Kazuo Ishiguro, 2017’deki Nobel konuşmasında ondan özür dilemişti: “Hep Margaret Atwood’un ödül almasının çok yakın olduğunu düşünmüştüm. Halen öyle düşünüyorum. Öyle umuyorum.”
PS: Observer’ın eki The New Review, 'Damızlık Kızın Öyküsü'nün devamı ‘The Testament’ çıkmak üzereyken (9 Eylül’de yayımlanıyor) “O, herkesin ilerisinde” diyerek, harika bir fotoğrafla Margaret Atwood’u kapak yapmış. (Fotoğraf Bryan Adams’ın).
PS 2: Bu sene Nobel Edebiyat Ödülü yeniden veriliyor. Hem de iki defa... Biri ona, diyelim.
Şu milletin adamı olmak ne ilginç şey. Mesela sırf milletin için, milletin kendisi olan parlamentoyu feshedebilirsin. Anayasayı bir hamleyle hiç edebilirsin.
İşte Boris Johnson… Başbakanlığını yaptığı milletin vekillerine, “Bunlar şimdi Brexit’i de iptal ederler” diyerek güvenemedi; parlamentoyu tatil etti. Kraliçesinden de onayını aldı. Çünkü neme lazım, millet her zaman kendine yakışanı giymez; kendine yaraşan sistemi ya da insanları seçemez.
Nereden biliyoruz? Çiçeği burnunda başbakan Boris Johnson’a köşe yazarlığı da yaptıran The Daily Telegraph gazetesi mesela “Parlamentonun görevi, milletin isteğini yerine getirmektir” diye manşet atıyor. Nasıl yerine getirecek peki? Gerektiğinde çalışmayarak, kendini tatil ederek herhalde. Koca gazete yalan mı söyleyecek!
Daily Mail de Johnson’ı yumrukları sıkılı göstermiş. Dövüşe hazır. Kimi dövecek peki? “Yaptığınız anayasaya aykırıdır, milletin sesi kısılamaz” diyen arsızları belli ki. Milletin adamı olmak, gerektiğinde milletin içindeki haylazları ayıklamayı gerektirir. Bunu bilmiyor muydunuz?
Tabii ki biliyorsunuz. Seçim sonuçlarını kale almayan, Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan millet adamını hiç mi görmediniz? O da ne yapıyorsa milleti için yapıyor. Zillet içindeyseniz, siz kaybedersiniz.
PS1: Şaka maka, yıl olmuş 2019, hâlâ Kraliçe’nin iki dudağı arasına bakan bir ülke de ne bileyim, demokrasi falan demesin.
PS2: Burada gördüklerinizin hepsi dünkü gazeteler. The Independent adlı adınca 'darbe' demiş. İskoç gazetesi The National da "demokrasinin kara günü" diyerek kara manşetle çıkmış.
Gülten Akın, Şiir Üzerine Notlar’da (1996), Murathan Mungan ile seksenlerin başındaki ilk karşılaşmasını anlatıyor. İki kuşağın iki büyük şairi… O yıllarda Akın şiirini kurmuş, inceltiyor. Mungan kendi uzun yolunun başında sayılır.
Bu hatıranın içinde ikisi de ne kadar güzel; Akın’ın söylediği gibi nasıl da ışıl ışıllar. Neden bilmiyorum, Gülten Akın’ın anlattıkları da yazdıkları da bana hep o kadar yakın, o kadar yakın geliyor ki, şu karşılaşma kendi hatırammış gibi burnumun direği sızladı.
“ (…) Sanırım bir fuardı. Ankara’da. Yine sanırım 1980’lerin başında. Yüksekçe bir yere oturtmuşlardı beni. Önümde bir masa. İmzanın seyrekleştiği bir sırada geldi. Kendini tanıttı. Yanımdaki sandalyeye ilişti. Murathan Mungan’dı. O günlerde Devlet Tiyatrosu’nda olmasa gerek, AST’ta sahnelenen oyununa çağırıyordu beni. Davetiyemi verdi. Arandığım için sevinmiştim. Işıl ışıl bir güzellikteydi. Bir de, ‘Yadigâr’ adlı şiirinde başkasına söylediğini ona çevirerek diyorum ki, gönül burcunda doğanlardandı.”
Yeniden Murathan Mungan okumalı. Burada şimdilik, en sevdiğim şarkılardan biriyle analım. Sözler onun tabii ki. O muhteşem Yeni Türkü-Murathan Mungan ortaklığının belki de en olgun meyvesi.
Dilimizin ve şiirin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından Gülten Akın, “neden yazarız”ı açıklıyor.
Bizler, hayatın dilini sanatın, yazının diline çevirenler, onu kitaplara sığdırmaya çalışanlarız. Estetize ederek sunduğumuz bir amacımız var; hayatın ve dünyanın değişimine katkıda bulunmak. Gündelik konuşmalarda kullandığımız sözcükler, hayatın, insan ilişkilerinin anlamını açıklamada yetersiz kalır. Onun için, “Sözcükler anlamın tutukevidir” demiştim. Yazar, özellikle şair onları öyle yan yana getirir, yapılaştırır ki, daha derinden kazarak çıkarılan anlam kurtulan anlam olur.
İşte, dille yapılan bu değiştirimdeki büyü, yaşamı nesnel olarak değiştirebilmenin umudunu taşıyabilir.
Frankfurt Kitap Fuarı kapanış konuşmasından (19 Ekim 2008’deki törene kendisi katılamamış, yazdığı metni iletmişti).
Yara (Blizna) isimli Bir Kieslowski filmi izledim. MUBİ’de. Üstadın ilk uzun metrajlı işiymiş. Senesi 1976. Polonya’nın ücra bir kasabasına inşa edilen bir gübre fabrikasının toplumda açtığı yarayı anlatıyor.
Binlerce yıllık ormanlar kesiliyor; yerlerine binalar, lojmanlar dikiliyor.
Kendi halinde yaşayıp giden kasaba, önce bir bacaya, sonra dumana dönüşüyor. Duman oluyor kasaba. Kelimenin her anlamıyla.
İnsanlar işsiz, toplum fakir, çelişkiler keskin. Devletlüler, ileri gelenler fabrikayı istiyor; canla başla savunuyor. Bir kısım da diyor ki; fakiriz ama sağlıklıyız; ağacımız, ormanımız ergin; çiftimiz çubuğumuz diri. Bildiğiniz tartışma… Kieslowski usta, işin burasını neredeyse bir belgesel gibi çekmiş. Zaten bir gazeteci gözü ve kamerası marifetiyle ara ara dahil de oluyor kurguya.
Bizden farkı, işlerin Doğu Bloku’nda geçmesi. Devlet “ol” dediği zaman; tartışmasız, muhalefetsiz fabrikanın istenen yere inşa ediliverilmesi. “Yanlıştır bu” diyenler, parti kanallarını kullanıyor; fabrika müdürünün yani devletin yüzüne söyleyeceğini söylüyor (Uygulayıp uygulamamak devlete kalmış). Biraz daha muhalif olanlar geceleri çıkıp duvarları yazılıyor, fabrikayı istemediklerini haykırıyor. Gizlice.
Bizden farklı olmayan kısmı, işlerin bizde de üç aşağı beş yukarı böyle yürümesi...
Devletin, partinin ya da birilerinin “ol” dediklerinin oluvermesi… Şeffaf olmayan ihalelerle, toprağın, mesela altın arayanlara peşkeş çekilmesi. Yerel halkın isteklerinin dikkate alınmaması. “Kalkınalım kalkınalım” derken bazılarının fazla kalkınması. Muhalif olanların sesine bir yere kadar müsade edilmesi, sonra o seslerin bir şekilde kısılması. Gerek görüldüğünde aynı muhaliflerin “vatan hainidir” deyip halkın önüne atılması…
" (...) Herkes bilir ki, bir saat ya geri kalır, yahut ileri gider. Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar imkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir; meğer ki durmuş olsun. Fakat burada iş şahsîleşir. Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır. Meselâ, benim çocukluğumun geçtiği Abdülhamit devrinde cemiyetimiz neşesizdi. Başta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmişti. O zamanın vapur düdüklerinin acılığını, hüznünü, keskinliğini benim yaşımda olanların hepsi bilir. (…) Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler."
Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar
PS: Geçen aynı kitaptan bahsederken, grafik tasarımcı Ethem Onur Bilgiç’in illüstrasyonunu kullanmıştım. Bu güzellik de onun.