çalışmak yorar

Bazı haberler diğerlerinden güzel. Bu da öyle bir haber. 

Kahramanımız Joaquin Garcia. 69 yaşında, mühendis… İspanya’nın güneybatısında, Cadiz şehrinin Sular İdaresi’nde memur… Memurdu desem daha iyi, emekli olmuş artık. 

Emekliliğinin tadını çıkarıyordur herhalde. 

Zaten memurluk hayatının da tadını çıkarmış. İşe gitmemiş Garcia. Maaşını almış tabii. Güneşli Pazartesiler’i tersinden yaşamış. 

Mesele şu ki Garcia’nın yokluğunu kimse fark etmemiş. Ta ki, 2010’da 20 yıllık hizmetini(!) onurlandırmak için ona bir plaket vermeye kalkana kadar…

Cadiz’in o zamanki belediye başkan vekili Jorge Blas Fernandez, bizzat işe aldığı, sonra da hemen karşı binadaki Sular İdaresi’ne gönderdiği bu mühendisi hatırlamış birden… “Ne oldu ki bu adama yahu” demiş. “Yıllardır görmüyorum, öldü mü kaldı mı?”  Plakete de bir ara kaygıyla bakmıştır herhalde. 


Başkan vekili sormuş soruşturmuş, “Yok” demişler, “Bu adam bize gelip gitmiyor”. “Biz de sizin adamınız zannetmiştik!” Falan filan… Ne yapsın, kafa iznini birazcık uzun tutan mühendisi ara tara buldurmuş vekil bey, “Nerdesin sen kardeşim” demiş. Hık mık etmiş mühendis… “Sosyalistim diye kötü davrandılar” demiş, “Beni aralarına almadılar” demiş… Demiş oğlu demiş. (“Ben işe gittim ama iş yoktu da” diye de savunmuş kendini bu arada). 

Mevzu anlaşılmış!

İspanyol Gazetesi El Mundo, yaklaşık 15 yılı bu şekilde geçiren Garcia’nın 27 bin euro para cezasına çarptırıldığını yazıyor (Belli ki olay da mahkemeyle çıkmış ortaya). Hepsi bu kadar. Hiçbir şey yapmadan senede 37 bin euro kazanan adam herhalde pek itiraz etmemiştir cezaya.  
Zaten Garcia muhtemelen artık bunları aşmış biri. Bunca boş vaktinde bol bol okumuş. Hele Spinoza felsefesinde uzmanlaşmış. 

Goodreads’te şöyle bir alıntısına rastladım Spinoza’nın (gerçek alıntı mı bilemedim ama duruma uyduğu kesin). 

Yaşamak için ne kadar mücadele ederseniz, o kadar az yaşarsınız. Ne yaptığından emin olmanız gerektiği fikrini bir kenara bırakın. Sizin için gerçek olan her neyse ona teslim olun. Siz ızdırap verici her şeyin üstündesiniz. 

Bir de o Cadiz güneşinin altında insanın gerçekten çalışası gelmez herhalde. Fazla çalışan memurlara saysınlar!

En üstteki foto, Garcia'nın çalışmadığı yer. Diğerleri kaytarmak isteyenler için Cadiz şehri. 

hayatının kitabını yazanlar

 Yazmak zor. Gerçekten zor. Burada böyle çalakalem (çalaklavye?) yazmak bile zor bazen hatta. Başlamak, devamını getirmek, anlamak, kendine izah edebilmek, sindirmek… 

Oturup bir roman yazmak hele… Yeni bir fikir bulup (her zaman değil elbette), ondan bir dünya yaratmak. 

Art arda yayımlanan iki kitap, hem bunları hissettirdi hem de iyi geldi bana. 

Murat Gülsoy’un ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’i ve Daniel Pennac’ın ‘Bedenin Güncesi’… Tuhaf bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar.

Gülsoy, kitabın hemen başında, yazının piri Borges’e gönderdiği sitayiş ve sitem dolu mektubunda, “ya her insan hayatını tek bir kitabı mükemmelleştirmeye adasa ve o kitap da yazarı ancak öldükten sonra yayımlansa”  derken, Pennac’ın kitabı tam da bunu yapıyor. Hayatını tek bir eseri, kendi eserini (kendi bedenini) mükemmelleştirmeye adayan ve onu yaşayan, onu yazan bir adamın ‘bedeninin’ güncesi o öldükten sonra ortaya çıkıyor. 

Yazmak zor. Bazen okumak da. Böyle güzel sürprizler o ‘tık’ sesi etkisini yapıyor ama. Her şey yerli yerine oturuyor bir an. Yetiyor bu. 

Gülsoy’un mektubundan uzunca (unutmadan, kitap bambaşka bir yöne gidiyor sonra), Pennac’ın güncesinden orta karar bir alıntı… Buraya dek sıkılmayanlar için… 

---

“ (…) Platon’un düşüncesini takip ederken kendilerini yepyeni bir âlemde bulan insanların yaşadığı şehir devletinin hikâyesidir bu. Yazı yalancıdır, yanıltır, demişti filozof, tıpkı duvarlarda asılı resimler gibi canlı görünürler ama onlarla konuşmaya çalışırsanız size cevap vermezler. Yazmayı önce ayıp saymaları bu öğretiye bağlılıklarındandı. Ama ayıp sayılan, gizlenen her şey gibi yazı da kutsallaştı o ülkede. Gündelik yaşamın içinden kovulup öte tarafa geçti, bilinmeyenin ölümden sonranın alanında kendine yer buldu. İnsanlar özgür kedilerin dolaştığı parke taşlı sokaklara bakarak tüllerin ardından, yalnız başlarına yazdılar hayatları boyunca. Gizli gizli. Hayatlarının kitabını yazdılar. Yaşamak yazmaktı asıl. Ama gizli, görünmeden. Herkesin bildiği, birbirinden gizlediği bir ikinci hayat. Kaçınılmaz son gerçekleştiğinde yakınları bulup çıkardılar yarım kalan kitapları. Ölüm her zaman yarıda bırakandır. Bunu bildiler, söylemediler, sessizce ölülerini gömdüler. Cansız beden mezara girerken elyazmalarını baskıya verdiler. Kitap insanın ölümden sonraki uzantısı, bir ölüm nesnesi. Ancak senin yazdıklarında rastlanabilecek bu garip kentin kütüphanelerinde her kitabın her yazarın tek kitabının olması da bir tesadüf değildi. Tek kitap. Tek hayat. Tahmin edebileceğin gibi, onların dilinde ‘ölü’ ile ‘yazar’ birbirinin yerine kullanılan sözcüklerdi. Elbette ‘yaşayan’ ile ‘okur’ da aynı sözcükle ifade ediliyordu. Böyle bir kentte yaşadığını hayal edebiliyor musun sevgili Borges? Hayatını mükemmelleştirmeye adadığın o tek kitabın okurlarına ulaştığını asla görmeden ölüp gideceğini bilerek yine de yazmak nasıl bir deneyim olurdu? Belki de müthiş bir özgürlük sağlıyordu kişiye. Bu hikâyeyi bulan tarihçinin belirttiği üzere sağlığında pek de fark edilmeyen sıradan insanlar öldükten sonra kitaplarının yayımlanmasıyla birlikte ünlenebiliyor, yakın çevrelerini şaşırtabiliyorlardı. Sıradan bir tüccarın ya da basit bir çiftçinin yazdıklarındaki olağanüstü derinlik ya da akıl almaz dil ustalığı okurların bir başka deyişle yaşayanların insana dair inancını pekiştiriyordu. Böyle bir kitap yayımlandığında insanlar dünyanın gidişatından duydukları endişe ve kaygıları bir tarafa atarak umutla doluyor; yaşamak denilen mucizenin bir kez daha farkına varmaktan dolayı kendilerini şanslı sayıyorlardı. Tıpkı meleklerin ete kemiğe bürünüp göründükleri eski zamanlarda insanların hissettiği biricik olma duygusuydu bu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı… Bazen de tersine, yaşarken çok önemli ve saygın bilinen kimselerin aslında ne kadar kısır, yüzeysel ve kaba saba dünyaları olduğu ortaya çıkıyor ve yakınlarını utandırıyordu.”   

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet - Murat Gülsoy

---

“ (…) Olay şu ki, insan, bedenine dair her şeyi öğrenmek zorunda: Yürümeyi, sümkürmeyi, yıkanmayı öğreniyoruz. Bize gösterilmeseydi bunların hiçbirini yapıyor olmazdık. Başlangıçta, insan hiçbir şey bilmiyor. Hiç ama hiçbir şey. Hayvanlar gibi bön. Öğrenilmeye ihtiyacı olmayan şeyler: nefes almak, görmek, duymak, yemek, işemek, sıçmak, yatmak ve uyanmak. Dahası var! Duyuyoruz ama dinlemeyi öğrenmek gerekiyor. Görüyoruz ama bakmayı öğrenmek gerekiyor. Yiyoruz ama tabağındaki eti kesmeyi öğrenmek gerekiyor. Sıçıyoruz ama lazımlığa yapmayı öğrenmek gerekiyor. İşiyoruz ama ayaklarımıza işememeyi öğrendikten sonra ileriye nişan almayı öğrenmek gerekiyor. Öğrenmek, her şeyden önce bedenine hâkim olmak demektir.”

Daniel Pennac - Bedenin Güncesi (Çeviren: Dilan Kırat)

üç şey - çayırlar, ormanlar ve bıçak


1.
Yeni Zelanda çayırlarından… Pilot-fotoğrafçı Tim Whittaker, koyun sürülerine yukarıdan bakmış… Kuşlar kadar hür koyunlar… 

2.
Cerattepe’de neler oluyor? Daha önce neler oldu? Milli Coğrafya isimli blogdaki iki yazı, bütün bir basını taca çıkardı; şu ana dek daha iyi bir çalışma yok. ‘Artvin Mücadelesine Dair Doğru Sanılan 18 Yanlış’ ve ‘Başbakan’ın Artvin Maden Projesine Dair Doğru Sandığı Yanlışlar’. Bilenler biliyordur muhakkak da benim bu vesileyle tanıştığım blog daha evvel Hopa selinden, ‘Yeşil Yol’dan da bahsetmiş. Alt başlığı ‘toplumu, kültürü ve siyaseti mekân üzerinden düşünmek’. Doğru bir iş, faydalı bir çaba… 

3.
Göstere göstere bilediğin bıçak
Bir gün elini kesecek 

Gülten Akın 

deniz

elmalar vardır öpmek için 
yerleri hiç değişmeyen yıldızlar, 
kokular bilirim, yeni doğmuş ten, 
ve sesin ki denizin koylara girişi 

Melih Cevdet Anday 

şehrin içinde pırıl pırıl bir gazete

Meslek hastalığı belki, gazetecilik üzerine bir filmi beğenmeye zaten hazırım da, Boston Globe’daki bir avuç gazetecinin hikâyesini anlatan bu Spotlight’ı beğenmemek mümkün değildi. 

Biraz kafa dağıtmak için gittik bugün filme, kafa dağıtmak ne kelime, bütün dikkatimizi iki saatliğine bir başka dünyaya ödünç verdik, geri almak da epey zor oldu. Bütün oyuncularının böylesi kusursuz oynadığı bir film, herhalde sinema tarihinde de pek azdır. 

Seyretmeyenler vardır, konusuna girmeyeyim -sonra belki daha uzun yazarım- ama şu kadarı önemli: Konu gerçek. Gazetecilik faaliyeti gerçek. Hayatlar gerçek… 
Bugünün gazetecilik ortamında (ya da ortamsızlığında diyelim) Spotlight’taki gibi bir gazeteci grubunun, bir konuyu böyle yakalayıp üzerine gitmesi, sonuç alması, üstelik gerçekten de dertlere deva olması ilham veriyor. Yaralı parmağa işemişler. 

İlham sadece bizim için değil üstelik. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Boston Globe gazetesinin bile gerçek bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl hayata tutunduğunu görmek güzeldi. 

Filmde çok zekice bulduğum bir unsur, Boston Globe binasını gösteren dış çekimlerdi. Gazetecilerin araştırması ilerledikçe, bina, şehir içindeki silik, önemsiz bir yer olmaktan çıktı; nihayet şehre hâkim, gecenin içinde pırıl pırıl parlayan bir yapıya dönüştü. Bir tür fenere… 


Sonrası Pulitzer zaten… 

En üstteki illüstrasyon R. Kikuo Johnson.

yol bilenler, salyangoz ve hey lucinda


üç şey

1. 
Tindersticks’in yeni albümü yine bir kış klasiği olacak. Kimbilir kaç iç çekmeye, kaç dalıp gitmeye, kaç vazgeçmeye, kaç kabullenmeye eşlik edecek… Hele grubun vokalisti Stuart Staples’in Lhasa de Sela’yla yaptıkları son kayıt ‘Hey Lucinda’yı dinledikten sonra… Çok, çok güzel şarkı… ‘I only dance to remember / how dancing used to feel’ diyen bir şarkı… Rosie Pedlow ve Joe King’in çektiği kısa film / klibi de ayrı güzel. 

2. 
Dün blogda bir alıntı yapmıştım Wade Davis’in kitabı Yol Bilenler’den… Hararetle önerdiğimin tekrar altını çizeyim, 2015’in en iyilerinden biri ‘Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi’ (Kolektif, Çev: Akın Terzi). Alın, okuyun, dünyaya karışın. 
3. 
İşte geliyor ağaç budamaya, 
O ne tafra, o ne kırallık, 
Bir omuzunda balta, ötekinde ıslık, 
Yer değiştiriyor kuşlar dallarda. 

Kente dönen çılgın mızıkacılar, 
Çiçek tozu içinde tunç bir davul, 
Borular arı gibi parlıyor güneşte.

At da sallanıyor, sevinç de, 
Sokağa dökülen sesin demeti. 

Kadın çıkmış salyangoz toplamaya,
Etekliğinde yılın beşinci mevsimi, 
Bakıyor gürültüsüyle memelerinin. 

Ve ağzında nar çiçeğiyle
Çocuk gider tayı sevmeye. 

Yüreği tedirgin eden bilgelik.

Salyangoz / Melih Cevdet Anday

kanada gibi bir yerde insan nasıl evsiz kalır?


Antropolog Wade Davis’in, Kolektif Kitap’tan çıkan harika eseri ‘Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi’ isimli kitabında okudum. Borneo Adası’nın Malezya sınırları içinde kalan eşsiz ormanlarında yaşayan Penanların hikâyesi… 

Bugünkü mülteci krizi için de okunabilir; geriye kalan her şey için de.. 

Penanlar, binlerce yıldır ormanda ‘göçebe’ yaşıyormuş; ormanlarını ellerinden alan devlet ve kereste şirketlerinin zorbalığı onları bildikleri yaşamdan etmiş, yerleşik olmaya zorlamış. Hâlâ ayakta kalma mücadelesi veriyorlar… Postun en sonundaki fotoğraf Surawak isimli yurtlarındaki ormanların bugünkü durumu

" (...) Peki hiçbir uzmanın bulunmadığı, herkesin her şeyi ormanda kolaylıkla bulunabilen hammaddelerden yapabildiği, her şeyin  bilfiil sırtta taşındığı ve maddi birikim yapmaya yönelik hiçbir teşvikin mevcut olmadığı bir toplumda zenginliği nasıl ölçersiniz? Penanlar zenginliği insanlar arasındaki güçlü sosyal ilişkilerin göstergesi olarak kabul ederler, zira bu ilişkiler zayıflayacak olursa, her şey zeval bulacaktır. Şayet bir çatışma hizipleşmeye ve ailelerin uzun süre kendi başının çaresine bakmasına yol açacak olursa, kifayetli avcıların eksikliği yüzünden bütün topluluklar açlık çekecektir. Dolayısıyla çoğu avcı-toplayıcı toplumda olduğu gibi, Penanlarda da birini doğrudan tenkit etmek hoş karşılanmayan bir davranıştır. Topluluğun birlik ve beraberliği her zaman önceliklidir. Çatışma ve öfke çok nadir görülür. Genelde medeni ve samimi davranışlar hakimdir. 

Penan dilinde ‘teşekkür ederim’e karşılık gelen bir tabir yoktur, zira paylaşmak zaten bir yükümlülüktür. Bir dahaki sefere ocağa kimin yiyecek getireceğini kimse bilemez. Bir keresinde ihtiyar bir kadına sigara vermiştim. Kadın sigarayı parçalayıp içindeki tütün dallarını tek tek ayırmış ve yerleşimdeki her haneye eşit olarak dağıtmıştı. Sigarayı ziyan etmişti etmesine ama paylaşma vazifesini layıkıyla yerine getirmişti. İlk ziyaretimden bir süre sonra, bir grup Penan, ormanlarının korunmasına yönelik bir kampanya için Kanada’ya geldiğinde, onları en çok şaşırtan şey evsizler olmuştu. Vancouver gibi müreffeh bir yerde böyle bir şeyin nasıl olabildiğine akıl sır erdirememişlerdi. Bir Kanadalı ya da Amerikalı çocukluğundan itibaren, evsizliğin üzücü ama hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olduğuna inanır. Penanlarsa fakir bir insanın herkesi utandırması gerektiği şiarıyla yaşar. Gerçekten de Penan kültüründeki en büyük kabahat ‘sihun’dur, ki bu kavram da esasen paylaşma aczini ifade eder."

Wade Davis - Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi, Kolektif Kitap (Çeviren: Akın Terzi).




üç şey - ispermeçet balinası, diyarbakır ve fraksiyon

Birincisi, İngiliz gazetelerinin bazılarında haftasonu manşetti. Ülkenin kuzey kıyılarına vuran ispermeçet balinaları (Moby Dick'in torunları yani)... Mürekkepbalığı peşinde sığ sulara sürüklendikleri, sonra da geriye dönemedikleri tahmin ediliyor.
***
İkincisi Evrensel'de çıkan bir yazı. Murat Özyaşar, Diyarbakır'da yaşamayı anlatıyor:

" (...) Sosyal medyadan apararak söylersem: Amed’de simit satan çocuğa 'Günde kaç tane simit satisen,' diye sorana 'Alisen al, almisen devlet gibi ne oyalisen beni' diyen simitçi çocuktur." Tamamı şurada.

 ***

Üçüncüsü, bir haber. Almanya'da Kızıl Ordu Fraksiyonu birdenbire yeniden ortaya çıkmış:

"(...) 'Baader-Meinhof çetesi' diye de adlandırılan Kızıl Ordu Fraksiyonu, 1970 ve 80'lerde düzenlediği saldırılarla 30'dan fazla kişiyi öldürmüştü.

Kızıl Ordu Fraksiyonu, 1998'de yayınladığı bildiriyle 'şehir gerillası faaliyetlerine son verdiğini' açıklayarak kendini feshetti.

Alman yayın kurumu NDR'de yer alan haberlere göre, Bremen kenti yakınlarındaki Groß Mackenstedt kasabasında geçen yıl haziran ayında Real Süpermarket yakınlarında bir para nakil aracını soymaya çalışan üç kişi büyük olasılıkla eski RAF'in (Rote Armee Fraktion) yıllardır aranan üyeleri 57 yaşındaki Daniela Klette, 58 yaşındaki Volker Staub ve Burkhard Garweg.

Polis, olayda soyguncuların bir kamyonetle zırhlı aracın önünü kestiklerini bildirdi.

Maskeler ve kamuflaj kıyafeti giyen soyguncuların yanlarında iki kalaşnikof silah ve el bombası atmaya yarayan bir cihaz bulunduğu belirtiliyor. (...)"
Haberin tamamı şurada


sen her zaman doğruyu söylersin bana

(...) 

Beni Lia kurtardı, en azından bir süre için. 
Piemonte yolculuğuyla ilgili her şeyi (ya da hemen hemen her şeyi) anlattım ona. Her akşam, çapraz göndermeli dosyama eklenecek bilgilerle dönüyordum eve. “Yesene” diyordu Lia, “iğne ipliğe döndün.” Bir akşam, yazı masasının yanına oturdu, gözlerimin içine doğruca bakabilmek için alnına düşen perçemlerini ortadan ayırdı, ellerini tıpkı bir ev kadını gibi kucağına koydu. Onun hiç böyle oturduğunu görmemiştim: bacakları yana ayrık, eteği dizleri arasında gerilmiş. Hiç de zarif bir duruş değil, diye düşündüm. Ama sonra yüzünü gördüm; yüzüne bir parlaklık gelmiş, bir pembelik yayılmış gibi göründü bana. Onu -nedenini henüz bilmiyordum- saygıyla dinledim. 
“Bum,” dedi, “şu Manizio işini ele alış biçimin hiç hoşuma gitmiyor. Önce denizkabukları toplar gibi topluyordun olguları. Şimdiyse loto sayıları işaretliyorsun sanki.”
“Bu Şeytancıları beni gittikçe daha çok eğlendiriyor, hepsi bu.”
“Eğlenmiyorsun, tutku haline getiriyorsun onları; başka bir şey bu. Dikkat et, hastalanırsın sonra.”

(…) 
Eliyle karnına, kalçalarına, alnına vurdu. Böyle, bacakları yana ayrık, eteği gerilmiş otururken, karşıdan bakıldığında -öylesine ince, öylesine kıvrak Lia- sağlam, sağlıklı bir sütanneye benziyordu; dingin bir bilgelik onu aydınlatıyor, anaerkil bir yetke veriyordu ona. 

“Bum, ilk örnekler diye bir şey yoktur; beden vardır. Karnın içi güzeldir, çünkü bebek büyür orada, çünkü senin kuşun sevinçler içinde içeri dalar, tadı güzel besin aşağı iner; işte bunun için, mağara da, girinti çıkıntılar da, kanal da, yeraltı da güzeldir, önemlidir; hatta bizim o güzelim barsaklarımızın imgesine göre yapılmış olan labirent de. Biri önemli bir şey icat etmek istediği zaman, oradan getirmek zorundadır onu; çünkü sen de oradan geldin, doğduğun gün. Üretkenlik bir kovuğun içindedir her zaman; orada önce bir şey çürür, sonra karşında bir küçük Çinli, bir hurma, bir baobab beliriverir. Ama yukarısı, her zaman aşağıdan daha iyidir; çünkü başaşağı durursan kan başına sıçrar; çünkü ayaklar kokar, saçlarsa daha az kokar; çünkü bir ağaca çıkıp meyve toplamak, sonunda yeraltına girip kurtlara yem olmaktan daha iyidir; çünkü yukarıdaki bir şeye çarptığında çok seyrek olarak incitirsin bir yerini (bunun için tavanarasında olman gerekir), oysa düşünce genellikle bir yerini incitirsin. İşte bu nedenle, yukarısı meleklere, aşağısı şeytana özgüdür. Ama az önce karnım hakkında söylediklerim de doğru olduğundan, bunların ikisi de doğrudur; bir anlamda aşağısıyla içerisi güzeldir; bir başka anlamda da yukarısı ile dışarısı. Hem bütün bunların Merkür’ün ruhu ya da evrensel çelişkiyle hiçbir ilişiği yok. Ateş insanı ısıtır, soğukta bronşit olursun, hele dört bin önce yaşamış bir bilginsen. Bu yüzden de ateşin gizemli özellikleri vardır, tavuk kızartmanın yanısıra. Ama soğuk aynı tavuğu bozulmaktan korur, ateşe dokunursan kocaman bir kabarcık olur elinde; bunun için bilgelik gibi binlerce yıldır saklanmış bir şeyi düşünürsen, yüksek bir dağın üstünde (yüksekliğin iyi bir şey olduğunu biliyoruz) ama aynı zamanda bir mağaranın içinde (bu da iyi bir şeydir), Tibet’teki karların sonsuz soğukluğunda (en iyisi de budur) düşünmelisin. Sonra da bilgeliğin neden İsviçre Alpleri’nden değil de doğudan geldiğini bilmek istersen, bunun da nedeni şu: Atalarının bedenleri sabahları uyandığında ortalık hâlâ karanlıksa doğuya bakıyordu, güneş çıksın, yağmur yağmasın diye umarak. Anlaşıldı mı?”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette, yavrum. Güneş iyidir, çünkü bedenimize yararlıdır; akıllı olduğu için her sabah yeniden çıkar. Demek ki geri dönen her şey iyidir; geçip giden, bir daha da görünmeyen şey iyi değildir. İnsanın geçtiği yere, aynı yoldan geçmeksizin geri dönmesinin en kolay yolu bir daire çizerek yürümektir. Halka biçiminde kıvrılabilen biricik hayvan yılandır, yılanlarla ilgili birçok tapımlarla söylencelerin varlık nedeni de budur; çünkü güneşin geri dönüşünü göstermek için bir suaygırını halka şeklinde kıvıramazsın. Öte yandan, güneşi çağırmak için bir tören yapmak gerekirse, en iyisi bir daire çizerek devinmektir; çünkü düz bir çizgi üzerinde yürürsen evinden uzaklaşırsın, bu yüzden de törenin çok kısa kesilmesi gerekir. Bir kuttören için en uygun biçim dairedir; panayırda ateş yutan hokkabazlar da bilir bunu, çünkü daire biçiminde sıralanınca, herkes ortada kimin durduğunu görebilir; oysa bütün bir kabile bir manga asker gibi düz bir çizgi üstünde sıralanırsa uzakta kalanlar onu göremezler; işte bu nedenle, daire, dönemsel devinim, dairesel dönüş, her tapımda kuttörenin temel öğelerini oluşturur.”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette yavrum. Şimdi, yazarlarınızın çok hoşuna giden büyüsel sayılara gelelim. Sen birsin, iki değil, şeyin de birdir, benim şeyim de birdir, bir burnumuz, bir yüreğimiz var; görüyorsun ne çok olumlu şey bir tane. Ama iki gözümüz, iki kulağımız, iki burun deliğimiz var; benim memelerim, senin taşakların, bacaklarımız, kollarımız, kabalarımız hep iki. Üçe gelince, bütün sayıların en büyüselidir üç; çünkü bedenimiz bu sayıyı bilmez, hiçbir şeyimiz üç değil, hem sonra nerede yaşarsak yaşayalım, Tanrı’ya verdiğimiz en gizemli sayı olmalı bu. Şimdi düşünelim: senin şeyin bir tane, -sus şimdi, şakayı bırak- bu iki şeyi bir araya getirirsek yeni bir şey ortaya çıkar; böylece üç oluruz. Yeryüzündeki bütün kültürlerin üçlü yapıları, üçlemeleri olduğunu bilmek için ille de üniversite profesörü olmak gerekmez. Ama dinler bilgisayar kullanmıyorlardı bunun için. O insanların tümü de, senin benim gibi insanlardı; gerektiği gibi çiftleşiyorlardı. Üçlemelerin hiçbiri bir gizem değildir; bizim yaptığımızı, onların bir zamanlar yaptıklarını anlatırlar. Ama iki kol, iki bacak daha dört eder; bu yüzden dört de güzel bir sayıdır; hele hayvanların dört ayağı olduğunu, bebeklerin dört ayak üstünde emeklediklerini düşünürsen; Sfenks’in de bildiği gibi. Beş sayısından söz etmemize gerek yok; bir elde beş parmak vardır, iki elin parmaklarını toplarsan bir başka kutsal sayıyı, on sayısını elde edersin. Hatta On Emir bile zorunluydu; çünkü on iki emir olsaydı, parmaklarıyla, bir, iki, üç, diye sayan papaz, sıra son iki emre gelince, kilisenin kutsal eşya bekçisinin elini ödünç almak zorunda kalacaktı. Şimdi, bedenimizi al, gövdeden çıkan her şeyi say: kollar, bacaklar, baş, penis, toplam altı eder, kadınlarda ise yedi; bu yüzden de bana öyle geliyor ki, şu sizin yazarlarınız arasında altı sayısı hiçbir zaman ciddiye alınmaz, üçün iki katı olması dışında. Yalnızca erkekler için geçerlidir bu; çünkü hiç yedileri yoktur onların. Bu yüzden erkekler yönetirken, yediyi kutsal sayı olarak görmeyi yeğ tutarlar; kadınların memelerini unuturlar, ama çaresiz, katlanacağız. Sekize gelince -sekiz… sekiz… dur, bir dakika, kollarla bacakları birer değil, ikişer sayarsak, dirseklerle dizleri de ekleyince, sekiz oynak organımız olur. Bu sekize gövdemizi de eklersen dokuz eder, başı da sayarsan on. Yalnızca bedenimizi alırsan, istediğin sayıyı elde edebilirsin; delikleri düşün, örneğin.”
“Delikler mi?”
“Evet, bedenimizde kaç delik var?”
“Bilmem” saymaya başladım. “Gözler, burun delikleri, kulaklar, ağız, popo: sekiz.”
“Görüyorsun, değil mi? Sekiz sayısının güzel bir sayı olmasının bir nedeni de bu. Ama benimkiler dokuz! Bu dokuzuncuyla da seni dünyaya getiriyorum, işte bu yüzden, dokuz sekizden daha kutsaldır! Bundan sonraki sayıları da açıklamamı ister misin? Ya da şu senin yazarların sözünü edip durdukları senin şu menhiri inceleyelim istersen. Gündüz ayakta, gece yataktadır; şeyin de öyle; geceleri ne yaptığını söylemene gerek yok; dikleşince çalışır, uzanınca da dinlenir. Demek ki dikey durum yaşamdır, güneşi gösterir. Dikili taşlar da ağaçlar gibi dik durur; oysa yatay durumla, gece uykudur, ölümdür. Bütün kültürler anıtlara, piramitlere, sütunlara taparlar, balkonların ya da parmaklıkların önünde kimse eğilmez. Sen hiç kutsal parmaklık diye bir arkaik tapımdan söz edildiğini işittin mi? Görüyor musun? Hem insanın bedeni de elverişsizdir buna; dikey bir taşa taparsan, insanların tümü de görürler onu. Oysa yatay bir şeye tapacak olursan, yalnızca ön sıradakiler görebilirler onu; ben de, ben de diye  birbirlerini itip kakarlar; bu da büyüsel bir tören için hiç de güzel bir görünüm değildir…” 
“Peki ya ırmaklar…”
“Irmaklara yatay oldukları için değil, içlerinde su olduğu için tapınılır; suyla beden arasındaki ilişkiyi anlatmama gerek yok sanırım… Her neyse, böyle yaratılmışız bir kere. Bu nedenle, birbirimizden milyonlarca kilometre uzakta da olsak, hepimiz aynı simgeleri geliştiririz. Bu simgelerin hepsi de zorunlu olarak birbirine benzer. Bu yüzler, kafalarının içinde beyin diye bir şey olan insanlar, bir simyacının fırınını görünce, her yanı kapalı, içi sıcak olduğundan, çocuğu üreten ananın karnını düşünürler. Karnında bebek İsa’yı taşıyan Madonna’yı görünce, bunun simyacının fırınını anıştırdığını düşünenler yalnızca senin Şeytancılar’ındır. Bir iletim yolu arayarak binlerce yıl geçirdiler; oysa her şey apaçık ortadaydı; aynaya bakmaları yeterliydi.”

“Sen her zaman doğruyu söylersin bana. Benim aynadaki Ben’im sensin; Sen’in gözünle görülen, benim Kendi’msin. Bedenin bütün gizli ilk örneklerini ortaya çıkarmak istiyorum. Birbirimize en yakın olduğumuz anları belirtmek için ‘örnekleri oluşturmak’ deyimini ilk kez o gece kullandık. 

Tam uykuya dalarken, Lia omuzuma dokundu. “Unutuyordum,” dedi. “Gebeyim.”

Foucault Sarkacı, Umberto Eco, Can Yayınları (Çeviren: Şadan Karadeniz)

üç şey

Birincisi Yazıhane’den. Sosyalist Galaksi başlıklı rüya gibi bir yazı. Müellifi Fikret Özer. Şuradan okuyun. 

Tadımlık: 

Tasarımcılar, programcılar hatta sanatçılar Galaksija’ya adeta aşık olmuşlardı. Tamamen el emeğiyle yapılan, çok ucuz, her yönüyle kişisel bir bilgisayara sahip olma fikri çok çekici gelmişti. Hazırlanan yapım kitlerinden 8000 adet satıldı. Derginin o sayısı ise 120 bin adet basıldı. Hazır verilen yapım kiti üzerine kurulsa bile, Galaksija’nın bir kasası yoktu. Kullanıcılardan kendi kasalarını oluşturmaları bekleniyordu. Bu yüzden seri üretim Commodore, Macintosh gibi bilgisayarların aksine hiçbir Galaksija birbirine benzemiyordu.
Artık Yugoslavya’nın da bir kişisel bilgisayarı olmuştu. Fakat yeni bir engel vardı. Bu bilgisayar için oyunlar veya programlar geliştirmek, onları da rahatlıkla ve en az maliyetle dağıtabilmek gerekiyordu. Bu engel aynı zamanda profesyonel bir pilot olan bir radyo programcısının çabalarıyla aşılacaktı. Nedeni basitti, Galaksija bir kasetle çalışıyordu.


İkincisi üstteki fotoğraf. Arka plandan anlamışsınızdır, Londra’dan. 

Üçüncüsü heyecanla beklediğim gazetecilik filmi Spotlight. Boston Globe’un Pulitzer kazanan bir haberinin ardındaki hikâyeyi anlatıyor. Film iyi mi kötü mü bilmem (ki muhtemelen iyi) ama casting çok iyi olmuş. Mark Ruffalo, Rachel McAdams, Michael Keaton, John Slattery, Liev Schreiber… Saf gazeteci tipler. En azından trailer’da. 



hâlâ

Dillerinin ucunda iki kelime duruyor sürekli: Vatan haini… 
Karşılarında olana söylüyorlar, yetmiyor. Yanlarında durup azıcık huysuzlanan için de hazır. Vatan hainisin!

Kendileri gibi düşünmemek yeterli. Onlar ne düşünüyor peki vatan dedikleri bu sürekli ihanet edilen yer hakkında? Orası meçhul… Kendileri de bilmiyor. Başlarındaki adamın düşüncelerine göre değişiyor o kısım. Çok değil, geçen seneki -yine montajdan ibaret, gayrısamimi- fikirlerine dönseler, kendilerini de ihanetten yargılamaları gerekir. Geçelim. 

‘Kanlarında duş alırız” diyenlerin yanında durmayı mı vatanperverlik olarak görüyorlar yani? Bu kadar düşülür mü?  

Hadi bir kısım 'kendini bilmez' ihanet etti diyelim! Peki kendileri ne yapmış bu vatan için? Bir derde çare olmuşlar mı; bir şiir, bir roman, bir öykü bırakmışlar mı; bir icat yapmışlar mı; bir yaralı parmağa işemişler mi? 

Kuru gürültüleri duyulmasın, koflukları bilinmesin, yaptıkları haksızlıklar unutulsun diye dillerinin ucuna yapışık olmasın bu iki kelime... 

54 yıl önce bir başka ‘vatan haini’ de yazmış, buyurun.

“Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
ben vatan hainiyim. 
yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” 
  

Serbest düşüş de devam ediyor hâlâ… 

ahab aslında kimdi?

Moby Dick'in aslında neden bahsettiği mevzuuna bir önceki post'taki gazete yazısı vesilesiyle girmiştim.  'Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım' ile 'Bizans'ta Kayıp Zaman'ını döne döne okuduğum yazar Mehmet Coral, sağolsun "Bir de şuraya bakmalı" diyerek ek yaptı. Buraya alıyorum: 

* Kitap büyük ölçüde İncil'e göndermelere dayanır.
* Kaptan Ahab, İncil'deki putperest kral Ahab'ın edebi bir reenkarnasyonudur.
* Pequod, noel günü denize açılır. Yani, İsa'nın doğum gününde, Miladın başlangıcında vs.
* Ahab, insanın içindeki kötüyü simgeler. Kaderi yeneceğini, tanrıyı öldüreceğini, evrene sahip olacağını sanır. Moby Dick, onun için bu metafizik gücü simgeler. Daha önceki çatışmalarında yenilmiş, bir bacağını kaybetmiştir. Ancak, intikamını almak, en büyük gücü öldürmek için misyonuna devam eder.
* Kitaptaki diğer bütün karakterlerin İncil'de belirli karşılıkları vardır.
* Bugüne uzanan en ilginç öğe ise STARBUCK'tır. Simgesi 'denizkızı'dır.

PS: Belli ki Starbucks kahve zincirine, isim illa Moby Dick'ten gelecekti... Önce direk geminin ismi Pequod ile gitmişler; içlerine sinmemiş... Starbuck'ı seçmişler.

moby dick aslında neyi anlatıyor?


Klişe cümle cuk diye yerine oturuyor: Herman Melville'in ölmez eseri... 'Moby Dick, Beyaz Balina'yı, Ron Howard filmi 'Denizin Ortasında' vesilesiyle yeniden hatırladık. Bu yılın siftahı niyetine, 3 Ocak tarihli Hürriyet Pazar'da bu büyük beyaz'ın çevresindeki efsane halesini yazmıştım, buraya da alalım. (Sonsuza doğru uzayıp gitmesin diye, bir sonraki post'la ayırdım). Gazetedeki yazı aşağıda. Bir sonraki post'ta bir başka katkı gelecek... 

* 1820 yılının en büyük hikâyelerinden biri... Balina gemisi ‘Essex’, Polinezya adaları civarında dev bir ispermeçet balinası tarafından batırılmış, tayfası kayıplara karışmıştı. Ama kötü haber, zamanın koşullarında, tez ulaşmıyordu. Olay ancak 1821 yılında haber oldu İngiltere ve ABD’deki gazetelere. 92 gün Pasifik’te yol alıp, kendi arkadaşlarını yiyerek kurtulan sekiz kişinin öyküsüyle birlikte... Bu ve benzer hikâyeler, Melville’in 1851 tarihli romanı ‘Moby Dick’e ilham verecekti (Cuma günü vizyona giren ‘Denizin Ortasında’ bu ilhamın izini sürüyor zaten). 

* Bu sadece bir balina avı macerası değil. Daha fazlası. Düşünün, Sanayi Devrimi yılları... Balina yağı, dönemin petrolü... Gemicilerse, uzak coğrafyalarda bahtlarını arayan madenciler (hatta yönetmen Ron Howard’a göre ‘dönemin astronotları’). Aydınlatma için elzem olan yağ, balinadan geliyordu. Pistonlar, dişliler, tezgâhlarda en iyi sonucu bu yağ veriyordu.  Arabadan lambaya her yerde o kullanıldı. Dönemin plastiğine en yakın madde yine balinadan elde ediliyordu. Parfümlerde kullanılan esmeramber de. Yani balinalar, Sanayi Devrimi’ni sırtında taşıdı. Elbette kendi istekleri dışında ve soyları tükenme pahasına... 

* Bir ufak giriş bilgisi... Moby Dick’in açılış cümlesi birçok listede dünyanın en çok bilinen ilk cümlesi olarak geçiyor. “Bana Ishmael deyin” diye açılıyor Moby Dick (Orijinal dilinde ‘Call me Ishmael’). Sürpriz bir ismin, oyuncu Tom Hanks’in tanıklığına başvuralım. Daktilo delisi yıldız, 2013’te New York Times’a yazdığı makalede şöyle diyordu: “Şunu bir deneyin; ‘Moby Dick’in açılış cümlesini 1950 model bir Olympia daktiloda yazın, ‘Call! Me! Ishmael!’ diye ses verecektir.” 

* Yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan eski kuşaktan, maceracı bir adamdı Melville. Balina avını, deniziyle, gemisiyle, tayfasıyla, kimilerinin ‘bu bir av rehberi olmuş’ eleştirisine yol açacak kadar isabetli aktarabiliyorsa, sebebi o gemilerde, sert koşullara dayanarak bizzat çalışmasıydı. Bu, onun aktarım gücü; peki Moby Dick’in kendisi neden bu kadar büyülüyor halen bizleri? Çünkü o dev beyaz balina gerçek... Bir King Kong, bir Godzilla değil; ‘mış gibi’ yapmıyor! Jaws gibi sörfçüyle, yüzücüyle, ufak teknelerle uğraşmıyor;koca gemileri terorize ediyor. Moby Dick, bugün geldiğimiz aşamada en karanlık uzay filmlerinde ne olduğunu tasavvur bile edemediğimiz yaratıkların işlevini görüyor. Sınırları zorlayan, yeniyi keşfetmeye çalışan insanlık için hem sonsuz bir merak kaynağı hem tüketim fetişi hem de kâbus oluyor. 

* Herkesin sadece bir balina ve amansız mücadele gördüğü yerde, çok daha fazlasını arayan da var. Moby Dick’in aslında ne olduğuna yüz yılı aşkın süre içinde onlarca farklı cevap verildi. Romanı, Sabahattin Eyuboğlu ile birlikte Türkçeye çeviren Mîna Urgan’dan eleştirmenlerin onu ne şekillerde değerlendirdiğini öğreniyoruz. Doğanın yaban güçlerinin simgesi... Kader... Tanrı... Evrenin çözülmez gizi... Para ve ağır endüstriye dayanan sömürücü sınıf... Bilinçaltı... Nefret edilen baba otoritesinin ve baskının bir simgesi... Hatta beyaz ırkın psikolojik bakımdan yitirdiği cinsel gücün simgesi... Yani hemen hemen her şey... "

* Peki romanda, hayatını Moby Dick’i öldürmeye adamış, karizmatik ve lider özellikli, efsanevi Kaptan Ahab neyi temsil ediyor? İnsanlığın tüm gizi, çabası, amacı, yıllar içinde edebiyat tarihinin en karmaşık karakterlerinden Ahab’ın şahsında da arandı. 2009’da yitirdiğimiz iletişim profesörü Ünsal Oskay bir makalesinde, Ahab’ın bir ‘direniş sembolü’ olduğunu anlatıyordu. Neye direniş?  “(...) Çağdaş toplumsal yaşam ve bunun insanı ‘başı bağlı balık’ haline getiren yanları, Melville için, insanın binlerce yıldan beri yaşadığı fakat artık kesinlikle karşı çıkması gereken tüm olumsuzlukların, tüm insansal sorunların odağı olmuştur. ‘Bir ulu ağacın dimdik gövdesini yukarıdan aşağı didiklemesine yaran bir yıldırımın izi’ gibi, binlerce yıllık kaderini yaşayan insanoğluna, ‘dik bakışlı, inatçı, sonsuz bir gücü olan’ Kaptan Ahab’ın kararlılığı ile bu amansız kadere karşı direnmekten başka çaresi olmadığını anlatır. (...) Bir öncü olarak Ahab, ‘içinden dışından kemirilmiş, yanmış, iflah olmaz bir derdin pençesine düşmüş’ bile olsa, ‘canavarların en korkuncuna mızrak vurmak için’ yola çıkan insandır. (Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri, İnkılâp Yayınları) 

* Birçok eleştirmen, Moby Dick’in aslında ABD’yi anlattığını, o okunmadan Amerika’nın da anlaşılamayacağını düşünüyor. Hayatı bu kitapla açıklayan başkaları da var. Mesela Batı Almanya’da özellikle 1970’lerde etkili olan radikal sol örgüt ‘Kızıl Ordu Fraksiyonu’ (kısaca RAF) romanı bir anahtar olarak görüyor; örgütün üyeleri kendilerini balinayı yani Almanya’yı ne pahasına olursa olsun öldürmeye çalışan Kaptan Ahab ve tayfasıyla özdeşleştiriyordu. Her birinin romandan gelen bir takma ismi bile vardı.

* Melville'in kitapları, Moby Dick dahil, sağlığında kabul görmedi. Ancak 1910'lardan sonra Melville 'dahi yazar' statüsüne yükseltildi; Moby Dick ise roman tarihinin en iyileri arasına girdi. Yazarına sağlığında bir hayrı dokunmadı ama bu koca balina zaman içinde sayısız esere, fikre, isme ilham verdi. En basiti, dünyanın en büyük kahve zinciri Starbucks'ın ismi romandaki ikinci kaptandan geliyor."

öyle bir rüzgâr geçer

Tam karların eridiği günlerdi
Taşan çaylar gördük yol üstünde
testere sesleri duyduk dağa varınca
koruda hızarcıları gördük

bazen bir söz çalınır dillerinden
şimdi uzak dağlarda, o koruda
bir dönem dallarında dolanırdı ya
öyle bir rüzgâr geçer yüreklerinden

Necati Cumalı - Göç





Fotoğraf: Slovenyalı kayakla atlamacı Peter Prevc, Almanya'da Garmisch-Partenkirschen kasabasında yapılan turnuva öncesi antremanda... Burası, tahmin etmişsinizdir, Bavyera. Şarkı da Yeni Türkü'nün muhteşem olduğu dönemden, Dünyanın Kapıları'ndan. 

ay sarayında