonomi işlesin. Fotoğraftan anlıyoruz ki, miting ile ilgili haberde televizyona da yansımış bu kare. 

Trump gibi bir adamı kendilerine başkan seçen aklın altında işte bu zihniyet yatıyor. Nazizme çeyrek bile kalmamış. Beraberce direnmek yerine, yaşlıları, hastaları kenara koyup (ölmesine izin verip yani) yola devam etmek isteyen zihniyet bu…

İşte bu zihniyet, sadece ABD’de değil her yerde yükselişte. Hele Batı’da. Dün her zamanki gündemimiz koronadan konuşurken “Bu salgın ebola gibi Afrika’da başlasaydı, kıtayı dünyaya kapatmayı isteyenler çıkardı Batı’dan. Çin için de istiyorlardır ama kâr etmiyor işte" dedi Aslıhan.

Haklı bence. Kendi vatandaşını, belki anasını babasını bile feda etmek isteyenleri görünce… 

Aklıma esas takılan şu: Pankart oraya gelinceye kadar kaç kişinin gözünün önünden geçti; kimse “Gerizekalılığın lüzumu yok” dememiş mi?

Dememiş. Çünkü faşizmde gerizekâlılığın lüzumu vardır. Hatta daha lüzumlu bir şey yoktur. Gerizekâlılığın sistemi ele geçirmesidir faşizm. 

O yüzden o pankart bir evden çıkıp televizyon ekranlarına kadar gelebilir. 

Demek faşizm ekrana kadar gelmiş. Daha nereye kadar gidecek, esas soru o.

değişecek miyiz?

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demeyi seviyoruz. Büyük büyük laflar. 

Olmayabilir sahiden de ama biz değişmeyi istiyor muyuz?

Daha ilk günden beri maske meselesi kafamı kurcalıyor. Anlatılan şuydu temel olarak: Maske esasen hasta olanlar için gerekli. Onların takması gerekir. Hasta olmayanlar için pek koruyuculuğu yok. 

Nitekim takmadık. 

Ama Uzakdoğu toplumları taktı. Mesele şu ki zaten hep takıyorlardı. Sokakta, metroda, şurada burada maske takan Uzakdoğuluları hep görüyorduk. Ya da Asya ülkelerine gittiğimizde. 

Önceleri onların biraz paranoyak olduğunu düşünüyordum, sonra anlattılar. Hasta olduklarında kimseye bulaşmasın diye maske takıyorlarmış. 

“Aman bana bulaşmasın” diye değil. Bulaştırmamak için. Bu zahmete toplum için katlanıyorlar. 

Son salgında da maskelerini kuşandılar. Alışkanlıkları var. Hasta olan olmayan kim varsa taktı maskesini. Çünkü yine ilk günlerden beri anlatıldığı üzere, kimin hasta olduğu bilinmiyordu. O yüzden maske ancak iki taraflı kullanılırsa işe yarayacaktı.

Sonuç ortada. 

Uzakdoğuluların haricinde kimse maske takmadı. Biz takmadık, takmıyoruz. Takmak da istemiyoruz. 

Neden? 

Sanırım iki cevabı var. Birincisi benciliz. Birilerine hastalık bulaştırmak pek umrumuzda değil. Umrumuzda olsa bile zahmete girmek istemiyoruz. 

İkincisi maskeyi bir hastalık işareti olarak görüyoruz. Steril, sağlıklı toplumlarımızda istenmeyen bir mikrop… Bir tür kirlilik. Medeniyetin geldiği seviyeye yakışmıyor maske. 

Arada dağlar kadar fark var. 

Neyse ki bu salgın vesilesiyle medeniyetin bir yere gelmediğini de anladık. Hem bu işin uzayacağı, kısa bile sürse bu tür salgınlara alışmamız gerektiği de söyleniyor. 

Peki değişecek miyiz? Bence maske bir ölçü olacak. 



Fotoğraflar (yukarıdan aşağıya): Dmirty Kostyukov, Isaac Lawrence, Matthew Abbott, Tyler Hicks, Sean Gallup

biz ruhumuzla uçarız


Ursula: Daha senin yaşındayken ressam olmaya karar vermiştim. Resim yapmayı çok seviyordum. Bütün gün, şövalenin başında uyuyup kalana kadar çalışıyordum. Bir gün birdenbire, neden bilmem resim yapamamaya başladım. Denedim, denedim ama hiçbir şey kâr etmedi. Daha önce sağda solda gördüğüm resimlerin taklitleri gibiydi yaptıklarım ve iyi taklitler de değillerdi. İşte o zaman yeteneğimi kaybettiğimi düşündüm. 

Kiki: Tıpkı benim gibi. 

Ursula: Evet aynı. Ama sonra cevabı buldum. Neyi, neden resmedeceğimi anlamamıştım. Tarzımı bulmam gerekiyordu. Sen uçtuğun zaman, içindeki bir şeyden güç alarak uçuyorsun değil mi?

Kiki: Evet. Biz ruhumuzla uçarız. 

Ursula: Ruhuna inanarak... Evet, evet, işte öyle. Tam da bundan bahsediyorum. Bana resim yaptırtan, arkadaşına ekmek pişirten ruh da işte bu ruh. Ama hepimizin kendi ilhamımızı bulması lazım, Kiki. Bu da hiç kolay değil. 

Kiki's Delivery Service, Hayao Miyazaki (1989)





iki distopyanın çatıştığı gün


Her yerde virüs var. Doğal sonucu, her yerde tedbir var. 

Rüyalarda bile. 

Karantinadayız, evimizdeyiz, dört duvar arasındayız ama bir yandan da, belki yeterince farkında değiliz, bambaşka bir hücredeyiz. Kendi zihnimizin içine hapsolmuş gibiyiz. Hep aynı şeyi düşünen bir zihin. Oradan kafamızı uzatsak, bir başka zihnin de sadece virüsü düşündüğünü anlıyoruz. Bir başkasının da… Herkesin. İster istemez, bu böyle.

Çıkış yok. 

Çıktığımızı zannettiğimizde bile, açık havada kendimizi yeterince özgür hissetmeyebiliriz. Zihnimizin içinde yeterince rahat hareket edemeyebiliriz. 

Murat Belge, her zamanki gibi serinkanlı düşünerek, mevcut durum için güzel bir tanım bulmuş. Dilsel klostrofobi. Bence tam isabet: 

“ (…) Sokağa çıkma, el sıkma, kimseyle sarılışma, mümkünse eve kimseyi alma vb. Ama bundan başka bir de ‘dilsel klostrofobi’ içindeyiz gibi geliyor. Deyimi ben uydurdum. Demek istediğim, konuştuğumuz her şeyin de ‘Koronavirüs’le sınırlı bir hale gelmesi. Onunla ilgili olmayan şeylerle biz ilgilenemiyoruz sanki. Bunlar (yani sonuç olarak her şey) hayatımızdan çıktı. Dolayısıyla ‘Koronavirüs’ kavramı ve adıyla imal edilmiş bir dilsel duvar içindeyiz aynı zamanda. Bunun ne kadar devam edeceğinin de bir tahmini süresi yok. Herhalde hastalık devam ettikçe o da devam edecek.”

*

Merak ediyorum, biz bunu nasıl aşacağız?

Yoksa hiç aşamayacak mıyız?

Algı eşiğimizin müthiş düşük olmasına güvenerek, bir sonraki belaya dek, eski sersemliğimize mi döneceğiz? Unutarak mı yaşayacağız? 

Sosyal medya türü müsekkinlere mi başvuracağız?

Yoksa aşmayı bile düşünmeyip yeni duvarlar mı öreceğiz? Ya da korkumuzdan, çevremize yeni duvarlar örülmesine izin mi vereceğiz? 

Alttan alta ‘Cesur Yeni Dünya’ ile ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ karşı karşıya gelecek gibi. İki distopya çarpışacak. 

Aldous Huxley ile George Orwell’in, öğretmen ile öğrencisinin insanlığa uyarı niyetine yazdıkları karanlık dünyaları… Farklı duvarcılık teknikleri. İlk fırsatta yazacağım. 

Ama önce şu:

Özgürlük önce dilde kaybedilir. Murat Belge’nin icat ettiği terimle ‘dilsel klostrofobi’, bana geleceğin sıkıntılı geleceğini çağrıştırıyor. 

Kendimizi zihnimize kapatmak uzak bir seçenek değil.

Fotoğraf: Joel Marklund. Brooklyn Köprüsü, New York.

bir gün belki hayattan

Instagram’da TBT var hani, throwback thursday. Eski fotoğrafları paylaşmanın bahanesi. 

Bu aralar daha da arttı TBT’ler, malum, çoğumuz evde. 

Ben de burada TBT kabilinden bir anımı paylaşmak istiyorum. ‘Günlerin Köpüğü’ diyerek; dışarıda, sokakta, şehirlerde başıma gelenleri, rastladığım insanları, hele de biraz tuhaflarsa, esrarlılarsa yazmayı severim. 

Pencere önü çiçeği gibi kalınca, kaynak da kurudu tabii. 

Bu yüzden eskilerden bir anı şimdi. Bir sosyal mesafe ya da mesafelenememe anısı. 

Yine de esrarlı bir yanı var. 

Esrarlı çünkü bu anı benim mi başkasının mı tam çıkaramıyorum. Bir filmde mi görmüştüm yoksa… 

Bazen oluyor böyle.

Benim olmalı, çünkü her ayrıntıyı tek tek hatırlıyorum. İstanbul’daki en eski evimin yakınındaki parktı. Bağlarbaşı’nda. Geceydi. Belki gece yarısından da sonra. 

Telefon kulübesi önünde kuyruktaydım. Demek eve daha telefon bağlatmamıştık. Yağmur yağıyordu. Çok değil ama. Usul usul. Kuyruk bir türlü kısalmıyordu. Herkesin söyleyecek ne çok sözü vardı. 

Ve kimsenin, tek bir kimsenin bile cep telefonu yoktu. Sene 1997. Sanki asırlar evveldi. Bir yandan da değilmiş gibi. 

Bunları hatırlıyorum ama zihnimde bir sıraya sokamıyorum. Bu parkta çok vakit geçirdim, çok hatıram var. En genç, en toy günlerim… Bu anı sanki o günlere ait değil. Tam oturmuyor. Belki üzerinden çok zaman geçtiğinden.

Neyse, önümdeki ben yaşlardaki delikanlı çok sinirliydi. Telefonda oyalananlara laf sokuyordu sürekli. Ama kimsenin onu salladığı yoktu. Göz korkutucu tiplerden değildi. 

Yarım saat beklemişizdir yağmur altında. O yarım saati hatırlıyorum, evet. Ama yine de, oturmuyor işte.

Sıra önümdeki çocuğa geldi. Evet, o şimdi bir çocuk. Yaşıttık o zamanlar. Bir hatıra oldu bugün. Ben ondan yirmi yaş büyük bir adamım artık. O hâlâ telefon sırasında. 

Konuştu, ağladı, konuştu, ağladı… Kavga ediyordu telefonda. Sevgilisiyle. Yağmur yağıyordu. 

Evet, oradaymışım gibi. Değil mi?

Bağırdı en son. Haykırdı demek daha doğru belki. Şöyle her anlama gelebilecek bir söz öbeği. Küfür, acı, utanç, özür, umut… Hepsinden biraz vardı. Ama benim ve sıradaki diğer herkesin kulağına sadece haykırış olarak geldi. 

Sevgilisi telefonu bizimkinin yüzüne kapatmıştı. 

Kalakaldı delikanlı. Ahize elinden sarktı. Bir sigara yaktı. Hiç acele etmeden. 

Zor bir andı, tamam ama yağmur da vardı. Anlayın. Biz sıradakiler tam hareketleniyorken, bizimki aldı ahizeyi güm diye almacın üstüne çaktı. 

Ahize düştü. Aşağıda bir sağa bir sola sallandı. Bu, aldı onu yine güm diye yerine çaktı.

Ehh, diye homurdandık biz. Bokunu çıkarma yani.

“Hoop” diye bir ses geldi geriden. “Yavaşş ulan.” Sabrı taşıyordu  kuyruğun.

Ben iki adım attım öne. “Hadi birader hadi…”

Bakın, ben diyorum, o kadar benim başıma geldi.

Çocuk bana baktı. Belli, canı yanıyordu. “Kırılmadı siktiğimin ahizesi” dedi, sanki ahize suçluymuş gibi. Dedim, boş ver. “Boş ver abi.”

Boynunu büktü bu. Ağlayacak dedim, şimdi ağlayacak. 

Ağlamadı. Onun yerine hiç beklemediğim bir şey yaptı. Ahizeyi yine eline aldı. Şöyle genizden harrrrrrrkk diye bir ses çıkardı. Tükürdü ahizeye. Balgamlı balgamlı. Sonra yine vurdu talihsiz ahizeyi telefon kutusuna. Yine düştü ahize. 

Kablodan aşağıya tükürük damlıyordu. 

Çekti gitti delikanlı. Hiç kimse de bir şey yapmadı. Yandaki telefonun sırasına girdik. Aramızda bile konuşmadık. Üzülmüştük ama iğrenmiştik de. 

Bu iki duygu bir araya geldiğinde ne yapacağını bilemiyor insan. Biz de önümüze baktık. 

Hâlâ yağmur yağıyordu. 

*
İşte bu kadar. Eski günlerin köpüğü…

Halen emin değilim. Bu benim anım mı? Yoksa birisi bana anlattı da yıllar sonra bunu kendime mi yazdım? Oluyor bazen. Benzer tuhaflıklarla karşılaştım da. Benden çalınan anılar da var. Yadırgamıyorum. 

Bilmem siz yadırgar mısınız? Sizin de başınıza geliyor mu yoksa?


Sanki bu ev günleri uzadıkça, dev kedilere dönüşmüş bizler, odalar arasında miskin miskin dolaştıkça, daha çok şey birbirine karışacakmış gibi geliyor bana. 

Resim: Tahtabaskı. Nishinomiya Yosaku Hasegawa.


bir karantina gecesi eğer bir yolcu

JK Rowling’in tweetlerinde rastladım. Hangi yazarlarla karantinaya girerdin diye bir liste dolaşıyor. Görüyorsunuz işte, altı ayrı ev, altı ayrı yazar grubu. Hayatta olmayan yazarlar. Sonradan belki biraz daha eğlenceli olsun diye bugünün yazarlarıyla da listeler oluşturuldu. Onları da belki görmüşsünüzdür. 

Ben bu listede birinci evi seçmiştim. Brecht ve Wilde olduğu için. Ama her listede bir iki favorim var. Stein, Marquez ve Joyce’u da isterim mesela. 

Ama ev arkadaşı olmak zordur. Hele böyle sıkıntılı zamanlarda. Evden çıkmadan var olmak, dip dibe dururken arızasız geçinip gitmek gereken zamanlarda. Rowling mesela işe uyanmış, Jane Austen’e bulaşıkları yıkatamazsın, diyor. Haksız mı?

Sonuçta bu evlerin hepsinde hır çıkar; rahat edemem. Rahatıma bakmayı da severim yani. Sıfırdan liste kurdum kendime. Temiz temiz. 

İlk adayım Ursula K. Le Guin. Kitaplarını okurken kendimi güvende hissediyorum hep. Kendi topraklarımda. Yanında da güvende hissederim. Bir dakika, Gülten Akın bir de. İkisinin birbirlerine anlatacaklarını duymak isterim. 

İkincisi JK Rowling’in kendisi. Neşeli insan. Hayal gücü de muazzam. Kafamız uyuşurdu, eğlenirdik bence. 

Sevgi Soysal tabii ki. Çünkü o Sevgi Soysal. 

Bir doktor olmalı. Malum, sağlık sebebiyle içerdeyiz. Doktor Çehov’u yanımızda görmek isterdim. Bir de Rus coğrafyasıyla memurların derecelerini sorup dururdum. Aklım ikisine de basmıyor. Bizden de bir doktor alalım ama neme lazım. Dr. Ercan Kesal, karantina evine bekleniyorsunuz.  

Yaşar Kemal illa olsun. Neşeli, bereketli, sağlam bir insan. Bir röportaj yapamadığım için hayıflanırım hep. Bari aynı eve sığınalım. 

Daniel Pennac, lütfen. Görmüş geçirmiş tecrübeli. Kalabalık evlerde yaşamanın en güzel romanlarını o yazmıştır hem. Şu an onun sularındayız. En sevdiğim sularda. 

Homeros’u da alalım eve. Tamamen muhabbet için. Daha iyi anlatacak kim var?

Sanki dengeli bir ev oldu. Çamaşırı, bulaşığı bana yıkarlar ya neyse… Belki de yanılıyorum, bilemedim. Yeni kuşak bir genç yazar mı alsak? Mevzuyu anlayana kadar iki tur bulaşık kitlerdim. 

Bir dakika… 

Bir de böyle rüzgârlı uğultulu bir gece, birden kapı açılsa… 

Bir kış gecesi eğer bir yolcu misali… 

Italo Calvino da içeri düşse. Ona yakışır bir giriş olur. Alırdık da eve, tanrı misafiridir. Koronanın, karantinanın koşullarını ihlal etmiş ama tipi, boran, kar; yazıktır.   

Gerçi şu an dışarıda bahar fena patlıyor ya neyse…

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...