Gelip geçicidir diye umalım.
Geçmeyecek olan, benim bazı konulardaki inadım, belki de sersemliğim. Günlerin köpüğünün yani sürprizlere açık karşılaşmaların dışına çıkıp hayatın az çok sabit insanlarıyla, sürprizsiz yaşananlardan söz açacağım.
Hayatta tuhaf, hiçbir şeye benzemez bir kategori var. Az tanıdığınız insanlar kategorisi… Amorf, tanıma pek sığmayan, ancak kendi içeriğiyle izah edeceğiniz bir kategori bu. Bir defalığına karşılaştığınız birilerini değil de, pek tanımadığınız komşunuzu, çocuğunuzun okulundaki bir veliyi, işinizde asansörde kahve makinesinde sigara molasında selamlaştığınız yan departmandan meslektaşı, arada bir gittiğiniz bir kafedeki az çok bildiğiniz garsonu ya da göz aşinalığıyla tanıdığınız müdavimi, daha böyle beş benzemez birçok insanı içeriyor…
Hepimizin hayatında var bu kategoriden insanlar. Onlarla havadan sudan konuşursunuz. Nazikçe, kırıp dökmeden… Futboldan hatta siyasetten bahsettiğiniz de olur. Ama karşınızdakinin eğilimini, kimliğini, kültürel kodlarını bilip ona göre konuştuğunuz için bir tartışma yaşamazsınız. Zaten gerek de yoktur tartışmaya.
Mesele aslında şudur: Konuştuğunuz bu insanları tanırsınız. Üç aşağı beş yukarı da olsa tanırsınız. Kültürel kodlar bunun için var. Nasıl bıyık bırakmış, başını nasıl bağlamış, ne giyiyor, ne okuyor, birinden bahsederken hangi sözcüğü ve ses tonunu kullanıyor. Bunları bilmek pot kırmayı önler; “amaan şimdi ne gerek var”ı getirir, neticede kavgayı gürültüyü, olası tatsızlıkları, tuhaf suskunlukları önler.
Yıllar geçti ama ben burada, Hollanda’da bu kodların çoğunu bilmiyorum. Hep Türkiye’yle daha ilgili olduğumdan çok iyi öğreneceğe de benzemiyorum. Bir de Amsterdam’da birçok sohbeti İngilizce döndürebildiğim için kodların çoğu ‘lost in translation’ kurbanı…
Bir kodu iyi öğrendim ama: Doğrudanlık. Ne var ne yoksa doğrudan sormak ve söylemek. Lafı dolandırmadan… Tipik bir Hollandalı özelliği. Çok sevdiğimi söyleyemem, ne de olsa lafı bin dereden getirmeye alışkın bir memleketten geliyorum ama ne yalan söylemeli artık ‘doğrudanlığı’ sık kullanıyorum.
Bu kadar lafı şunun için sarf ettim. Az önce anlattığım ‘az tanıdığımız insanlar’ kategorisinden kişilerle konuşurken laf dönüyor dolaşıyor Türkiye’ye geliyor. Erdoğan, siyaset, şu bu… Bin tane klişe görüş üstüme boca ediliyor. Erdoğan siyasetinin, AKP iktidarının bin türlü hatasının ülkeye bir görünmez ya da az görünüp şimdilik ele alınmayan zararı bu. Bizi pek tanımayan insanlar, mesela bizim çoğunluk İran’ı gördüğümüz gibi, memleketimizi birkaç boyuttan ibaret görüyor. Baskı, hapis, özgürlük gaspı… Ezberci konuşmakla birlikte, temelde hatalı düşünmüyorlar. Ne yazık ki öyle. Baskın öğeler bunlar.
Ama tepemin tasını attıran bir konu var. Bu kişiler, kendilerine hiç bakmıyor. Ülkede ırkçılık, faşizm, ayrımcılık dümdüz yükseliyor. Eskiden sadece Geert Wilders vardı; şimdi bir başka lider Thierry Baudet de var, Baudet’nin partisinden ayrılıp yeni hayat yaşayanlar var, merkez sağın ırkçılığa meyilli ama az ses çıkaran kanadı var. Saymakla bitmiyor. Bu sene Hollanda’nın gündemi seçimdi. Tartışmalar sırasında, gazetelerde, TV’lerde o kadar çok ayrımcı söyleme rastladım ki… Özellikle de Türkiye üzerinden. Üstelik Wilders gibileri bunları ‘siyasi özgürlük’, ‘düşünce özgürlüğü’ vs sosuyla sunuyor. İç bulandırıcı bir hal. AKP rejiminin bir ettiği de işte bu: Irkçıdan özgürlük dersi dinletiyor bize.
Gelelim o az tanınan insanlar kategorisine… Seçim gündeminde, aramızdaki konuşmalarda siyasete çok girildi. Hollanda siyasetine… Ben de hiç sakınmadım kendimi. Wilders, Baudet, diğerleri… Karşımdaki ne düşünüyor, neyi savunuyor bilmeden, söz açılınca bu siyasetçilerin ne aptallıklarını bıraktım, ne çağdışılıklarını. Ne düşünüyorsam doğrudan söyledim. Halen de böyle konuşuyorum. Karşılıklı konuştuğum insanların siyasi aidiyetlerini, kültürel kodlarını falan bilmiyorum. Bazen destek cümleleri geliyor, az da olsa suskunluk oluyor. Neticede ülkede yüzde otuzlara ulaşan bir ‘düz ırkçı’ desteği var. Her üç kişiden biri… Bazılarının arada bir yutkunmasına, belki ya sabır çekmelerine sebep oluyorumdur sanırım. En başta dedim ya, belki bu benimkisi sersemce bir tavır. Ne gerek var yani. Ama bir ülkede yüzde otuz ırkçı parti desteği olup da karşılıklı sohbetlerde sadece çokbilmiş Türkiye görüşlerini dinlemek de adaletsiz. Herkes kendi meselesiyle bir yüzleşsin.
Uzattım galiba. Ama mevzu bu.
Resim, buraların büyük ismi Piet Mondriaan'ın, 1921.