"Telafisi imkânsız kayıpların içinden bir tek yazmanın gündelik rahatlığını geri almak isterdim. Beni saçlarımdan tutup yakalayan ve gücümün sonuna geldiğimde yeniden doğrultan satırları..."
Son zamanlarda en çok okuduğum yazar, Roberto Bolano. Burada da bahsediyorum bazen; geç buldum çabuk kaybettim. İlk kitabını okurken 2003'te öldüğünü bilmiyordum. Yazdıklarını bitirmeyeyim diye gıdım gıdım ilerliyorum
Tuhaf kitapAntwerp'i yeni bitirdim. Türkçe'de henüz yok ama meraklısı beklemesin. David Lynch, Kayıp Otoban'da ne yaptıysa, Bolano Antwerp'de onu yapıyor. Görüntüler yerine kelimelerle ve tabii Lynch'den çok daha önce. 1980'de yazmış; 2002'de yayımlamış. "Bu kitabı kendim için yazdım; ama bundan bile emin değilim."
Çok zor bir yazıydı... Şöyle söyleyeyim, bugüne kadar dinlediklerim içinde yukarıdaki şarkıdan daha önemlisi yok benim için.
BİR ÇİZİK ATTIN GÖNLÜME KANATTIN
Bazı tuvalleri kazıdığınızda altından başka bir resim çıkar.
Mazhar Alanson’un “Yandım”ını kazıyınca da farklı bir şarkı buluyorsunuz.
“Hatıralarımın üstüne oteller yapmışlar” diye başlayan… Alanson, Yandım’ı
yıllar içinde tamamladığını söylüyor. Yazmış silmiş yine yazmış, derken son
halini almış şarkı. Bugünkü versiyonda yer vermediği ilk dizesinin nasıl
çıktığını, 14 yıl önce hevesle anlatıyor. Mekân Kanal D stüdyoları, program
Okan Bayülgen’in Zaga’sı… Her Şey Çok Güzel Olacak yeni vizyon görmüş, öyle
eski bir dönem. “Bu arkadaş Bodrum’a gitmiş, hayran olmuş; bir aşk şarkısı da
yazmış. Yirmi yıl sonra yine gidince bir de bakmış ki…” Sonra başlıyor
şarkısına: “Hatıralarımın üstüne oteller yapmışlar, yandım yandım ki ah ne
yandım…”
Şarkı değişti, hepimizin ezberlediği halini aldı. İlk dizeler
sadece eski kayıtlarda artık. Bodrum’daki inşaat hamlesiyse tam gaz devam
ediyor. Yeni oteller, tatil köyleri, villalar yapılıyor. Bunlardan birinin yaz
başında televizyonlarda dönen reklamını da Mazhar Alanson seslendiriyor: “Her
şeyi geride bıraktım. İçimden güzel bir şarkı mırıldandım…” Sözlere girmeden,
mahcup mırıldandığı o melodiyi iyi tanıyoruz: “Bodrum Bodrum…”
Televizyon reklamları, Alanson’un sevdiği ve çok da başarılı
olduğu bir mecra… Onu bugünlerde bir tavuk firmasının reklamında seyrediyoruz.
Etrafını sarmış çocuklara neşeyle gitar çalıyor. Zeka küpü, gürbüz, bacak kadar
veletler, “Mazhar Abi”lerine akıl veriyor; o da karşılığında bizim de çocukken
pek sevdiğimiz bir şarkıyı, Peki Peki Anladık’ı onlara armağan ediyor. Birazcık
revize ederek tabii… Ham ham ham…
Nasıl anlatsam nereden başlasam… Mazhar Alanson reklamları
saymakla bitmiyor. Bazısında tek tabanca, bazısında MFÖ’nün diğer üyeleri Fuat
ve Özkan’la beraber. Ama şarkılar sabit; hep başroldeler. Hatta bir tanesi
(Peki Peki Anladık) duble bile yaptı. Güllerin İçinden, Ele Güne Karşı, Ali
Desidero, Yalnızlık Ömür Boyu, Bu Sabah Yağmur Var İstanbul’da, Hindistan…
Uzayıp gidiyor liste.
Muhabbet karşılıklı. Reklamcılar da Alanson’u seviyor. Olmaz
denen ürünü sattıracak ses onda, şeytan tüyü onda, oyunculuk onda, ezberimizde hazır
duran şarkılar onda. Bu kadar artı başka kimde bir araya geliyor? Ağırlığı var;
söylediği her söz ferah ferah slogana dönüyor (“şapkasız çıkmam abi”yi
hatırlayın.) Reklamcılar için rahat iş. Yalnız insan merak etmeden de
duramıyor. Bir reklamcı, kapısını çalıp “Şimdi Mazhar Bey, aklımızda böyle dert
üstü murat üstü bir ortam var, çocuklar var, siz varsınız, hep beraber dans
ediyorsunuz, bir yandan da ‘ham ham ham’ diyorsunuz” diye bir teklif
götürdüğünde, Alanson’un onu baltayla kovalamasını beklersiniz. Kovalamıyor;
içeri buyur ediyor.
Bana kızanlar hakkını
helal etsin
Elbette eleştirileri de buyur etmek zorunda kalıyor. “Bu
şarkılar sadece senin değil, bizim de, öyle uluorta kullanamazsın” diyor
sevenleri. İlk başlarda kızıyordu. Cevap verirken “ne yapalım, sürünelim mi”
demeye getiriyordu. 2003’te Cumhuriyet Gazetesi’ne her şeyin nasıl başladığını
şöyle anlattı örneğin: “Hepsi unutuluyor Türkiye’de. Bunu bana Özkan öğretti.
(…) Bob Dylan’ı, Leonard Cohen’i siz öyle reklamda göremezsiniz. Burası
Türkiye’dir. İşimiz gücümüz, çoluk çocuğumuz var. Özkan’ın ‘Mick Jagger da
gelse onu jilet reklamına çıkarırlar’ diye bir sözü vardır.”
Sonra derisi kalınlaştı; biraz yumuşadı da. 2006’da Nokta
Dergisi’ne verdiği bir röportajda Murat Menteş’e şunları anlatıyordu:“Hamdolsun, albümlerden üç beş bir şey geldi
yine, ama ben donla reklama çıkmasam kazanamazdım. (…) Ben müziklerimi helal
ettimse, bu reklamlar yüzünden bana kızanlar da haklarını helal etsinler.”
Söylediği gibi, “burası Türkiye,” doğru. Alanson’unki de
belki Türkiye’ye özgü bir tuhaflık. Dünya üzerinde aynı anda hem maddiyatı hem
de maneviyatı tartışılan bir başka insan var mıdır? Neredeyse yirmi yıldır
umreye gidip geliyor; tarikat ehli olup olmadığıyla, sufizme ilgisiyle, MFÖ
albümlerine koyduğu ilahilerle sürekli gündemde. Bir de bu reklamlar… Öyle ki,
2009’da yayımladığıMazhar Olmak isimli
biyografisinde (ki tesadüf işte, o da bir reklam firmasının, Alametifarika’nın
yayınevinden çıktı) Cem Yılmaz’la beraber seslendirdiği Psikopat şarkısını bir
türlü değerlendiremediğinden dert yanıyordu: “Şarkı öyle söylediğimiz halde
kaldı. Belki ileride reklamda falan kullanırız."
Mal onun, keyif onun, meydan onun; bize karışmak düşmez.
Yine de yanıldığı bir nokta var. Büyük isimleri Türkiye’ye getirmeye gerek yok;
reklam işinden dışarıda da ekmek yiyorlar. Michael Jackson, Pepsi’ye “Billie
Jean’ini vermekle kalmamış, hem bizzat reklamda oynamış, hem de sözlerini ürüne
uyarlamıştı. Mick Jagger Satisfaction’ı ve diğer birçok şarkısını reklam
jingle’ı niyetine sattı. Yalnız, zamanında saydıkları arasında Leonard Cohen de
var ki onu ayrı tutmak gerek. Bir zamanlar “artık turneye çıkmam” diyen Cohen’i
Eylül’de İstanbul’da göreceksek sebebi borç batağı. Cohen bu yaşında, kafasını
suyun üstünde tutabilmek için sadece albüm yapıyor, konser veriyor; harici
formüllere gönül indirmiyor.
Son örnek boşa değil. Bizim Cohen’imiz de Mazhar Alanson.
Türkiye’nin en iyi, en çalışkan güftekârı… Aynı kuşaktan bir başka ustanın,
Bülent Ortaçgil’in “benim armoni bilgim ondan iyidir; ama o da benden daha iyi
söz yazar” diyerek selamladığı adam. Kendisi bu tanımı sevmiyor ama sözlükte
“karizma” sözcüğünün karşısına görseli basılacak adam o.
Su koyuvereceksin
gidecek, yoksa akıl yerinden oynar
Sevdiğimiz, benimsediğimiz, baş tacı ettiğimiz hali bu işte.
Kırk senede ürettiği bu edalı tavır... Şarkıları bir kenara, bu içinden gelen,
olduğu gibi olan, değişmeyen zor adam hallerine, lafı gediğine oturtmaktaki
ustalığına bayılıyoruz. Üzerinde haftalarca nefes tükettiğiniz bir konuyu, o
iki kelimeyle özetlerken, biz rahatlıyoruz. “Dizilerden Süleyman’ı
seyrediyorum” diyip işin içinden çıkıyor mesela. Ya da geçmişten dem vururken
“gitarı bir aldım okul zayıfladı” deyiveriyor. Al sana beş senenin özeti. Bir
de o ferahfeza, harcıalem üşengeçliği var tabii… GQ Türkiye’ye verdiği
röportajda, Ebru Çapa’nın “projesinde yer almaya heves ettiğiniz bir yönetmen
var mı” sorusuna “hayır, bırak yönetmeni heves ettiğim hiçbir şey yok” diye
yanıt veriyor.
Biz bu reklamlara sinir olurken, kendi zihnini ferah tutan
da aynı tavır zaten. Bahsi geçen röportajda Çapa, Alanson’un şimdilerde
oynadığı “Küçük Hesaplar” dizisinde rol icabı giydiği alacalı bulacalı, aykırı
kıyafeti uzun uzun tarif ediyor. Alanson’un yorumu kısa: “Kostüm bu, biraz su
koyuvereceksin gidecek, yoksa akıl yerinden oynar.” Sonra lafı, eşine, Biricik
Suden’e getiriyor: “Burada olsaydı katiyen bırakmazdı, müdahale ederdi.”
Başka kimselerde görmediğimiz bir hal de bu. Suden ve
Alanson neredeyse her röportajı birlikte veriyorlar. Yan yana diz dize, hep
beraberler. Alanson, o olmasa akşam vereceği konseri bile unutacağını söylüyor.
“Sarı Laleler”in müsebbibi Suden, unutulmasına asla izin vermiyor. Alanson’u
çekip çeviren o. Artık fazlasını da yapıyor. Bazı klipler onun elinden çıkıyor
mesela. Giderek Türkiye usulü “Yoko Ono-John Lennon” çiftine dönüyorlar. Bu
ikili yaşama halinin şarkılara tesiri var mıdır? Aşkları muhabbetleri sevgileri
daim olsun, ama Alanson terkibiyle söyleyelim; belli ki “şarkılar da zaten öyle
kolay kolay gelmiyor.” Yaşın 19, o eski havalardan uzak. Daha fazlasını yazmaya
da gönül el vermiyor.
Her şeyi sarpa sardıran da bu gönül meselesi zaten. Alanson,
her fırsatta bir “çizik atıp gönlümüzü kanatıyor.” Bu kadar reklamdan sonra bir
çizik de onun üstüne atılmıyorsa, ne kadar büyük olduğunu anlayın. Tek çare
site etmek. Bu yazı da bir sitem yazısı. Onca şarkının, filmin, gönül
şenlendiren lafın hatırası unutulur mu? Son reklamında çocuklara “nasıl olacak
bu işler” diyor ya Alanson; işte tam da o. Sen de bizi anla Mazhar Abi. Hatıralarımızın
üstüne artık kat çıkma.
İki dirhem bir çekirdek bir yaşlı Katalan beyefendi... Karşısındaki bankta oturan akranı kadını inceden süzüyor. Kadının elinde bir kitap, dünyayla ilgisini kesmiş. Top atılsa duymayacak.
Aslıhan'la ben, uzaktan ikisini seyrediyoruz.
Adam bir iki eşiniyor, geriniyor; varlığını görünür kılmaya çalışıyor. Hayır, uyandıramıyor ilgisini hanımefendinin. Bir sayfa daha çevriliyor.
Eski çapkınlardan ama, belli. Tatlı amcamız yerinden kalkıyor; hop diye oturuyor yanına kadının. Bir çift göz şimdi ona bakıyor ama ıııh, kaldıkları satıra dönüyorlar hemen.
Derken olmayan lafa giriyor adam. Biz anlamıyoruz tabii ne dediğini. Belki kitabın belki kadının adını soruyor. Belki "hava çok sıcak" diyor.
Hava gerçekten çok sıcak. Mendilini çıkarıp alnını kuruluyor adam. Kadın nihayet konuşuyor. Kısa, kesik, bir iki cümle...
Cevap veriyor, gülümsüyor yaşlı adam. Sonra kalkıp eski yerine geçiyor.
İkisi uzun süre kıpırtısız kalıyor. Adam için üzülüyoruz. İşin rengi belli. Artık tek merakımız kadının okuduğu kitap. Biraz daha yukarıda tutsa, ismini görebileceğiz.
Dakikalar sonra, kadın yüzüne yaklaştırıyor kitabı. Nihayet görüyoruz.
Yazdıklarımın basıldığını çok gördüm, dergilerde gazetelerde okudum, işim bu. Çizgiye döküldüğünü hiç görmemiştim. Başka bir duyguymuş... Gurur verici.
Ona anlattığım bir hikâyeyi, canım Serhat Gürpınar, Amsterdam - İstanbul adını vererek, yeniden yayımlanmaya başlayan Harakiri'ye çizdi. Hem de ne çizmek!
Bir roman yazsam ve o da filme alınsa bu kadar sevinemem.
İçim içime sığmadı, sevincimi buraya da yazayım dedim. Serhat'ın koyduğu ismiyle Amsterdam - İstanbul bu bloga girmek için sırasını bekleyen hikâyelerdendi çünkü. Yabancısı sayılmazsınız.
Önce bir problemden doğan zarif gazetecilik: Ön sayfayı, yenilse de, kendi ulusal kahramanınıza ayırmanız gerek. Beri yandan diğer tarafta, maçın galibi, tüm zamanların en büyük sporcularından biri duruyor. Ne yaparsınız? Guardian ikisini de bir araya getirmiş ve sayfasını dokunaklı bir baba öğüdüyle hazırlamış. Robert Federer'den oğlu Roger'a: "Kazanınca ağla. Kaybedince de ağla. Spor budur. Ama sakın hile yapma." Ace!
Biraz da Murray: Yıllardır bu adamı seyrediyorum. Dört defa finalde kaybetti, üçü Federer'e. Dünyada hiçbir sporcunun üzerinde bu denli baskı yoktur. Olmasın da zaten. Modern bir Sisifos gibi kayasını zirveye bir adım kalasıya çıkartıyor. Sonra yine aşağıya. Gözyaşlarıyla... Turgut Uyar'ın 'Vakitsiz Uykulardan'da dediği gibi: "kayayı çıkartmıştık tepeye kadar / ufacık ufacık bir şey / itecek kadar."
Umut hep var. Murray'nin yeni hocası eski bir efsane, Ivan Lendl. Ortak noktaları: Oynadıkları ilk dört Grand Slam finalini kazananamak. Lendl kariyerinin kalanında sekiz defa kazandı. Murray ise daha 25 yaşında.Yapabilir. Reçete yine aynı şiirde: "En sert sesini edin en zorlu tavrını al."
Eski defterlerimden birine not almışım: Telefonun çalmıyorsa bil ki benim. Jimmy Buffett...
Kimdir bu adam? Tamam havalı bir laf da, niye ve nereden not almışım? Birkaç satır aşağısında bir de Murat Menteş cümlesi var. Belki onun bir kitabından... Hangisi peki? Dublörün Dilemması mı Korkma Ben Varım mı? (ikisini de okudum; ilki iyi, ikincisi eh işte.)
Her neyse, cümleyi İngilizce'ye çevirip Google'da aradım. James William 'Jimmy' Buffett beklediğim gibi bir Amerikan şarkıcı çıktı. Aradığım cümle de bir şarkısının ismiymiş: If the phone doesn't ring it's me. Huysuzluğum üzerimdeydi, şarkıyı pek beğenmedim.
Bilmemek ayıp değil; yazarmış da Buffett. Üstelik çok da ünlü bir yazar. New York Times Bestseller listesini sallamış zamanında.
Wikipedia'dan, bana enteresan gelen bir başka notla devam edeyim. Bu girişken abimiz çok sevilen iki şarkısının ismiyle (Margaritaville ve Cheeseburger in Paradise) birer restoran zinciri de kurmuş. Her tarakta bezi var yani.
Neyse uzatmayayım. Sonu yok çünkü. Bütün bunları niye anlattım, ona geleyim. Kaç gündür arayacağım (hatta "kaç aydır" demeli) denk getiremiyorum bir türlü. Dostlarım kızmayın, hep aklımdasınız. Telefonunuz çalmıyorsa bilin ki benim. Şaka değil.
Beni sadece çılgın insanlar ilgilendiriyor, yaşamaktan, konuşmaktan çılgınca zevk alanlar, her şeyi aynı anda arzu edenler, sıradan şeylere ilgi duymayan ve sıradan laflar söylemeyenler.... gece boyunca havai fişekler gibi yanıp duranlar.
Bugün bir arkadaşım, Facebook'ta taşı gediğine oturtmuş. Yanıbaşımızda dünyanın en önemli deneyi süregiderken (biliyorsunuz, sonuçlarından biri bugün açıklandı) bizim kendi çapsız tartışmalarımızda nasıl boğuldumuzu söylüyor. Daha doğrusu, yukarıda gördüğünüz şu Yiğit Özgür karikatürüne söyletiyor (sağolasın Gürol.) Haksız değil.
Evet, İsviçre'deki Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN), Higgs Bozonu'nun bulunduğu açıkladı. Türkiye'nin bu işlere en çok kafa yoran yazarı İsmet Berkan da elini çabuk tutup, Hürriyet'in internet sitesine meseleyi taze taze yazdı.
Onu ilk defa Herengracht üzerinde bir köprüde gördüm. Korkuluklara dayanmış sigara içiyordum. Hızlı hızlı önümden geçti.
Neredeyse ayak bileklerine kadar inen paltosuna bir diyeceğim yok; bütün yüzünü kaplayan eski moda gözlüklerine de. Ama saçları...
David Lynch'i biliyorsunuz. Van Gogh'un "Yıldızlı Gece"sine benzer saç kesimini de. Rüzgârı bir o yandan bir bu yandan yemiş, eve gidip aynaya bakınca sonuçtan memnun olmuş gibidir.
Bu adamınki rüzgâr da değil, besbelli fırtınaydı. Başının üzerinde ufak çaplı bir kaos taşıyordu. Bir büyük perçem tam gözünün üzerine düşecekken karar değiştirip gökyüzüne yönelmişti.
Ama dedim ya, önümden hızlı hızlı geçti. O kadarı da bana yetti. Lynch ustanın hayatımızda belli bir yeri var; ustalara saygı kuşağı gereği bu tuhaf adamı da takip etmesem olmazdı.
Her zaman söylemek istemişimdir: "Paltomun yakasını kaldırdım ve yola koyuldum; kanalların üzerine yağmur yağıyordu." Tam böyle değildi ama yine de Lynch'imin peşine düştüm. Düşe kalka Amsterdam'ın öbür ucuna kadar gittik. Bir ara sokağa girdi, gözden kayboldu. Evine girmiştir muhtemelen. Hepsi bu kadar...
***
Değilmiş. Dahası da varmış meğer. Bir başka gün adamımı yeniden gördüm. Yine hızlı adımlarla yürüyordu. Yine takip ettim. Spui meydanındaki kitapçıya girdi. Bir iki kitap karıştırdı. Aynısını yaptım. Oradan çıkıp tramvay durağına girince peşini bıraktım (işin tadı da kaçmasın istiyordum; bu oyunu benim kurallarımla oynayacaktık.)
David Lynch belli ki muhitimizin adamı. Geçen gün yine rastladım. Bu defa yaz koşulları, palto yok; saçlarını da biraz kestirmiş, daha düzenli. Benim için fark etmedi. Şöyle güzel bir takibi hak ediyordu.
Dosdoğru Leidseplein'e çıktı. Bir köşeye bisikletini park etmiş meğer; binip gitti. Peşinden bakakaldım.
Beni sapık sanmanızı istemem. Ama söz konusu olan sonuçta David Lynch saçlı adam. Ustamızın bütün hikayeleri bir tuhaf yere çıkar. Bu da bir gün çıkacak.
Ya da çıkmayacak. Bazen öylesini uygun görür Lynch.
Dün bir büyük gazete, bir köşe yazarının işine son vermiş; Twitter konu hakkında yorumlarla kaynıyordu.
Yazar "sıra bendeydi demek ki" diye sızlanıyor (ben sıranın neden onda olduğunu anlamadım, hiç de demokrasi havarisi gibi bir tutumu yoktu.) Beri yandan mesele hakkında atıp tutanların duyguları karışık. Kimisi arkasından teneke çalıyor, kimisi "tehlikenin farkında mısınız" diye uyarıda bulunuyor. Bunun dışında, bir sürü sözcük havada uçuşuyor. Kovuldu, gönderildi, yazılarına son verildi, atıldı vs...
İster biri ister diğeri, hepsi aynı kapıya çıkar; yine de terminolojiyi biraz eşeleyelim.
Göndermek: Twitter'da bu ifadeye çok rastlıyorum. "x kişi y gazetesinden gönderildi." Böyle bir işleme bugüne kadar rastlanmış değil. Kibar bir tanım; belli ki can acıtmamak için kullanılıyor ama gönderilmek için yeni bir adres gerekir. Oysa kapıdan çıkınca herkes bir başına.
Yazılarına son vermek: Patronlar bu lafı sever. Onların dünyasında kimse kovulmaz; yazılara son verilir. Sadece creme de la creme, yani köşe yazarları için geçerlidir.
İşine son vermek: Patronların ilgilenmediği, tanımadığı, umursamadığı tabaka için geçerlidir. Muhabirler, teknik elemanlar, servis şoförleri vs... Onlarla insan kaynakları ilgilenir ve basitçe, beş dakikada işlerine son verir. (Bkz. işten çıkarmak)
Kovmak: Esas olay budur. Söylemesi acı ama gazetecilikte bir
müesseseden maalesef kovulursunuz. Çünkü bu işlem medeni bir şekilde
yaşanmaz. Önceden haber verilmez; insan kaynakları anında tepenizde
biter; on yıl çalıştığınız bir yerde biletiniz tek kalemde kesilir.
Yalnız bir şey daha var. "Kovuldu" sözcüğünü en çok sevenler, patronlar
değil (insan kaynakları hiç değil), medya dedikodusu siteleriyle, işsiz kalmanıza uzaktan uzağa
sevinen gazeteci arkadaşlarınızdır.
Sonuç: Cemal Süreya, Turgut Uyar için "öldüğü gün hepimizi işten attılar" demişti. En doğru kullanım sanırım bu: işten atmak. Dahası var, bu ülkede sendikanın öldüğü gün hepimizi işten attılar. Şu anda hiçbir gazeteci çalışıyor sayılmaz.
Avrupa Kupası'nı kazanmışlar. Dünya Kupası'nı kazanmışlar. Bu çocukları daha nasıl oynatacaksın?
Unutturarak... Bunu, Yeniköy Kasabı değil ama emekli öğretmen havalı Vicente Del Bosque'den başkası düşünmezdi herhalde.
Polonya'nın kuzeyinde, 2 bin nüfuslu Gniewino kasabasındaki kamp yerlerini pankartlarla donattırdı hoca. İdmana çıkan futbolcular, kafalarını her kaldırdıklarında şunları okudu:
Rakibi konsantrasyon durdurur, tarih değil.
Golleri yetenek atar, tarih değil.
Maçları emek kazanır, tarih değil.
Ve hepsinden önemlisi:
Sizi tevazu şampiyon yapar, tarih değil.
Doğrusu Iniesta, Xavi, Fabregas, Casillas gibi özel adamlar bu sloganlara uygun kumaştan geliyor. Düzgün insanlar... Sağolsun Del Bosque, sadece taktik değil bu tip meseleleri de düşünüyor; öğrencileri de uyguluyor.. Ama yetmiyor maalesef. Keşke sakatlıktan dolayı on kişi kalıp pes eden rakibe karşı son dakikaya kadar gol kovalamak yakışmaz da diyebilseydi.
İşte o zaman fotoğrafını çerveveletip duvarıma asardım.
Aşağıda Tuttosport'un manşeti. Futbolcuların gözyaşları onları da üzmüş haliyle. "Ağlama İtalya" diyorlar.
yarına var mısın söyle?
doğacak çocuğa, çığlığa, ishak kuşuna,
rüzgârın savurduğu tohuma,
kavağın pamuğuna var mısın,
bir ağacın kavına,
deri değiştirmesine yılanın,
kozadan çıkan kelebeğe,
hatmiye, at kestanesine?
hadi gel öyleyse ölümden konuşalım.
belki de tümüyle aykırıdır gerçeğe,
ama ne olursa olsun biz yine
ölümden konuşalım seninle
ölüm de vardır yaşadığımız her şeyde.
bir bardak çatlarsa durduğu yerde,
bir aşk ansızın biterse,
ayna kırılırsa yüzünle birlikte,
zamanıdır konuşmanın ölümden.
bir çiçek olağanüstü güzellikte
açıvermişse bir sabah,
bir topal aksamadan yürümüşse,
hadi gel ölümden konuşalım;
yüzünü al basmış hasetçiden
ve onun elindeki kuru değnek bile
filizlenir sevgimizden.
Denk geldiğim en enteresan adamlardan birini, "How to Sharpen Pencils - Kalemleri Nasıl Sivriltmeli" kitabının yazarı David Rees'i GQ Türkiye'nin Haziran sayısı için yazmıştım. Derginin yeni sayısı yeni hikâyelerle bayide; kalem sivriltme ustası Rees'in hikâyesi aşağıda:
SON KALEM USTASI
Gözlükler tamam, karbeyaz önlük tamam, kurşunkalemler ve
çakı tamam… David Rees masasının başında. Saatlerce uğraşıp, kalemleri
yontacak; uçlarını sivriltecek. Haybeci, dandik kalemtıraşlarımızla, bizim asla
ulaşamadığımız bir zarafete ve keskinliğe ulaşacak. Sonra da bu kalemleri
satacak. Hayrına çalışmıyor elbette. Rees, geçimini kalem yontarak (veya
açarak) kazanıyor ve ben şaka yapmıyorum.
Karşımızdaki adamın tuhaflığını anlamak için bileşenlerine
ayıralım:
-Fazla okumuş her insanın içindeki kırtasiye (bu
örnekte kalem, kalemtıraş) aşkı onda marazi boyutlarda.
-Kalem sivriltmenin hem bir zanaat hem de felsefi
bir duruş olduğuna inanıyor.
-Bunun saçmalığın farkında olduğundan kendisiyle
de dalga geçiyor.
-Felsefe ve dalga geçmeyi doğru oranlarda
karıştıran herkesin yapabileceği şeyi yapıyor, boşluğu görüyor ve o boşluk hakkında
kitap yazıyor: How to Sharpen Pencils (Kalemleri Nasıl Sivriltmeli.)
-Bir yandan da kalem ucu sivrilterek para
kazanmaya devam ediyor.
Rees’in
CV’sindeki güncel madde, denilebilirse, kalemtıraşlık. 2001-2009 arasındaki
notlardaysa, kalemle başka bir tür ilişki kurduğu, karikatüristlik yaptığı
bilgisi var. Bush dönemine saran çizgi dizisi “Get Your War On” epey rağbet
görmüş. Ne var ki, Bush zihniyeti Obama’ya yenilince, Rees kendini de yenik
sayıp karikatüristlikten emekliye ayrılmış. Bir sonraki durağı, ABD Nüfus
İdaresi’nde geçici ve sıkıcı bir iş. Rees, görevi sırasında kendisine bir sürü
kalem ve kalemtıraş verildiğini anlatıyor. O da sıkıntıdan kendini yontma ve
sivriltme işine adıyor. Giderek de ustalaşıyor. Sonrasını tahmin edersiniz.
Kalemini mutlak
karanlıkta sivrilt
Ama ben yine de anlatayım çünkü çok kısa bir hikâye: Rees,
evinde bir kurşunkalem sivriltme atölyesi kurar ve olaylar gelişir. Bugün
itibariyle siz ona kaleminizi gönderiyorsunuz, o da sivriltip, özel bir tüp içinde
ve bir sertifika eşliğinde (ve 15 dolarlık bir faturayla) size geri yolluyor.
Ya da önceden yonttuğu kalemleri gönderiyor. “Müşterilerimin kalemleri
kullanmasını isterim. Kullansınlar ki geri göndersinler; ben de yeniden para
kazanayım. Ne yazık ki saklamayı tercih ediyorlar. Kalemlerimi bir sanat eseri
olarak görmeleri beni onore ediyor ama bu yüzden gelirim azalıyor.”
Herkesin kafası farklı çalışıyor. Rees hiç yoktan bir iş
kolu tanımlayıp, onu ilkin zanaata sonra da ticarete döktü. Kazancının fena olmadığını
söylüyor. Neil Gaiman ve Spike Jonze gibi (eksantrik her işe bulaşmayı görev
bilen) hatırlı müşterileri var. Çocuğuna uğur kalemi arayan ebeveynler (evet,
böyle de bir pazar mevcut) ona geliyor. ABD’yi baştan başa dolaşıp kalem
sivriltme gösterileri yapıyor. İşini icra etmesi için onun şerefine özel
partiler düzenleniyor. “Kim seyreder böyle bir şeyi” diye sorma hakkınız tabii
ki saklı ama bunu bana değil Karayipler’de her limanda ayrı parti yapan bir
yatın ehlikeyif müşterilerine sorsanız, daha iyi. Çünkü yanlarına Rees’i de
katıp kalem sivriltmenin inceliklerini öğrenenler onlar.
Piyasaya henüz çıkan kitabını okursanız, siz de
öğrenebilirsiniz. Ama öncelikle şu karşılaştırmayla başlayın: “2B kalem
kullananlarla otomatik kalem tercih edenler arasında tek bir fark var.
Otomatikçiler hasta ruhlardır.” Şimdi diğer yararlı bilgiler:
-Tek bıçaklı kalemtıraş aleminin kralı Alvin Brass Bullet;
en zarif markaysa Almanya’dan çıkma Bethge.
- En iyi kurşunkalemler ABD ve Japonya’da üretiliyor.
-ABD ile Avrupa’nın arasındaki kültür farkı çocukluktan
başlıyor. Amerikan çocukları sınıflarda duvara monte edilmiş çevirmeli
modelleri kullanırken, Avrupalı her çocuğun cebinde kendi kalemtıraşı var.
- Şarapta kurşunkalem tadı arayacak kadar kırtasiye
manyağıysanız gönül rahatlığıyla Château Saint Julian 2006 Bordeaux Superior’u
deneyebilirsiniz.
-Her kurşunkalem üstadının bildiği sır: Kalemi en güzel çakı
sivriltir.
Sözü geçen kitap, kitabevinde hangi rafa konacağı bir türlü
kestirilemeyenlerden. Sanat mı, mizah mı, sosyoloji mi, hobi mi, self help mi?
Cevap ‘hepbiri’ ama ben onu yine de mizah bölümünde buldum. Yanlış bir tercih
sayılmaz; Rees işini kendisi ve sanatıyla dalga geçerek icra ediyor ama siz bir
de şu yakarışına kulak verin: “Kalem sivriltmeyi seviyorum; beni
bilgisayarın/internetin başından çekip alıyor. Son on yılım böyle geçmişti.
Şimdi bu işi yapmak güzel çünkü kalem dediğin şey internetin tam da zıddı.”
Bunlar bir sonraki hedefi “mutlak karanlıkta çalışmak” olan
bir adamın sözleri.
Hangi kalem
sivriltilmeye değer?
David Rees anlatıyor:
İyi kalem iyi ağaçtan yapılır (kırmızı ardıç benim favorim.)
Gövde düz durur, eğilmez. Grafit gövdenin tam ortasına yerleştirilmiştir.
Kalemin tıraşlanmamış ucu boyasız ve lekesizdir. Her kalem sivriltilmeye
değmez. Zira bir yıldızlı restorandan dört yıldızlı yemek beklenemez. Ben ne
kadar güzel sivriltirsem sivrilteyim, vasat bir kalemden zevk alamazsınız. Altın
kuralım da şudur: Elini sabit, bıçağını temiz, zihnini hazır tut.
Cafe Pels'te huzurlu bir öğleden sonra... Tezgahta oturmuş kahve içiyorum. Önümde bir gazete, İngilizce.
İçeride benden başka tek bir müşteri var. Üç sandalye sağımda oturuyor. Birasına eğilmiş kıkır kıkır gülen yaşlı bir adam... Hem garson hem barmen genç kadın, tezgâhın arkasında bardakları yıkayıp kuruluyor.
Adam kadına bir şeyler anlatmaya başlıyor. Önce sakin sakin, sonra yüksek sesle... Kadın cevap vermiyor, sürekli başını sallıyor. İlkin onaylar derken ayıplar bir tonda.
Adamın küfür ettiğini, azıcık Hollandacamla bölük pörçük çıkartıyorum; hayır, kadına değil, ortaya. Belediyeye, hükümete, hayata... Dikkatle bakınca biraz deli olduğunu da anlıyorum. Kadın yan gözle bana bakıyor, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyor.
Ona baktığımı anlıyor adam; bana dönüyor. Şikâyetlerini sıralamaya başlıyor hızlı hızlı. Çok azını seçebiliyorum. Sigara... "Artık sigara içemiyoruz" diyor. "Hep bu ibnelerin yüzünden." Sonra söylediklerine çok da hakim olmadığımı fark edip yavaşlıyor. Birasını gösteriyor. "Bira", diyor. "Var. Ama sigara yok. Yasak."
Sonra yine kendinden geçiyor. Sayıp dökmeye başlıyor süratle.
Kadın araya giriyor nihayet, beni kastederek "boşuna anlatma" diyor adama, "seni anlamıyor ki, yabancı."
Gülüyor adam. "Boşversene, öyle bir anlıyor ki" diyor.
Sonra ayaklanıyor, paltosunun cebinden sigarasını, tezgâhtan birasını alıyor. Dışarı çıkarken kulağıma eğiliyor.
"Anlıyorsun, değil mi?"
"Anlıyorum," diyorum. İngilizce. Sonra kadına bakıyorum, "ne yaparsın" der gibi omuz silkiyorum. Türkçe.
Bu kapak dergiyi aldırır. Aldırdı da. Bana, en azından...
Uzun zamandır sinemada, "ben bu filmi arada bir canım çektikçe izlerim" dediğim bir filme rastlamadım. O tür filmlerin bendeki karşılığı Woody Allen. Zaten aynı hissi en son "Midnight in Paris"te yaşamıştım. Şimdi "To Rome with Love" geliyor. Bekliyorum. Beklerken, biraz da bu kapak ve kapak haberinin verdiği gazla, eski Woody Allen'ları yeniden izliyorum.
Ben bunları düşünürken; kendisi başka fikirde. İçerideki röportajında şöyle diyor:
"Sanırım yaklaşık 45 film yaptım. Bazıları güzeldi ama başyapıt değiller. Kendimi kandırmama gerek yok; yalandan tevazu da göstermiyorum. Rashomon'a, Bisiklet Hırsızları'na, The Grand Illusion'a bakarsanız anlarsınız. Başyapıt işte onlar. Benim onlarla aynı festivalde gösterebileceğim filmim yok."
Öyle diyorsa öyledir. Ama yine de bazı filmleri benim için başyapıt. En azından başucu yapıt. Rashomon'un yanına da rahatlıkla koyarım.
Bu arada hazır Allen'dan bahsetmişken, Open Culture'da bulduğum şu videoya da göz atın derim. Üstat Japonya'da, reklam yıldızı. Böyle absürt reklam az bulunur. (Open Culture'ı takip ediyorsunuz, değil mi?)
HBO'nun yeni (ve çok beklenen) dizisi The Newsroom nihayet yayında. Bir Amerikan haber kanalında yaşananları işliyor; sert ve kararlı ekran yüzlerinin gerisindeki mutfağı gösteriyor. Tempolu başladı sayılır. Senarist Aaron Sorkin, "ABD artık büyük mü değil mi" sorusuna nostaljik bir cevap üretmeye çalışmazsa iyi de gider. Dizi biraz hızını alsın, hakkında konuşuruz. Ama önce başka bir mesele... Gazetecilik üzerine filmleri (ya da gazeteci filmlerini) uzun zamandır yazmak istiyordum; The Newsroom vesile olsun, ufak ufak başlayayım. Biraz mesleki merak biraz da görev duygusuyla bugüne kadar bu türde yığınla film seyrettim (bunların çoğunu siz de görmüşsünüzdür.) İyi ve önemli olduğunu düşündüklerimi, fırsat buldukça ama arayı da çok açmamaya gayret ederek yazacağım. Yavaş yavaş bir listeye dönüşsün, ne çıkacak görelim. Söylemeye gerek yok, katkılarınızı beklerim.
The Year of Living Dangerously, Peter Weir, 1982.
Çok kişi bu filmi bilmez, ama ismini bilir. Çünkü bu isim Batılı gazetecilerin çok sevdiği bir haber başlığı (bazen de manşet) haline dönüştü. Hangi ülkede kargaşa varsa, bu başlığın kullanıldığı en az bir ilgili haber vardır. Bu sene Arap Baharı'yla ilgili haberlerde, bir de British GQ'nun Daniel Craig kapağında gördüm. Çok da güzel başlıktır gerçekten; havalıdır; her şeyi bir çırpıda özetler. Ben de kullanmak isterdim, ama Türkçe'de fiyakalı bir karşılığı yok.
Weir'in filmi 1965 Eylül'ünde Endonezya lideri Sukarno'ya yönelik başarısız darbe girişiminin hemen öncesinde geçiyor. O çok benimsenen isim (ve manşet) de Sukarno'dan ödünç zaten. Wikipedia'dan taze taze öğrendiğim üzere, diktatör, İtalyanca'daki "vivere pericolosamante" yani "living dangerously" deyişini 1964'teki meşhur bir konuşmasında kullanmış (biraz oynayarak Türkçe'ye 'tehlikeyle yaşamak' diye çevirebiliriz.)
Filmin tehlikeyle yaşayan kişisi gencecik, Mehmet Ali Alibora görünümlü bir Mel Gibson. Jakarta, 1965... Sıcak... Çok sıcak, üstelik daha da sıcak olacak. Avustralyalı toy gazeteci Guy Hamilton (Gibson) Endonezya'ya yeni gelmiş; havasız odalardan haber geçmeye çalışıyor. Kimseyi tanımıyor; işi zor. Filmde çoğu cibiliyetsiz resmedilmiş ama kendilerinden başka kimseyi beğenmeyen Batılı gazetecilerin, akşamları efkâr dağıtıp dedikodu yaptığı barda kendine bir dert ortağı arıyor. Bahtı açık ki, Jakarta'yı mesken tutmuş yarı Çinli yarı Avustralyalı idealist fotoğrafçı Billy Kwan (Linda Hunt, erkek ve cüce fotoğrafçıyı oynadığı bu rolle 'yardımcı kadın oyuncu Oscarı'nı kazandı) ona ısınıyor ve etkili isimlerle, bu arada Amerikan elçiliğinde çalışan güzeller güzeli Sigourney Weaver'la tanıştırıyor.
Sonrası biraz tarih, biraz da beklenildiği üzere bol maceralı bir gazetecilik hikâyesi... Sukarno'nun gölgesinin bütün Jakarta'yı örttüğü ve gazeteciler dahil herkesi korkuttuğu siyasi bir atmosfer... Toy gazeteci Hamilton, kendini Çin destekli Komünistler'in hazırladığı darbe planlarının içinde buluyor ve yaşamı pahasına haber atlatmaya, sonuna kadar gitmeye çalışıyor.
Peter Weir ne çekse seyrederim de bu filmin güzelliği eski usul gazeteciliği abartmadan anlatmasında. Uzak bir ülke, yalnızsınız, elinizde iyi haber yoksa merkezdeki kimsenin sizi ciddiye alacağı yok ve acilen bir şey yapmanız gerekiyor.
Önemli sahne: Sukarno rejimi, sokaklardaki isyanı bastırırken Guy Hamilton sokaklardaki kalabalığın içindeki tek gazeteci. Bir yandan işini yapmaya bir yandan da omzuna aldığı cüce fotoğrafçı arkadaşını korumaya çalışıyor. Bu arada sağlam da sopa yiyor.
Murakami'nin 1Q84'ünü okurken ne kadar bunaldığımı (400. sayfadaydım) yazmıştım. Haksızlık ettiysem, bitirdiğimde hakkını teslim edeceğimi de yazmıştım.
Etmemişim. Kişisel bir kanaat elbette ama 1Q84, yazarın en kötü romanıydı. Bu bana tuhaf gelmedi de, fikrine çok güvendiğim insanların kitabı öve öve bitirememesine şaşırdım (not düşeyim, azınlıktaki birkaç kişi benimle aynı fikirde.) Sevene "neden sevdin" diyecek değilim; bir güzellik görmüşlerdir mutlaka. Ben göremediğim güzelliği Sabit Fikir'in Haziran sayısına yazdım. Meraklısı varsa buyursun:
BEN BURADAYIM SEVGİLİ YAZAR, SEN NEREDESİN
Haruki Murakami’yle 1Q84 üzerinden tanışacak okurlar için
üzülüyorum. Çünkü muhtemelen yazarın bir romanını daha okumak istemeyecekler.
Ben istemezdim. Üstelik bunu neredeyse tüm eserlerini
okumuş, çoğunu sevmiş, bazılarını da (Türkçe’ye henüz çevrilmeyen What I Talk
About When I Talk About Running mesela) başucu kitabı yapmış birisi olarak
söylüyorum. İşe 1Q84’le başlasaydım, geri kalanını pas geçebilirdim. Kabahat
sadece Murakami’nin...
1Q84’ün tantanası 2009’dan beri sürüyor. Başyapıt
beklentisi, Nobel’e hazırlandığı iddiaları, ilk bölümün bir “like” karşılığı
Facebook’ta yayımlanması, kitabevlerinde dağ gibi yığılan hacimli ciltler... O
kadar ki, ABD’deki devasa cildi görünce onu “telefon rehberine” benzeten bir
yazar... Kitabın şamatası bitmek bilmedi.
Ama Murakami hiç kusura bakmasın, herhangi bir telefon
rehberi bile, 1Q84’ten daha başarılıdır. Hiç değilse vadettiği her şeyi yerine
getirir. 1Q84 ise getirmiyor. Okuru, içine soktuğu bin küsur sayfalık
(Türkçe’de 1256) maratonda tek başına bırakıp gidiyor. Kitapta bildik, tanıdık
Murakami’yi değil, onun kendine güvensiz ve kararsız gölgesini buluyorsunuz.
Yavaş yavaş yükselen tansiyon, gizemli konular, güzel kulaklı kadınlar, her
şeyden haberdar kediler ve tipik bir Murakami hikâyesine yönünü veren akil
insanlar, evet, 1Q84’te de mevcut. Ama yetmiyor...
Bir okur bu kadar uzun bir romana mesai ayırdığı zaman,
belki bencilce ama, bir başyapıt, hayatının sonuna kadar kendine eşlik edecek
ölmez bir hikâye bekler. Hayatı, düşgücü, sohbeti o hikâyeyle zenginleşir.
Murakami’nin 1Q84’ü, böyle bir katkı yapmıyor. Yine de eski günlerin hatrına
okumaya devam ediyorsunuz. Sonra da bırakmadığınız için kendinize kızıyorsunuz.
Murakami kendi
yazdığına inanmıyor
Ben kendimden çok Murakami’ye kızdım. Fena olan, ona en çok
ne için kızdığımı bilememek. Seçenek bol. Hiç de inandırıcı olmayan bir aşk
öyküsünü 1256 sayfa koştur koştur anlatmaktan bıkmadığı için mi? Elif Şafak ve
veya Orhan Pamuk’un elinden çıksa feci dalga geçilecek kötü seks sahneleri
yazdığı için mi? Zaten sürekli sınıfta kaldığı kadın cinselliği konusunda bu
defa iyice çuvalladığı için mi? Japon edebiyatının muhtemelen en enteresan
kiralık katilinden dünyanın en sıkıcı karakterini çıkarmayı becerdiği için mi?
Kitabın ismi üzerinden George Orwell ve 1984’le ilgili gereksiz bir beklenti
yaratıp, onu karşılamadığı için mi? Yüksek potansiyelli yan karakterleri
okurların zihnine saldıktan sonra üzerlerini bir kalemde çizdiği için mi?
Hepsi de geçerli. Ama en çok şu: Kendi yazdıklarına
inanmadığı için.
1Q84’ün bir kahramanı “Açıklamasız anlayamazsan, açıklanınca
da anlayamazsın” diyor. Tipik bir Murakami cümlesi... Vurucu sayılmaz ama
etkili; sis düdüğü gibi, en zor dakikada işini görüp kenara çekiliyor. Üstelik
bu ifade Murakami’nin hemen tüm kitaplarını da hakkıyla tarif ediyor. Sorun şu
ki, her kitapta başarıyla işleyen tanım bu kitapta bizzat yazar tarafından rafa
kaldırılıyor. Murakami, her şeyi açıklamaya, hem de bütün detaylarıyla
açıklamaya gayret edip, ruh sağlığımıza kast ediyor. İki ana karakter, kiralık
katil/spor eğitmeni Aomame ile matematik öğretmeni/yazar Tengo içine düştükleri
tuhaf paralel dünyayı o kadar sorguluyor ki, gizemin de fantastik gelişmelerin
de tadı kaçıyor.
Fantastik bir hikâyenin kahramanının şu cümleleri kurmasına
en fazla kaç defa tahammül edebilirsiniz: “Şu anda buradayım, burası gerçek
dünya değil, ama gerçek dünyadan çok da farklı değil, o halde burası neresi
olabilir?”
Beş değil on değil, onlarca defa aynı sahne... Yazar,
bıkmadan usanmadan aynı sayfayı yeniden üretiyor. Kitabın ana karakteri Tengo
bir başkasının romanını düzelterek tekrar kaleme alan bir yazar. Bu kitap için
de aynısını yapmasını umuyorsunuz. Olmuyor tabii... Onun yerine başka şeyler
yapıyor.
Şablon şöyle:
Tengo yemek yapıyor, Tengo plaklarını dinliyor, Tengo Aomame
hakkında düşünüyor, Tengo aya bakıyor; Aomame yemek yapıyor, Aomame kitap
okuyor, Aomame Tengo hakkında düşünüyor, Aomame aya bakıyor... (Bunları en az
yirmiyle çarpın.)
Kedilerle kaybolmak
Çok da hakkını yemeyeyim; 1Q84’teki parçalardan biri,
kediler kasabası hikâyesi çok güzel. Hatta fazla güzel. İyi düşünülmüş, iyi
yazılmış gerçek bir Murakami hikâyesi. Kediler kasabası, kahramanın, gerçekten
kaybolduğunu anladığı yer. Okurun da, dört yüz sayfanın kabasını aldıktan sonra
“tamam artık başlıyoruz” diye havaya girdiği yer. Ama hepsi bu kadar işte;
sonrasında hem okur hem de yazar, geri dönüşsüz bir şekilde kayboluyor.
Murakami bu kadarıyla yetinecek bir yazar değil. 1Q84,
standartlarının çok altında. Üstelik o kendini herkesten iyi tanıyor,
sınırlarını biliyor. Harika koşu-yazı-biyografisi What I Talk About When I Talk
About Running’de, dahi bir yazar olmadığını, dolayısıyla her gün üretip üstüne
koyması gerektiğini dürüstçe anlatıyordu. 1Q84’ten sonra tekrar göz atınca,
aynı kitapta şu satırları da buldum:
“Gençliğinde güzel ve
güçlü eserler kaleme alan bazı yazarlar, yaşları ilerlediğinde artık
yorulduklarını anlarlar. Buna ‘edebi tükenme’ diyebiliriz. Sonraki işleri yine
iyi olabilir; hatta bu tükenmişliklerinden ilham bile alabilirler; ama yaratıcı
enerjilerinin düşüşe geçtiği de aşikârdır. Bunu yaşayan bir yazarın yaratıcı
olabilmesi artık zordur. Hayal gücü ile onu besleyen fiziksel güç arasındaki
denge çökmüştür. Yazarın elinde kala kala teknik ve metotları kalmıştır. Bazı
yazarlar bu noktada canına kıyar; bazıları da sadece yazmaktan vazgeçip başka
bir yol tutturur. “
Murakami canına kıymayacak kadar mutlu bir insan; ama başka
bir yol tutturmasını da şahsen istemem. 1Q84’te büyük hayalkırıklığı yaşasam
da, öncekilerin hatrına yeni kitaplarını okurum. Hatta dönüp Zemberekkuşu’nun
Güncesi’ni tekrar okurum. Sonuçta ben buradayım sevgili yazar, sen neredesin?
Yol açtığı bütün sefaletler nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü'nün yapılacak işler listesinin başında gelmesi gereken, dar görüş adında, özellikle sevimsiz ve cesaret kıracak denli sık rastlanan bir bela vardır. Dar görüş, beyin egodan daha az enerjik olduğunda çoğalan optik bir mantar yüzünden oluşur. Siyasete maruz kalınca karmaşık bir hal alır. İyi bir düşünce, sıradan dar görüşün filtre ve kompresörlerinden geçirilince öte taraftan ölçü ve değer açısından azalmış olarak çıkmakla kalmaz, yeni dogmatik biçimlenimiyle başlangıçta niyetlenilenin tersi etkiler üretir.
İşte bu şekilde, İsa Mesih'in sevgi dolu düşünceleri, Hıristiyanlık'ın kötülük saçan klişeleri haline gelmiştir. İşte bu nedenle, tarihteki neredeyse her devrim başarısızlığa uğramıştır: Ezilenler iktidarı ele geçirir geçirmez "devrimi korumak" için totaliter taktiklere başvurarak ezenlere dönüşürler. İşte bu nedenle, önyargının ortadan kalkmasını arzulayan azınlıklar hoşgörülerini yitirir, barış arzulayan azınlıklar militanlaşır, eşitlik arzulayan azınlıklar kendilerini üstün görmeye başlar ve özgürleşmeyi arzulayan azınlıklar saldırganlaşır (kendini baskı altında tutmanın ilk belirtisi gergin bir kıç deliğidir).
Boris, John'a "Soğuk Savaş'tan beri görüşemedik, özledim" diyor. Sınırın Suriye tarafında duruyor. Diğer tarafta Amerikalı John. Muhalif gruplara silah sevkiyatı işini hallediyor. Diğer taraf bizim taraf.
Kuraldır; sahnede görünen silah patlar. Savaştaki kural, patlayan silahın yeniden doldurulması. Silahlar bedava değil. ABD'nin, Rusya'nın ilgisi hikâye. Kimin kazanacağı zaten belli.
Karikatür: Chappatte, International Herald Tribune
Savaşa karşı çıkmak basit ve temizdir. Her zaman için doğru, namuslu seçimdir.
Onaylamam ama çok canı yanınca savaşa tutuşanı da anlarım. Çok canı yananlara yardım götürmek için savaşa kalkışanı da (bu aslında hiç yaşanmaz, araya hep başka hesaplar karışır.)
İşte o başka hesapları yapan bir üçüncü tür var. Adına neocon diyoruz. Yeni muhafazakârlar. Yeni dediğime bakmayın binlerce yıldır sahnedeler. "Çıkarımız varsa savaşalım yoksa işimize gücümüze bakalım" diyenler bunlar. Geçenlerde bahsetmiştim; Niall Ferguson'u akla getirebilirsiniz.
ABD'nin Fransa'nın İngiltere'nin politikasını her durumda bu kişiler yapar da Türkiye de neoconluk sökmezdi. Küçük ve etkisiz bir gruptu. İşler değişti. Kendilerini bir ara "muhafazakâr demokrat" diye adlandıranlar yavaştan demokratı atıp kısa yoldan yeni muhafazakârlığa geçiyor. Hükümetle siyasetle doğrudan ilgisi yok. Genel bir tavır bu. Neoconluk gelişiyor. "Bir koyalım beş alalım"cıların sayısı arttı.
Televizyonları açın bakın, çıkar hesaplarını yapanlar kim, fetih tüccarları kim, enerji hatlarından, unutulmuş topraklardan dem vuranlar kim?
Şimdiden bilin de, girersek eğer savaşa, dökülecek kanda bunların vebali var.
Bürokratlarımız, başbakan ve başbakanın uçağındaki gazeteler Rio'da. İşin devlet kısmı, Rio+20 Zirvesi'nde gezegenin sorunlarını tartışacak, çözüm üretecek, enerji politikalarını en azından gelecek nesiller yararına düzenleyecek. Gazeteciler de zirveyle ilgili tartışma haberlerini geçecek. Kâğıt üzerinde tabii... Bildiğin tatil yapacaklar.
Biz başka bir hikâyeye bakalım. Geçen Mart, önce Fukuşima depremi / tsunami sonra nükleer santralde patlama ve sızıntının ardından Mayıs sonunda radyasyona bulanmış ton balıkları California sahillerine vurdu. Aşağıdakiler bir sene boyu o sahillerde bulunan diğer 'şeylerin' hüzünlü listesidir:
Nisan 2011: Bournemouth Incident filminde kullanılan bir malzeme. Bir deniz hayvanının kabuğuna benziyor.
Eylül 2011: 6 metrelik balıkçı teknesi.
Aralık 2011: Çocuk çorabı, diş fırçası.
Mart 2012: 45 metrelik kalamar teknesi.
Nisan 2012: Golf sopaları.
Nisan 2012: Futbol ve voleybol topu (futbol topunun sahibi bulunup iade edildi.)
Newsweek iki sene önce can çekişirken, dünyanın en fırsatçı yazarlarından biri olan Fareed Zakaria batıyor sandığı gemiden atladı ve kapağı ezeli rakip Time'a attı.
Gemi batmadı; New York entelijansiyasında dergi sihirbazı olarak tanınan Tina Brown'a emanet edildi. Brown, dergiyi yeniden yapılandırdı; bu arada Zakaria'nın rolünü de Niall Ferguson'a verdi. Derginin entelektüel yükünü artık o çekecekti. Harvard'da tarih profesörü olan Ferguson'u bizde YKY'nin yayımladığı üç kitaptan, Uygarlık, İmparatorluk ve Paranın Yükselişi'nden de tanırsınız.
Esas derdime geleyim:
Ferguson o günden bu yana gündemin en sıcak meselelerini yorumluyor. Bu hafta sıra ABD'nin Suriye'ye olası müdahalesindeydi. Uzmanlar, malum, Türkiye'de olduğu gibi Batı'da da ikiye bölünmüş durumda. Kimisi "kalk gidelim" diyor, kimisi de "bok yeme, otur."
Ferguson ikinci cephede. Makalesinde nedenlerini sıralıyor. Hem de korkunç bir açıklıkla. Bir entelektüelden herhalde daha kuvvetle nefret edemezdim. Buyurun, gerekçelerini siz de okuyun (makalenin orijinali için de buraya):
1) İnsani müdahale gereksiz (ABD açısından.) Çünkü ABD'nin artık Ortadoğu'nun petrolüne ihtiyacı yok. Ülkede bulduğu yeni doğalgaz yatakları gelecekte iş görür.
2) İnsani müdahale gereksiz. Çünkü savunma bütçesinde para yok.
3) İnsani müdahale gereksiz. Çünkü müdahale etse de ABD yeterince takdir görmüyor.
Bir de ekliyor: Çok gerekiyorsa gitsin Çin müdahale etsin, hiç değilse kendine biçtiği yeni role uygun davranmış olur.
Bu kadar açık bir yazıya az rastlanır. Bu kadar vicdansızına da. İnsanın ruhu kokuşunca böyle şeyler yazıyor işte.
Ferguson fotoğrafta Saraybosna'da bir mezarlıkta. Bir belgesel için.
James Bond II. Elizabeth'e altmış yıldır sadık. Ian Fleming kendisini 1952'de yarattığına göre, garibim başka bir devletliye de hizmet veremedi. İngiltere basınının kafakağıdı biraz daha eski olduğundan, meseleyi daha iyi hatırlıyor. Dahası kim kimdir şöyle bir görme imkânı sunuyor. İyi de bize ne demezseniz, II. Elizabeth'in 60. yılı törenine dair manşetlere buyurun:
* Kendinden başka kimseyi umursamayan Rupert Murdoch'un elinde olmasına rağmen, The Times'ı hâlâ kemik muhafazakâr orta sınıf okuyor. "Bir zamanlar buralar hep imparatorluktu" diyenlerin gazetesi. Bugünkü ön sayfasından da belli. Kraliçe önde, tebası arkada, (Londra'da hava izin verdiğince) güneşli güzel günler ufukta...
* Kiminin imparatorluk gördüğü yerde, solcu Independent (çizgisinin bizde karşılığı yoktur) kaos görmüş. Kraliçe ortada değil, tekneler gelişigüzel seyrediyor, Thames Irmağı dalgalı.
* Sol liberal Guardian her zamanki gibi kararsız... Kraliyeti hem sevmez, hem sevmediğini bağıramaz. Bir yanda cici tekneler, bir yanda heyula savaş gemisi, bir yanda hava raporu...
* Sabah Sabah Seda Sayan televizyon için neydiyse, Daily Mail de gazetecilik için o. Okur kitlesi de aynıdır. Geçiniz.
* Bizim basın bile gördü ama özgürlükçü Irish Times'ın umurunda değil kraliçe. Ön sayfaya küçücük haber yapsalar, gazeteleri o gün Belfast sokaklarına yığıp yakarlar.
Tatil dönüşü kürtaj tartışmalarını okudum ve nutkum tutuldu. İnsanın memlekete dair umudu kırılıyor. Elimde gazete olsa fırlatıp atardım ama bilgisayar var, yazık.
Ekonomik kriz için Bloomberg Businessweek kapak yapmış, "vur kafanı buraya" diyor. Bizdeki mevcut durumda bana uyar, sizi bilemem.
Den Bosch'ta bir öğle vakti. Boynumda kamera St. John Katedrali'nin etrafında dört dönüyorum.
Kalabalık bir mimari... Her taşa bir heykel oturtulmuş. Meryemler, İsalar, şeytanlar, melekler... Sürekli yenileri ekleniyor, durmak yok.
Bir meleği arıyorum. Katedralin en gencini. Ayağında kot pantalonu, kulağında cep telefonuyla yontmuşlar. Yeni sürüm, internet çağı meleği. Onu bulacağım, fotoğraflayacağım, sonra da kullandığı telefon hattını arayıp röportaj yapacağım. Konuşmamız gereken bir iki uhrevi mesele var.
Hafta içi, şehir sakin, katedrali gezen kimse yok. Heykeller aralarında fısıldaşıyor. Ben çaresizce onlara bakıyorum. Neredesin melek?
Ana kapıda bir adam beliriyor. Boynumda asılı kameraya bakıp gülüyor: "Meleği mi arıyorsun?"
Bozuntuya vermek istemiyorum. Koca katedrale küçücük bir melek için gelmiş gibi görünmeyeyim şimdi. "Yoo, bakınıyorum öyle"
Sen bilirsin der gibi omuz silkiyor. Sonra da yukarıda iki aksakallı heykel arasına sıkışmış bir ufak figürü işaret ediyor. "Çekinmene gerek yok, hepimiz bir melek arıyoruz."
Mayıs 1934. Scott Fitzgerald'ın "Tender Is The Night"ı henüz yayımlanmış. Ernest Hemingway kitabı okumuş ve pek beğenmemiş. Arkadaşına bir iki tavsiye veriyor. (Mektubun tamamı için Letters of Note'a bakabilirsiniz.)
(...) Uzun zaman önce dinlemeyi bıraktın. Bizzat aradığın cevaplar hariç. İyi malzemen vardı ve dinlemen gerekmiyordu. Bir yazarı tüketen işte budur (hepimiz böyleyiz, sana hakaret etmek için söylemiyorum.) Görmek, dinlemek... Her şey buradan gelir. Sen yeterince iyi görüyorsun. Ama artık dinlemiyorsun (...)
(...) Allah aşkına, yaz! İnsanların ne söyleyeceğini ya da başyapıt çıkarıp çıkaramayacağını düşünme. Ben bir sayfalık başyapıt için bok gibi doksan sayfa yazıyorum. Sonra da o boktan kısmı çöpe atmaya çalışıyorum (...)
(...) Kişisel trajedini unut. Hepimiz daha en baştan mahvolmuş durumdayız. Hele sen, ciddi bir şey yazmak için epey acı çekiyorsun. Madem öyle, o allahın belası acıyı bulunca kullan, onunla oynama. Bir bilim adamı kadar sadık ol ona. Ama bir şey senin başına geliyor diye de, onun çok önemli olduğunu zannetme (...)
Vatan Şaşmaz'lı metrobüs reklamını seyrettim. Seyredip üzüldüm.
Orta sınıfa, dar gelirliye hitap ediyor metrobüs. Zenginlerin onunla ilişkisi tıkalı trafikte akıp giden tek şeride, metrobüs hattına küfür etmekten ibaret. Varlığın ilk göstergesi özel araçsa bir ülkede, bu hal de normal tabii.
Her neyse, zaten mesele başka. Reklamda Şaşmaz'ın oynadığı adam zengin ama kalender. Villasından çıkınca kapıda hazır bekleyen şoförlü arabasına binmiyor; toplu taşımayı tercih ediyor. Bunu gören şoförü de "helal olsun, bak sen şu işe" diyor içinden. Altı özenle çizilmiş bir sahne bu.
Anladığım kadarıyla, reklama genelde "o kadar ferahfeza metrobüs mü olurmuş" diyerek itiraz ediliyor. Reklamdır, balık istifi göstermeyecekler elbette. Ama zengin bir adamı, adımını bile atmayacağı toplu taşımada göstermek... Yönetenin yönetilene bakışını bir çırpıda anlatıyor.
Belediye potansiyel metrobüs kullanıcısına diyor ki: Siz o zengin adam değilsiniz, siz onu takdir eden şoförsünüz. O zengin adam biniyorsa, siz haydi haydi bineceksiniz.
Zenginliğe tapan, zengine hayran olan, onunla ilişkisini bir türlü ayarlamayan bir kültür... Bu da onun reklamı işte.
Boktan bir reklam belki, küçük bir şey. Ama günün bu saatinde anıt gibi duruyor.
Kanal boyunca yürüyorum. Tam Felix Meritis'in önünde bir hareketlenme. Üç araba arkaya binanın önünde durdu. Kapıdakiler araçlardan çıkanları hararetle selamlıyor.
Son çıkan adamı bir yerlerden gözüm ısırıyor. Ama nereden? Sevimli, çok sevimli, güleryüzlü bir adam. Dikkatle bakıyorum, çıkaramıyorum.
Kapıda bekleşen üç beş kişi de onu seyrediyor, ama benim kadar ısrarcı değiller belli ki. Adam kafasını kaldırıp bana bakıyor. Aramızda sekiz on adım mesafe var. Gülümsüyor. Yoksa o mu beni tanıdı? Ayıp olacak şimdi. Yahu kimdi bu adam?
El sallıyor. El sallıyorum.
Sonra içeri yöneliyor. Kendisini bekleyenlerle tokalaşıyor. Birisi adıyla hitap ediyor. Jeton düşüyor bende nihayet.
Hollandalılar dakikliğiyle ünlü. Aynı şekilde davranmayana da kızıyorlar. Belli bir saatte randevu kesmişsen, tam o anda orada olacaksın. Trafik yoğundu, teker patladı, evim yanıyordu, yok! Randevu randevudur...
Farklı milletlerden bir grup insan bir partiye katılıyorsa, ilk gelen Hollandalılar'dır. Parti saat yedide başlıyor mu dendi; bir Hollandalı yedide orada olur. Amerikalı, Fransız ya da Türk dokuza doğru teşrif ettiğinde, Hollandalı'nın ortamdan ayrılma vakti çoktan gelmiştir. Tuhaf bana kalırsa, ama ne yaparsın, böyleler.
Cumhurbaşkanı Gül'e bunu kimse anlatmadı herhalde. Kraliçe Beatrix'le randevusuna on beş dakika gecikti. Garibim Beatrix, Amsterdam'daki Kraliyet Sarayı'nın kapısında hiçbir yere kımıldamadan bekledi de bekledi. Hava da soğuk. Algemeen Dagblad gazetesi kraliçenin huzursuzlandığını, keyfinin kaçıp yüzünün asıldığını yazdı. Üstteki fotoğrafta da görebilirsiniz. Bizde devlet geç gelir, ama o nereden bilsin.
Gül'ün bu aksaklıkta muhtemelen bir günahı yoktu. Ama Kraliçe yine de rövanşı aldı. Ertesi gün Hollanda Aslanı nişanı verdiği Cumhurbaşkanını bu defa Lahey'de Binnenhof'tan uğurlarken yüzünde güller açıyordu. Neden mi? Çünkü Gül'ün heyetindeki korumalardan biri araba çalışınca dengesini kaybedip düşmüştü. Bir gün önceki sıkıntısından belki, Beatrix de kendini tutamayıp kıkırdadı. Algemeen Dagblad keyifli Kraliçe'yi bu defa ön sayfaya taşıdı. Yakışıyor mu şimdi!
Rövanş işte! Ama maç bitmedi. Kraliçe Beatrix 13 Haziran'da Türkiye'de.
Asabi kraliçe fotoğrafı: Antoin Peeters Gülen kraliçe fotoğrafı: Patrick van Katwijk
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül burada. Sevdiğimiz tabirle "temaslarda" bulunuyor.
Bugün de Başbakan Mark Rutte'yle temas etti ki, bir detay olmasa medyamız öyle üstünkörü geçip gidecekti.
Rutte görüşmeye bisikletine atlayıp geldi. Güzel tabii. Herkes bisiklet kullanıyor, başbakan da kullansın. Ahmet Necdet Sezer'in Migros alışverişini kendisi yapmasını ya da kırmızı ışıkta beklemesini, Erdal İnönü'nün şemsiyesini kimselere kaptırmamasını severdik. Bisiklet kullanan başbakan da bize sempatik gelir. Doğaldır, hoşuna gitti Türkiye medyasının. "Halktan biri" sıfatını şak diye yapıştırdı.
Buradaki bakış biraz farklı. Medya, Başbakan'ın imaj çalışması yaptığını yazıyor. Tam da o "halktan biri" sıfatına oynamak için.
Hadi bir de dedikodu vereyim: Rutte'nin, bisikletini ancak birkaç yüz metre sürdüğünü, sonra da kendini bekleyen makam aracına binip gittiğini söyleyen de var. Bir yere gelirken de aynı şekilde yapıyormuş tabii. Arabadan in, bisiklete bin, halkın arasına karış... Ben görmedim, günahı söyleyenlerin boynuna.
Bisiklet meselesinde Hollandalılar haklı olabilir. Gerçekten de biraz imaj çalışması kokuyor. Yine de benim Rutte'yi takdir ettiğim bir başka mesele var. Buraya ilk geldiğimde Newsweek Türkiye için yazmıştım (blogda da var, şuradan bakabilirsiniz.) O günlerde Rutte kabinesini yeni kurmuştu ve haftada iki saatliğine yaptığı bir işi başbakan olduğu için bırakmak istemiyordu. Bir lisede sosyoloji ve yurttaşlık bilgisi öğretiyordu. Parlamento'ya dilekçe verdi; öğretmenliği sürdürdü. Yani Hollanda'da doğrudan Başbakan'dan yurttaşlık bilgisi dersi alan çocuklar var.
Son not: Başbakan bisiklet kullanıyor ama o bisiklet Gazelle. Epey de pahalı bir modeli. Benim sekizinci el bisikletimle karşılaştırınca Ferrari'ye biniyor sayılır. Hani nerede halkçılık!
Bakana bakmak bazen bakmaktan daha zevkli geliyor. Bir kadının ardından bakan erkeklere bakmak mesela; minibüse binen kadını baştan aşağı süzen diğer kadına bakmak. Haince bir zevk.
Nihai noktası fotoğrafçıya bakmak. Bizim için bakanlara... Hollanda'nın epey sıkıcı siyasi sahnesini (gerçi neresi eğlenceli ki?) takip eden bir grup fotomuhabir birbirlerine baktıkları bir internet sitesi kurmuş; ismi hebbediekiek. "Poz ver" gibi çevrilebilir Türkçe'ye.
Poz vermiyorlar elbette; kan ter içinde işlerini yapıyorlar; ama iyi de poz çıkıyor doğrusu. Sonradan bakıp eğleniyorlardır. Buraların siyasetine de başka türlü katlanılmaz zaten.
"Viyana'daki ilk gecemde, Jonathan Carroll beni Tuna kıyısına götürdü. Nehre inen basamaklarda oturduk. Etraf köpeklerini gezdirenlerle doluydu. İnsanlar küçük baş hareketleriyle birbirlerini selamlıyor, köpekler dostça koklaşıyordu. Jonathan gözlerini karşı köprüdeki bir kadına dikip bakmaya başladı. Kadın o kadar yavaş hareket ediyordu ki, salyangozların çektiği bir kızağın üzerinde olduğunu düşündüm. Bir saat sonra nihayet önümüze geldi ve Jonathan'ı tanıyıp selamladı. Jonathan da saygıyla karşılık verdi. Kadının yanında iki kaplumbağa görünce şaşırdım. Etiyopya çöllerinden sürgün kaplumbağalar... Kadın her gece onları gezdiriyordu; Jonathan ise geçişlerini hayranlıkla izlemek için orada hazır bulunuyordu. "Yazarların işi budur, Conroy" dedi. "Kaplumbağaların gelmesini bekleriz. Onları gezdiren kadını bekleriz. Sanat böyle işler. Tavşan ya da yarış atıyla olmaz. Tüm sırları barındıran kaplumbağalardır. Sabır gerekir."
Direniş'in hayatta kalan son temsilcilerindendi. Yahudi'ydi. Harvard'da eğitim gördü. İkinci Dünya Savaşı'nda Güney Fransa'da karısıyla birlikte Liberation Sud'ü kurdu. Partizanları örgütledi. Esir düştüğünde, karısı tarafından kurtarıldı (Claude Berri'nin Lucie Aubrac isimli filmi o günleri anlatıyor)
Leonard Cohen'in The Partisan'ını çok severim. Direniş yılları üzerinedir. Şarkı, Aubrac'ın hayatını da içeriyor belli ki.
97 yaşında ölen Aubrac geçen yıl Le Monde'a şunları anlatmış: "Naziler'e karşı savaşırken iyimserdim, bir şeyleri değiştirebileceğimi düşünüyordum. Gençlere de aynısını öğütlüyorum: 'Eğer yenilgiyi şimdiden kabullenirseniz, hiçbir şey gerçekleştiremezsiniz.'"