beyaz kadın çatal dilli

Gevezelerin doluştuğu her ofiste yaşandığı gibi, dönem dönem dilimize belli laflar dolanıyor. Sonra da öyle bir sünüyor ki… Alın işte bir tanesi: İyi değildir derler… O yazıyı yazma, iyi değildir derler; o soruyu sorma, iyi değildir derler; o kadınla röportaj yapma, iyi değildir derler.. Höhh, nasıl sardırmıştık yahu.

Burcu bize bu lafın ailesindeki tarihi kökenlerini anlatmıştı. Şimdi size de anlatıyor. Newsweek Türkiye’nin bağrından çıkan son bloga buyurun. Benden daha neşeli olduğu kesin.

Bu vesileyle kendisine, buraları boş bırakma, iyi değildir derler, diyorum.

fotoğraflar işe yaramadı...







Düstur belli: fotoğraf yoksa da haber de yok. Görsel olmadan kimseye bir şey anlatamazsınız. Hatta anlatmasanız da olur, bazı fotoğraflar meseleyi bütün çıplaklığıyla anlatır zaten.

Boşuna yazıyoruz dedirten adamlardan Bruce Davidson’un üç ciltlik albümü çıkmış bu hafta. OutsideInside. Fotoğrafla ilgilenenler tanır da, bilmeyen için not düşelim: Magnum’a bağlı çalışan Dickinson, özellikle 1960’lardaki özgürlük hareketiyle, Amerikan getto yaşamıyla (ve de sirklerle) içli dışlı olan, oralardan efsane fotoğraflar çıkartan bir adamdır. Artık 80’ine merdiven dayamış. Yeni fotoğraf kitabından haberdar olmamı sağlayan, tatlı tatlı konuştuğu röportaja buradan bağlanabilirsiniz. Ama Magnum’un kurucularından Henri Cartier-Bresson’un etkisine nasıl girdiğini anlattığını bölümü ben aktarayım:

“İlk Cartier-Bresson fotoğrafını 1952’de R.I.T. Fotoğraf okuluna devam ederken gördüm. Beni onunla tanıştıran sınıftaki iki kızdan biri olan Joan’dı. Joan’a biraz kur yapıyor gibiydim. 'Decisive Moment’ı getirdiğinde kızlar yatakhanesinde oturuyorduk. Ben güldüm. O ise fotoğrafların onu gerçekten heyecanlandırdığını, Cartier-Bresson’un da gerçek aşkı olduğunu söyledi. Bu yüzden dışarı çıktım ve küçük bir Leica satın aldım. Cartier-Bresson’u taklit etmeye başladım. Lighthouse Misyonu’nu fotoğraflıyordum. [Misyonerlerin yardım ettiği] herkes sarhoştu. Misyonerler onlara vaaz, bir fincan kahve ve sucuklu sandviç veriyordu. Onlar gidince, şişeler tekrar çıkartılıyordu. Ama çektiğim fotoğraflar, hakikaten de biraz Cartier-Bresson kokuyordu. (…) Fotoğraflar işe yaramadı. Joan bir İngilizce profesörüyle kaçtı. Yaşlı bir adamdı. Ben de Cartier-Bresson’la kaldım ki, hiç de fena sayılmazdı.”

Eh, herkesin hikâyesi bir noktada birbirine benziyor işte.

savaş savaş nereye kadar


Hayat İngiliz gazetecilere güzel valla. Ağızlarına ne gelirse sallıyorlar. Almanya’yla kader maçlarını oynuyorlar ya, “savaş günü” demekten çekinmiyorlar mesela. Churchill gelse, “biz biliyoruz da mı savaşıyoruz” deyip değnekle kovalardı hepsini.

Elenip gitseler de şunların abukluklarından kurtulsak. Hayır, turu geçerlerse Arjantin geliyor; o zaman da savaş çığlıkları atacaklar. Krallığın üzerinde ancak böyle güneş batmıyor herhalde.

bu kadar yeşillik yeter






Bizde Tansu Çiller başa geçtiğinde ne tartışılıyorsa Avustralyalılar da şu an aynısını tartışıyor. Bu uzak ülkenin tarihinde ilk defa bir kadın, Julia Gillard başbakan oldu. Tabii bizden azıcık farkları da var. En saygın gazeteler bile Gillard’ın politik oryantasyonundan ziyade, onun standart kadın politikacı figüründen uzaklığını öne çıkarıyor. En sık işlenen konu da kuaför sevgilisiyle evlenmeden beraber yaşaması. Seçim gelip çattığında bu bahis harlanacaktır.

Umarım Çiller gittikten sonra yaşadıklarımızın aynısını da yaşamazlar.

Çünkü esas mesele başka. Gillard’ın parti içi (İşçi Partisi) bir müdahaleyle devirdiği Başbakan Kevin Rudd, onun politikada yolunu açan liderdi (Bu haliyle biraz Kılıçdaroğlu /Baykal meselesine de benziyor.) Ama başbakanı gerçekten bu rol modeli kadın mı alaşağı etti? Hayır.

Bir çiftlikte büyüyen Kevin Rudd dünyanın şimdiye dek gördüğü en yeşil liderlerdendi. Avustralya’yı Kyoto’ya soktu, bir, karbon vergisi planladı, iki, üstüne bir de koca kıtanın esas sahibi Aborjinler’den ailesinden koparılan çocukları için özür diledi. Ama zengin maden firmalarına ek vergi getirmeye kalkınca, kodamanların sabrını taşırdı. Yerine hemen birini bulup getirdiler.

Biz de Tansu Çiller geldiğinde “kadın” diye sevinmiştik, değil mi? Fark etmiyor sonuçta.

Bir de ben böyle ağlayan başbakan görmemiştim. Belki de o dokunmuştur.

everybody hurts









Kim ne derse desin, İngiliz gazeteleri abartıda buradakilere taş çıkartır. Bir şekilde yöneticilere giydirmek, daha iyisi okurun gözünü korkutmak için gündem arıyorlar. Bulduklarında da acımıyorlar. Dün tam da sevdikleri gibi bir gündü. Yeni hükümetin kemer sıkma politikasının can acıtacağı uzun süredir biliniyordu ama tam olarak ne kadar acıtacağı konusunda kesin rakam önceki gün geldi. Geleceğin başbakanı olarak selamlanan çiçeği burnunda Maliye Bakanı George Osborne bütçeyi açıkladı. Zam, vergi, kesinti, sonra yine zam, yine vergi yine kesinti… Osborne da doğrusu iddialı bir arkadaşmış, eski püskü çantasıyla verdiği pozlarla sembolizmin gözüne gözüne vurdu. “Canınızı yakıcam, hazır olun” diyordu.

Bu pozlardan sonra gazetelerde ön sayfayı hazırlayanlar uzun uzun düşünmüştür. Herkesin kullanacağı fotoğraf belli, adam içinde bütçenin bulunduğu çantayı kaldırmış milletin burnunun önünde sallıyor. Ne yapıp da fark yaratacaklardı? Sınavdan bence The Guardian geçti. Osborne’un elinden öyle kesit aldı ki, çanta tutan el yumruk haline geldi. Üzerine de “Şimdi acıyacak, sonra daha çok acıyacak” deyince tam oldu. The Journal’ın da manşeti güzeldi: “Everybody Hurts.” Sanırım, İngiltere’nin de elenmesini, böylece manşetlerinin güçlenmesini bekliyorlardı, yanıldılar. Bu arada koca ülkede bir tek Independent’in farklı fotoğrafla çıktığını da not düşelim.

Gelelim mesajımıza: Sanırım İngiliz gazeteciler sadece bir günlüğüne Türkiye’de gazete yapsalardı, iyice psikopata dönerlerdi. Millet de gazetesini avuç avuç anti-depresan eşliğinde okurdu. Böyle yoğun gündeme biz gerçekten iyi dayanıyoruz yine de.

eyvallah ilhan selçuk



İlhan Selçuk'un ardından nasıl bir gazete yapacaklarını ve ne diyeceklerini merak ediyordum. Bu yüzden dün Cumhuriyet'te neredeyse bütün köşe yazarlarını satır satır okudum. En iyisi yine Selçuk'un Pencere'siydi. Gazetenin yazıişleri şık bir tercihle, Selçuk'un iki sene önce ameliyata girmezden evvel yazdığı bir yazıyı yeniden yayımlamış. Ölümle dalgasını geçerek, tarafını seçiyor o yazıda Selçuk.

Görüşlerine katılmazdım, ama bir yazı insanı olarak büyüklüğünü kim yadsıyabilir? Hayatını kalemiyle kazanan, önceliği hep kelimelere veren bir kuşağın son temsilcilerindendi. Türkiye'nin artık ne sağdan ne de soldan çıkarabildiği, büyük isimlerdendi. Yazardı. Yaşamak hakkındaki "son" yazısından bir parça, buyurun aşağıda:

"Yaşamak nedir mi?
Bir sabah kalktın, sevdiğin kadının gözünün altında derin bir çizgi gördün..
O da gördü mü?..
Görmez olur mu?..
Ya da henüz aynaya bakmadı..
Soru:
-Yaşlanıyor muyum?..
Sen görmezlikten geldin diyelim, o düşünüyor, dupduru ten nasıl böyle oldu?..
Nasıl olmasın ki, yaşıyorsunuz.
Kim bilir belki gözü de teni de daha güzelleşti.
Ama şartlanmış bir kez.. Şartlanmışsınız.
Çizgilerin, yaşlılığın insana güzellik verdiğini kişinin kültürüne aşılayan estetik kültürüne ulaşmak için, insanların daha ne kadar yaşamalarına gerek var? 100 yıl, 1000 yıl?
İlkellik daha ne kadar sürecek?
Sürse de alt gözkapağının altındaki bir yeni çizginin insanı bu denli düşündürüp oyalaması, işte insanın gözeneklerine dek yaşamasıdır..
Yaşamak güzel şey Taranta Babu.

Nalları dikmezsem..
Daha görüşürüz..
Dikersem her ne kadar kusurumuz da olsa, affola..
İkisine de eyvallah.."

evet, isyan




Simon Kuper bu haftaki Newsweek Türkiye'de, bu kupadaki futbol unutulsa da, taç çizgisinde takım elbisesiyle bekleyen Maradona'nın görüntüsünün akıllardan silinmeyeceğini söylüyor. Bu yazı belki biraz erken geldi. Kendi payıma, yukarıdaki fotoğrafların daha kalıcı olduğunu düşünüyorum.

Futbol oynamasa da Fransa'nın bir oyunu vardır hep. Ama bu kadar düşük kalibreli oyunu ancak bambaşka bir şey dengeleyebilirdi. Fransız basını dün, Kaptan Patrice Evra ve arkadaşlarının, Nicolas Anelka'nın takımdan kovuluşunu protesto edip idmana çıkmamasını sirk'ten ayaklanma'ya açılan bir yelpazede yazıp durdu.

Hoşnut değiller tabii. Halbuki olmalılar. Belki romantik bir tutum ama futbolundan nefret ettiğim Fransa takımı bana daha sempatik geliyor şimdi. Arkadaşlarına sahip çıkacaklarına kuzu kuzu idmana da çıkabilirlerdi.

Beri yandan tüm bu olan bitene bakınca, bu takımın koca Sartre'ı bile ters köşeye yatırdığını görüyorsunuz. Ne demişti Sartre: Futbolda her şey karşı takımın varlığıyla çetrefilleşir.

Fransızlar'ın başka bir takıma ihtiyaçları yok.

üzülen adam



Otel Canopus'ta bu fotoğrafı görünce dayanamadım. Aynı yerden ikinci hırsızlığı da gerçekleştirmiş bulunuyorum.

Bir meselem var da ondan. Bu Kupa'da durup durup Ömer Üründül ve vuvuzelaların üstüne gelinmesi baydı artık. Herkes 'maç anlatacak başka birisi bulunamaz mıydı' diyor; biraz Hıncalvari olacak kusura bakmayın ama 'başka birisinin' olduğuna gerçekten inanılıyor mu? Ben şahsen bugüne kadar maçı yorumlamasından zevk aldığım birine daha rastlamadım. Bu müessese neden var onu da anlamış değilim, iyi spiker talep edilsin de iyi yorumcu ne demek?

Bahar, fotoğrafı dört yıl önceki kupada, Almanya'da çekmiş, fotoğraf altında "Portekiz'le golsüz berabere kalıp kupaya veda eden ingiltere’ye pek üzülmüş, düşüncelere dalmıştı" diyor.

Hiç değilse adam futbolu gerçekten seviyor.

Yorumları da, evet pek iyi değil, ama herkesin teknik direktör olduğu ülkede 'iyi konuşuyor' mu diyecektik ki?

Vuvuzelaya da karışmayın!

evlât













Foreign Policy de bugün babalar ve oğulları mevzuuna girmiş. Bazılarını ayıklayıp buraya alıyorum. Evlâtlar - yukarıdan aşağıya: Kim Jong Il, Hugo Chavez, Saad Hariri, Papa 16. Benedikt (sağ üstte), Nicolas Sarkozy, Barack Obama.

Kim Jong-Il ile babası Kim Il-Sung'un arkasında mahçup gülümseyen askerlere dikkat. İşte o bürokrat gülümsemesidir.

portekiz ve yazarı





"Bir kitabı bitirdiğimde, bir sonraki fikir için beklerim ve bu bazen epey zaman alır. Endişelenirim ben de. 'Pequenas Memorias'ı bitirdiğimde, çemberin tamamlanıp tamamlanmadığını düşündüm. Hayatımda ilk defa bir bitmişlik duygusu geldi ki hiç de memnun edici bir his değildi. Her şey çok küçük ve önemsiz görünüyordu. 84 yaşındayım. En fazla üç, dört yıl daha yaşarım. Ölümün en kötü yanı şu: Şimdi buradayken bir bakmışsınız ki artık yoksunuz."

Jose Saramago (1922-2010)

normallik ancak bir hafta




Tuhaf bir haftaydı. Türkiye ölçeğinde düşünüldüğünde hiçbir şey olmamıştı. Böyle dönemler burada her sene ancak bir iki defa yaşanıyor. Gazetelerin her biri farklı manşetlerle, kendi özel haberleriyle çıkıyor. Geçen hafta da öyleydi. Ama memleketi köpürtecek özel bir haber de yoktu bu kez. Çarşamba manşetlerini harlatan Salı günkü parti grup toplantılarından bile bir şey çıkmadı. Dibine kadar ısınmak ve azıcık serinlemek arası kararsız kalan İstanbul hava durumu gibi, gazeteler de Dünya Kupası, Ergenekon, Kürt açılımı, bilim-sağlık meseleleri, Türkler’in dünyadaki başarılarından falan medet umup, öfke mi gurur mu şüphe mi, rengini belli etmeyen manşetler attı. Yayın gitmiş de ekranda necefli maşrapa seyrediyor gibiydik.

Biraz süreceğe benziyordu, olmadı. Türkiye’nin topyekûn aynı meseleyi tartışmadığı bir haftalık zaman dilimi bugün sona erdi. PKK saldırısından sonra artık manşetler kilit; bir sonraki olağanüstü ana kadar hep beraber bunu konuşacağız. Merak ediyorum, bu ülke bu kadar yoğunluğu nasıl kaldırıyor ve böyle yaşayan bir başka memleket daha var mı?

un dia feliz


Böyle gazete kaldı mı yahu? Arjantin’nden Pagina 12… Milli takımın rakibini dörtlesin, sen tut “Mutlu Bir Gün” diye manşet at; fotoğraf olarak da yüzleri mavi-beyaz boyalı yumurcakları kullan. Bir milli maça bu kadar naif bir şekilde yaklaşıldığını hiç görmemiştim.

direniş buradan başlıyor



Satışlar her yıl düşüyor, reklam gelirleri azalıyor, içerik internette bedava ama internet siteleri de reklam alamıyor. Dünyanın hemen her tarafında (Japonya ve bir ölçüde Almanya hariç) durum aynı. Haber merkezleri küçülüyor. Gazeteciler boşa çıkıyor, onlar çıktıkça haberler de birbirine benziyor.

Gazetelerin geleceği karanlık. Herkes böyle diyor en azından.

İnternet çağında kaybolup gitmeden bir yere tutunulacaksa, kılavuz bu fotoğraf. Bazı şeylere harbiden de paha biçilemiyor.

Fotoğraf Engin Irız'ın, mekan ankara - aşti

bunu yan masadan gönderdiler bahar hanım



Newsweek Türkiye’nin yeni bloglu yazarı… Sadece çaprazımda fısır fısır konuşmakla kalmadı, aleme de tumblr’dan sessiz sedasız giriş yaptı. Bu sayfa için blogundan hırsızladığım fotoğraf bizzat kendisi tarafından okyanus ötesinde çekilmiştir.

Fotoğraf hırsızlığından sonra, fotoğraf altı yazısını alıntılamakta da beis görmüyorum:

“cılız sesler, ıhlamur kokusu, erimiş meyveli dondurma, soğumuş kahve tortusu, kimliği meçhul ayak sesleri, kimsenin göremediği haydutlar, bozuk musluk sızıntısı, ritimsiz, bitimsiz, huzursuz bacak, sesini arayan şarkılar, rüzgâra kapılmış fesleğen rahiyası, uçurtmasız gök, rengini arayan desenler, saat tik takları, kafa sesleri, gündelik laflarla dolmayan incir çekirdeği, mürekkebi bitmiş dolmakalem, çalınmayan kapılar, kornalar, kornalar, kornalar, saniyenin binde birinin kıymetsizliği, boş kuyuda yankılanan ilk taş, küf yeşili, usanma, kabullenme, vazgeçme, diz üstünde uyuyan kedi, koma provası ve uykular, uykular, uykular, yarın bunları kimse hatırlamayacak.”

Benim oyum “soğumuş kahve tortusuna.”

Ama zaten yarın kimse hatırlamayacak.

onu siz yaptıysanız bunu kim yaptı?



Sen tut Dünya Kupası için dünya güzeli bir çizelge hazırla; sonra da kendi maçına bin yıllık manşetle çık.

Hiç değilse, İspanya’nın son neferine kadar nüfusunu öğrenmiş olduk.

Ah be Marca!

aman kissinger karışmasın


İlgisi sadece Soğuk Savaş, Vietnam ve Ortadoğu’yla sınırlı değilmiş. Mr. Henry Kissinger futbola da meraklıymış meğer. Bunu New York Times’dan Roger Cohen’e telefon edip Güney Afrika’daki Dünya Kupası ve Amerikan tarzı futbol hakkındaki görüşlerini aktarması vesilesiyle öğreniyoruz.

ABD’nin Nobel Barış ödüllü 56. Dışişleri Bakanı Dr. Henry Alfred Kissinger diyor ki:

“İyiye gidiyoruz ama saptayabildiğim bir milli stilimiz halen yok. Daha üretim aşamasındayız; tıpkı uluslararası ilişkileri küresel bazda yönetmeye çalışırken yaptığımız gibi.”

Şunlar da Kissinger’ın incilerinden:

“En güzel topu Brezilya oynar ve İtalya rakiplerinin kalbini kırmada ustalaşmıştır. Almanya’daysa herkes Eric von Falkenhayn’ın 1. Dünya Savaşı’ndaki muazzam kanat hareketlerine benzer şekilde saldırır– ve de savunur.”

Kissinger, uluslararası ilişkiler ile global futbol arasında benzerlikler olduğunu söylüyor. Ama ilk önermesinde yanılıyor. ABD futbol takımının bir tarzı var. Ayaktopunu benim diyen takımın yapamadığı kadar koşarak, yardımlaşarak ve en önemlisi centilmence oynuyorlar. Bu takımın Kissinger gibi bir akıl hocası olmasını istemezsiniz.

ganimet


Burada pek önemsenmişe benzemiyor ama dünün en önemli işlerinden biri New York Times’in Afganistan’daki yeni maden keşfine dair haberiydi. Kıdemli Amerikalı yetkililerin (gazetenin tabiri bu) dediğine bakılırsa, ülkede Afganistan’ı dünya piyasasının en büyük oyuncularından biri yapabilecek kadar demir ve bakır, özellikle Peştun bölgesinde ciddi miktarda altın, en büyük üretici konumundaki Bolivya’daki kadar (belki daha da fazla) lityum ve irili ufaklı daha bir sürü maden yatağı var. Lityumla diz üstü bilgisayarların, Blackberry’lerin vs. pilleri üretiliyor. Haber araştırmayı Pentagon yetkilileri ve jeologlardan oluşan küçük bir grubun yürüttüğünü de söylüyor.

ABD’nin işleri Afganistan’da hiç de istediği gibi gitmezken enteresan bir gelişme. Ama esas soru şu: Bunu sevinç çığlıklarıyla mı karşılamalı, savaşın daha da derinleşeceği mi düşünülmeli? Yeni haberler geldikçe, işin esas rengi belli olacak.

Geleceğe de benziyor. Batı medyası işin peşine düşmeye başladı. İngiltere’de The Independent hemen bir dosya yayımladı bile. İçeriği pek dolu sayılmaz ama ön sayfadaki fotoğraf kullanımıyla her türlü övgüyü hak ediyorlar. Başlıkları da kendi bakış açılarını doğrudan belirliyor: Afgan Savaşı’nın ganimeti…

paris kalesi düşerken



Zurnanın zırt dediği yere geldik nihayet.

100 milyon euro’ya yakın borcu olan Fransız gazetesi Le Monde da satılmak üzere. Gazete, son on yılda okurlarının dörtte birini kaybederek günlük 320 binin az üzerinde bir rakama oturmuştu. Reklam gelirlerinin beşte biriyse sadece geçen yıl buhar olup gitti.

Le Monde’un satışı hem önemli hem de bir tuhaf. Önemli; çünkü 1944’te Direniş ruhuyla kurulan gazetenin o gün bugün en önem verdiği konu editoryal bağımsızlık. Gazetenin müstakbel sahibinin bu hasleti ipleyip iplemeyeceğiyse muamma.

Beri yandan bu satış biraz da tuhaf. Çünkü gazetenin kime satılacağına –bir ölçüde- Le Monde gazetecilerinin kendisi karar verecek. Gazete yöneticisi ve editörlerinin bu ay içinde potansiyel alıcılarla görüşmeler yapması, sadece “kimin ne kadar verdiğine” değil, ayrıca “kimin neyi koruyacağına” da bakıp bir karara varması bekleniyor.

Neredeyse bütün dünya medyasının, patronun iki dudağı arasında olduğu bir zamanda, hiç değilse yeni patronlarını seçebilecekler. İşten atılmamayı, ücret kesintisi yaşamamayı, tatilleri ve ikramiyeleri üzerinde kendi bilgileri dışında düzenleme yapılmamasını müzakere edecekler. Eh, iç güveysinden hallice bir durum ama buradan bakınca yine de fantastik görünüyor.

Sadece buradan değil, ABD’den bakınca da manzara aynı. Örneğin Washington Post grubunun Newsweek’i elden çıkaracağı kesin; ama yeni sahibin kim olacağı hakkında çalışanlarının ne somut bir fikri ne de söz hakkı var.

Peki Le Monde’cular kimi seçecek? Gazeteyle ilgilenen potansiyel alıcılar aşağıda:

Claude Perdriel, Le Nouvel Observateur dergisinin sahibi.
Matthieu Pigasse (Lazard France’ın başındaki bankacı), Pierre Berge (Yves Saint Laurent’nin kurucu ortağı) Xavier Niel (telekomünikasyon yatırımcısı) konsorsiyumu
İsviçre’den Ringier
İtalya’dan Espresso Group (ki La Repubblica’yı da onlar yayımlıyor)
İspanya’dan Prisa (El Pais’i yayımlayan grup)

Hiçbirisi siyaseten Le Monde’a çok uzak isimler değil. Ama okur sayısı düşmüş, reklam geliri bitmiş, kendini çevirmekten uzak bir gazeteye para yatırmak hepsini ürkütüyor. Üstelik içinde o kadar ukâla ve dikkafalı gazeteci varken.

ben bugün bunu gördüm

Fazladan bir şey söyleyeceğimden değil, sadece ne kadar şaşırdığımı ileride hatırlamak üzere üzere not düşüyorum.

Ben bugün bunu gördüm. Büyük olduğunu, en iyisi olduğunu, bütün Türkiye'ye hitap ettiğini iddia eden bir gazetede alt tabakada görülen insanları alenen aşağılayarak, hor görerek yazı yazılabiliyormuş. Yazıyı okumakla, düzeltmekle ve yayımlamakla sorumlu hiç kimse de bu işte bir problem görüp ses çıkarmayabiliyormuş.

İsmi zikretmek bile istemiyorum, aslında örnekleri o kadar çok ki, sadece onlar bu kadar cahil değiller. Daha önce bir siyasi aşağılama biçimi olarak çok yazıldı bu tür yazılar. Aynı gazetede onları halen okuyabilirsiniz.

Ama böylesini ilk defa gördüm. Dünkü "hayati" meselesinde de düşünmüştüm; sadece hizmeti değil, hizmeti veren insanı da satın aldığını düşünen insanlar çoğaldıysa ve bu düşüncelerini hiç beis görmeden köşelerinde yazacak kıvama geldilerse, durum kötü.

hafif müzik'ten hayati müdahale


Eski patronum Mehmet Tez, Hafif Müzik isimli blogunda bu seneki Efes Pilsen One Love Festivali’nde garip bir uygulamanın yer alacağını yazdı. Daha doğrusu olaya dikkat çeken Hayalet Kitap yazarı Doğu Yücel’in bir e-postasına yer verdi. Mesele şu ki, festivalde “Hayati” adı verilen birtakım çalışanlar “alandaki etkinlik maratonunu başarıyla tamamlayan” seyircileri, dilerlerse omuzlarına alacak ya da tuvalet vs. kuyruklarına onların yerine gireceklerdi.

Eh, blogu okuyanlar uygulamayı saçma bulup eleştirdi hemen. Organizatörler durumun vehametini hızla kavramış olmalı ki bir günde olaydan çark ettiler. İyi de ettiler. Bana kalırsa, bu uygulama son zamanlarda karşılaştığım en aptalca fikir. Hepimiz konsere, festivale vs. gidiyoruz. Kendi payıma bugüne dek “birisi olsa da beni omzuna alsa, kuyrukta benim için beklese” diyeni görmedim. Arkadaşlar ne için var ki? Ama bu fikri icat edenler de bir motivasyonla hareket ediyor olmalı. İptal edilen uygulama gerçek bir ihtiyaca tekabül ediyorsa harbiden çok tuhaf.

Ama tuhaf bir şey daha var. Bugünkü Radikal, “Hayati sırtında taşımayacak” başlığı altında bu meseleyi konu ediyordu. Haberin pek eleştirel bir tonu yoktu doğrusu. Sadece Doğu Yücel’in mailinin Tez’in blogunda yayımlanmasından sonra gelen tepkilerin organizatörlerin geri adım atmasına yol açtığını yazıyorlardı. Gazetenin internet sitesiyse dozajı biraz arttırıp aynı habere şu başlığı atıyordu: Köle Hayati özgürlüğüne kavuştu!

İşin komiği ben Hayati işini Radikal’de önceki gün de okumuştum. O zamanki başlık “Hayati’ler hızır gibi yetişecek”ti. Haberde festivaldeki bu uygulama ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Gerçi ballandıran Radikal sayılmazdı; sadece festivalcilerin geçtiği basın bültenini alıp yazıvermişe benziyorlardı.

Bu kadar tuhaf bir meseleyi de eleştirmeyecekse Kültür Sanat servisi ne için var? Etkinlikleri sponsorların ağzından duyurmak için mi? Eh onlar duyurur, Hafif Müzik gibi bloglar da eleştirir; sonra organizasyon geri adım atar, gazete de bu defa bir blogdaki haber yüzünden işin iptal olduğunu duyurur.

Duyurup durur işte.

çok açılmayın, boyunuzu geçiyor



Sinemacılara anlattınız, tamam.
Yazarlara anlattınız, tamam.
Sporculara anlattınız, ona da tamam.

Siz değil başkası anlatınca mı suç oluyor? Ya da Yıldırım Türker’in de isabetle sorduğu gibi mesela Hasan Cemal değil İrfan Aktan anlatınca mı suç oluyor?

Arkadan gelen cümle, Mavi Marmara’ydı, İsrail’di, Ortadoğu Birliği’ydi, Kılıçdaroğlu’ydu falan derken, bugün kimsenin üzerinde durmadığı, durmaya üşendiği bir cümledir. “İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Express dergisinde yayımlanan 'Bölgede ve Kandil'de Hava durumu / Mücadele Olmazsa Çözüm Olmaz' başlıklı yazısı nedeniyle gazeteci İrfan Aktan'ı 1 yıl 3 ay hapis cezasına mahkum etti.”

Uçakta konuştuklarınıza değil, başka gazetecilere de anlatırsanız açılımı, bu cümleyi de unutmayın.

PS: İrfan kardeşimin bu afili fotoğrafını netten buldum, imzayı bilemiyorum.

fisk usulü cesaret testi


Independent’ten Robert Fisk Ortadoğu’yu da basın alemini de iyi bilir. Yardım filosuna saldırı sonrasında bir şey diyorsa dinlemekte fayda var (çeviri Radikal’den):

“(...) Bütün bu manzarada şaşırtıcı olan şu: Birçok Batılı gazeteci (buna BBC’nin yardım gemileriyle ilgili ödlekçe yayınını da katıyorum) İsrailli gazeteciler gibi yazarken, birçok İsrailli gazeteci de cinayetler hakkında Batılı gazetecilerin sergilemesi gereken cesaretle yazıyor. Ve bizzat İsrail ordusu hakkında da cesurca yazan İsrailli gazeteciler var. Amos Harel’in Haaretz’de yayımlanan ve İsrailli subayların bileşimini analiz eden sarsıcı haberi mesela. Geçmişte birçoğu solcu kibbutz geleneğinden, Tel Aviv ve çevresinden geliyordu. 1990’da ordu kadrolarının sadece yüzde 2’si aşırı dindar Yahudilerden oluşuyordu. Bugünse bu oran yüzde 30.”

New York Times neyi eksik ve fazla yazdı derken kastım biraz da bu korkaklıktı. Batı basını bu sınavda çaktı; ama not veren kimse de yok ki.

ucuz etin yahnisi


Spekülasyonla yükseltilen et fiyatı "zorla" düşürüldü.

Haftabaşında Macaristan’dan getirilen (ve Uğur Dündar’ın Star Ana Haber’inde sanki öldürmeyip sadece besleyecekmişiz gibi tanıtılan) ithal sığırlar Sakarya Et Kombinası’nda kesilmeye başlandı.

Bu arada Latin Amerika’da ve dünyanın birçok başka yerinde tarlalar sökülüp soya plantasyonları kuruluyor. Amaç kesim hayvanlarını beslemek, özellikle Avrupa’daki eti ucuza getirmek. Dünya ölçeğinde kesim hayvanlarına yem üretmek için ayrılan tarlalar insanlara gereken besin için ekilenlerden daha fazla artık.

Başbakan iç politika antremanı yaparken et fiyatlarını tokatlamaya devam etsin. Son rauntta kim kazanacak peki?

Meselenin detaylı izahı burada

bir gazeteciyi daha işten attılar




Helen Thomas’ı işten attılar. Ya da hayır, kendisi istifa etti! Bu cümleleri duyamayacağınızı sanırdınız. Ama olabiliyormuş işte. Hearst grubunun Beyaz Saray muhabiri Thomas, Flotilla saldırısından sonra “Yahudiler nereden geldilerse oraya dönsünler” mealinde bir şeyler söyledi. Sonradan düzeltmeye çalışsa da kâr etmedi

Thomas’ı Oğul Bush’a giydirdiği dönemlerde tanımış, Yeni Aktüel’de hakkında bir şeyler karalamıştım. Bir Beyaz Saray muhabiri olarak epey etkileyici bir kariyeri var. Ama tek cümle aslında her şeyi özetliyor: Beyaz Saray’daki brifing odasında her koltuğun arkasında bir basın kuruluşunun adı yazar, onunkinde kendi adı yazıyordu.



Thomas, Kennedy’den beri basın toplantılarında, başkanlar önünde eğilip bükülmeden sorularını sordu. Geri adım atmadıkça bazı bazı onların eğilip bükülmelerine neden oldu. Öyle ki bir defasında Fidel Castro’ya, “ABD ile Küba demokrasisi arasındaki fark nedir” diye sorulduğunda, Küba başkanı “Fark Helen Thomas’a cevap vermek zorunda olmamam” demişti.

Esas maruzatıma geleyim. Thomas’ın işten atılması dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de haber. Hem de ön sayfada. Bu kadar yaşlı ve sembol önemde bir gazeteciyle ilgili bir gelişmeyi kimse umursamazlık etmiyor. Peki kendi gazetelerinde ilgili haberi yazan ya da “vay be, Thomas’ı atmışlar” diyen gazeteciler durup hiç şunu düşünüyor mu: Biz yaşlanınca nerede olacağız?

Türkiye’de yaşlanan (eskiyen) muhabirler, ya köşe yazarlığına ya da yöneticiliğe (ya da ikisine birden) “yükselir.” Köşelerini gün aşırı yazar, bazen de yazı dizileriyle şereflendirirler bizi. Bazıları istifa edip başka işlere atılır. Birkaç istisna dışında yazıişlerinde yaşını başını almış kimseye rastlamazsınız. Sanki muhabirlikte tecrübenin hükmü yokmuş gibi haberlere hep gençler gönderilir. İşin maddi tarafını tahmin ediyorsunuzdur; muhabirlik en az para aldığınız mevkidir. Üstelik yaşlandıkça da, geliriniz artmaz; aynı parayı kazanırsınız. Kimse kıdemli muhabir olmak istemez, o yüzden böyle bir mevki de yoktur. Kısacası Türkiye’de Başbakan’a ve diğer politikacılara yekten çatacak sembol bir isim bulamazsınız. Ki çoğu zaman nasıl da hak ediyorlar!



Kovulmasına neden olan lafı –açık söyleyeyim- tasvip etmiyorum, ama onu 89 yaşına kadar o basın odasında, başkanların önünde öylesi aksi, huysuz tavrıyla tutan, tutabilen geleneği, buralı bir gazeteci olarak kıskanıyorum. “Kıskanıyordum” demek daha doğru; çünkü artık öyle bir şey yok.

Cemal Süreya, Turgut Uyar için yazdığı şiirde “Öldüğü gün/Hepimizi işten attılar” der. Helen Thomas’ın işten atıldığı gün de, zaten kör topal kalmış, bir ayağı çukurda “eski usul” gazetecilik, ölümüne iyice yaklaşmış oldu.

kara pelikan








Kaş yapayım derken göz çıkartmak neymiş görmek isterseniz, National Geographic Türkiye’nin bu ayki sayısına göz atın derim. Kapakta Caretta Caretta’lar var. Sağolsunlar, bir de Yeşil Tatil eki vermişler: Doğa dostu evler, oteller, vs… Her şey güzel, tek bir kusur var maalesef; ekin sponsoru bir 4x4 markası: Jeep. Bilen bilir (bilmeyen de bilsin artık), bu 4x4’lerin pek de doğa dostu bir tarafı yoktur. Yokuşta, rampada, offroad’da yaylana yaylana gitmek iyi ama, o jipler galon galon benzini bir yudumda içer de doymaz. Karbon salımını da ona göre siz hesaplayın. Çevrenin rantı güzel, çok satıyor tamam, ama biraz dikkat edin be kardeşim.

Benzin dedik, aynı minval devam edelim. Yukarıda gördüğünüz resimler, Greenpeace’in, Meksika Körfezi’ndeki son çevre felaketinin müsebbibi BP için yeni logo tasarlama çağrısına icabet edenlerden geliyor. Flickr’de birisi “Black Pelican” da diye isim önerisi de yapmış ki, o da gayet uygun düşüyor.

Şu Flickr adresinde tasarımların komplesini bulabilirsiniz.

atlayan adam


Güzel adamdır Jimmy Jump. Futbol sahasına atladı mı, gözüne önceden nereyi kestirdiyse, oraya kadar mutlaka koşar. Bugüne kadarki en büyük hareketi Barcelona’dan Real Madrid’e geçen “vefasız” Figo’nun yüzüne eski takımının atkısını fırlatmaktı. Ama futbol meraklısı olmayanlar için de dükkânı açık. Ben takip edemedim, meğer Eurovision’da da “sahaya inmiş” ve İspanyol grubunun koreografisi içine kendini de katmış. Gayet bayık ilerlediğine emin olduğum yarışmaya renk katmıştır muhakkak.
Kendisiyle rabıtam yıllar önce Yeni Aktüel’de çalışırken olmuştu. Jimmy o zaman da sevimli ve heyecanlıydı ama telefonun ucunda –epey bozuk İngilizcesi’yle- söylediklerini anlamak çok zor olmuştu; teybi çözmeye çalışmak daha da beterdi.
Röportajı yaptım bitti; kapatmadan önce Türkiye’ye gelmek istediğini söyledi: “Bir Beşiktaş – Fenerbahçe maçında sahaya atlamak istiyorum, ne dersin?”
“Bana uyar da, burada biraz canını yakabilirler” diye yanıtlamıştım.
Derbiye hiç gelmedi, korkmuş mudur acaba?
PS: En sevdiği futbolcunun Puyol olduğunu da söylemişti o zaman; gerçekten cansın Jimmy! (Bu arada röportajın linkini maalesef bulamadım, geçmiş gün, yitip gitmiş!)

yazmak zor



Bizim meslekte, sanırım, iki tür insan var. Yazarak ilerleyenler, okuyarak ilerleyenler… İlki her duyduğunu, okuduğunu, gördüğünü not alıp, sonra notlarını birleştiriyor; diğeri önce her şeyi okuyor, araştırıyor, bir yerlere kaydediyor, ardından oturup baştan yazıyor. Ben hep ilki gibi olmak isterim, ama niyeyse kendimi sürekli ikinci şıktayken yakalıyorum.

Daha geçen gün, zamanı dar bir arkadaşıma bilmiş bilmiş şunları anlatıyordum: “E. H. Carr’ın, ‘Tarih Nedir?’de tarif ettiği çalışma yöntemini severim; Carr der ki, ‘ben kitaplarımı, her şeyi okuduktan sonra oturup yazmam, ilk öğrendiğim şeyden yazarak başlarım, sonra yazı da kendi yoluna girer.” Tam böyle değilse de, buna benzer bir şeylerdi işte… Düşününce, o koca koca kitapları yazmak başka türlü mümkün olmazdı herhalde.

Zor bir Cumartesi bitti. Bu defa çok güçlük çektim yazarken. Konsantre olamadım, olamadıkça yazacaklarım da gözümde büyüdü. Zaten özel bir haftaydı, konu netameliydi, çok fazla malzeme vardı, onları elemek de sıraya koymak da ayrıca problemliydi.

Her sene bir iki defa böyle oluyor. Her olduğunda da, kendimi aynı şeyleri düşünürken buluyorum. Carr’ın dediğini yapayım artık, diyorum, ama sonra unutuyorum hemen.

boşverin plastiği, bez güzeldir


Ankara ve İzmir’dekileri pek hatırlamıyorum ama İstanbul’da en iyi paket yapan kitabevi tartışmasız, İstiklâl Caddesi’ndeki Robinson Crusoe 389. Kitaplarınızı önce ince bir paket kâğıdıyla kaplar, sonra yine kâğıttan bir torbanın içine koyarlar. Sanırım Pandora da kâğıt torba kullanıyordu ama diğerleri pek seviyor poşeti. Remzi Kitabevi’nin mesela, bordo gri poşetleri artık bir klasiktir. Mephisto’nun yeşillleri de o yolda.

Peki bez torba? Türkiye’de hiçbir kitabevi henüz kullanmıyor onları. Barnes & Noble’ın üzerinde Virginia Woolf resmi falan basılı bez torbaları olduğunu biliyorum. Alışveriş yapınca verilmiyordu ama ayrıca satılıyordu. Alayım desen, o bile yok burada.

İşler değişir mi? Yeşil Gündem blogunun yazarı Barış Baykan, Twitter’da bez torba kampanyası başlattı. Elbette plastik poşetlerin çevreye verdiği zararın altını çizme amacıyla yapıyor bunu. Öncelikle İstanbul, Ankara ve Eskişehir’deki kitabevlerine plastik poşet yerine bez kullanmaları çağrısı yapılsın istiyor. Görebildiğim kadarıyla Notos Kitap ve Resif Kitap hemen destek verdi. Başka ilgilenenler de olacaktır; bu mesele rahatlıkla büyüyebilir.

Kitabevleri maliyeti öne sürecektir, ki hakları var. Bez torba daha pahalıya patlayacak. Belki alışverişe ek maliyetle ya da tamamen bağımsız bir şekilde satmayı deneyebilirler ama. İlgilenenler olacaktır. Üzerinde logosu bulunduğu, kaldırılıp atılmayan bir ürün satabilme avantajı da cabası.

Notos ve Resif demiştim az önce, onlar da kendi torbalarını üretebilir belki. Tanınırlıkları da artacaktır bu şekilde.

iPad’in, Kindle’ın ve henüz adını bile duymadığımız, hatta tasarlanmamış cihazların, basılı olanı küçücük dijital ağızlarıyla yuttuğu/yutacağı günlerde bez torba anlamsız gelebilir. Kitabevleri zaten ortadan kalkacaksa torbaya ne gerek var ki! Ama belki o kadar da anlamsız değildir. Kitabevlerinin kendilerini ayırıcı kılmak ve bir avuç kalmış sadık okurlarını kendilerine bağlamak için çok fazla şansları kalmadı. Biraz değişiklik onlara da yarar.

PS: Pandora Kitabevi'nin bez torba kullandığı yönünde bilgi geldi. Haber veren Atom Karınca'ya da Pandora'ya da teşekkürler...

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...