centilmenlerin sporu



Çok garip bir turnuva oluyor. Melbourne’de devam eden Avustralya Açık’ta önce erkekler tenisinin bir numarası İspanyol Rafael Nadal, bugün de iki numara İsviçreli Roger Federer elendi. Nadal, hemşerisi David Ferrer’e kaybettiği maçın daha başında sakatlanmıştı. Federer sakat değildi ama üç numara Sırp Novak Djokovic’e yine de dayanamadı.

Teniste gelenektir; kazananlar da kaybedenler de rakiplerini genelde över. Kazanan için sorun yok elbette ama kaybetmişken bunu yapmak sıkıntı verici olmalı. Belki bazılarına riyakârca bile geliyordur.

Hep kazanmaya alışmış Federer ve Nadal da bu geleneğin dışına çıkmadı, rakiplerinin oyununa övgüler düzdüler. Ama tenis oyuncularının gerçekten ne kadar sportmen olduğunu anlamak için Nadal’ın dünkü basın toplantısına kulak kabartabiliriz. Sürekli sakatlığıyla ilgili soru soran gazetecilere cevaben Nadal, bu konudan bahsederek Ferrer’in zaferini gölgelemek istemediğini söylüyordu.

Yani... Hakemler kötüydü, hava yağmurluydu, top beni sevmedi, canım sıkkındı, bacağım ağrıyordu değil: O benden daha iyi olduğu için kaybettim.


Fotoğrafta Nadal ve Ferrer yan yana

çin'in altın çiçekleri


İki gün önceki post’ta kadınlar tenisinin bir numarası Wozniacki’nin (artık “eski ve kısa ömürlü bir numarası” diyebiliriz herhalde), kendisini sıkıcı olmakla, basın toplantılarında hep aynı cevapları vermekle eleştiren medyaya sıkı bir ders verdiğini yazmıştım.

Ama medya öcünü bir şekilde alıyor işte. Basın toplantısında kaybettiği maçı kortta kazanıyor, üstelik profesyonel bir tenisçi, Çinli Li Na vasıtasıyla. Avustralya Açık’ın çeyrek finalinde turnuvanın en şeker sporcusu Alman Andrea Petkoviç’i eleyen Na, bugünkü yarı final maçında Wozniacki’yi mağlup etti ve finale çıktı. Şimdi şampiyonluğa çok yakın oysa yedi sene evvel henüz 22 yaşındayken, üst üste aldığı başarısız sonuçlardan sıkılıp şansını üniversitede denemeye karar vermiş, bölüm olarak da “medya çalışmaları”nı seçmişti. Çinli sporcu, iki sene medya üzerine dersler aldı. Sonra tenise geri dönmeye karar verdi.

Bugün de çıkıp Wozniacki’yi dize getirdi. Çok büyük sürpriz sayılmaz. Ekonomiden sonra sporda da dünya çapında başarılar yaşamak isteyen Çin ondan ve kuşak arkadaşları Zheng Jie ile Peng Shuai’den çok şey bekliyordu; bugünlere gelebilmeleri için epey çaba sarf edildi. Memleketlerinde onlara “altın çiçekler” deniyor. Çin, şimdi bir altın çiçeğinin ilk Grand Slam şampiyonluğunu görmeyi bekliyor.

Belki o zaman tenis dünyasındaki trendler de değişebilir. Çin bu başarının sürekliliği uğruna çok para harcayacaktır.

kendini yakmak


Yıllar evvel Aktüel Dergisi'nde çalışırken, yayın direktörümüz Alev Abi (Er), 1980’lerin başında Hürriyet’te çıktığını düşündüğü bir haberi bulmam için beni Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi’ne gönderdi. Haber protesto için kendini yakan biriyle ilgiliydi. Alev Abi’nin hafızası aslında iyidir ama maalesef haberin tam tarihini bir türlü hatırlamıyordu. Darbe sonrasıydı tamam, ama gerisi belirsiz… Bu belirsizlik benden kesin sonuç istemediği anlamına da gelmiyordu! Çaresiz, kütüphanenin yolunu tuttum. Günlerce eşelenerek Hürriyet’in 1985’e kadarki bütün nüshalarını taradım. Her günkü ziyaretçilerin arasında yazar Necati Tosuner’i hatırlarım. O da o sırada sabırla gazete tarıyordu.

Alev Abi’nin tarif ettiği vakayı bulamadım. Bir umut, başka gazetelere bile bakmıştım; ama çıkmadı işte (bir küçük not: Alev Abi’ye rapor verdiğimde “belki de yanlış hatırladım” demişti sadece.) Beri yandan birçok başka vakaya rastladım. Seksenlerin başında, öyle görünüyor ki, kendini yakma salgını vardı. Fakirliğe, ayrımcılığa, hayatın bin türlü başka derdine isyan eden gariban insanlar son paralarıyla bir bidon gaz alıp kendilerini ateşe veriyorlardı. İntiharın veya protestonun türlü yolu var; ama olabilecek en acılısını seçiyorlardı işte. Belki de ateşle dağlanan vücutlarını kesin ve nihai bir uyarı aracı olarak kullanmak istiyorlardı.

Bugünlerde böylesi pek yaşanmıyor; Türkiye kendini ateşe veren acılı vatandaşlarını unuttu. Ama Kuzey Afrika’da, Tunus’ta başlayan ve dün nihayet Mısır’da da alevlenen devrim salgınına bakarsak, bu sert uyarı oralarda hortladı. Tunus’taki ayaklanma, polisten dayak yiyen 26 yaşındaki bir işportacının, Muhammed Bouaziz’in kendini yakmasıyla başlamıştı. İlerleyen günlerde Cezayir’de dört kişi daha aynısını yaptı. Mısır ve Moritanya’da da benzer vakalar görüldü.

Dün Kahire’de Tahrir Meydanı’nda polis, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in görevi bırakmasını isteyen göstericilerin üzerine ateş açtı. Gazeteciler, meydanda toplanan insanların “Kaybedecek bir şeyimiz yok, biz buraya ölmeye geldik” dediklerini aktarıyordu. Sonra olaylar başladı. Kan döküldü.

Adam kendini yakıyor; sen üzerine ateş açsan ne olur? Daha fazla acı verebilir misin ki?

PS: Kütüphane fareliğime bir süre sonra yine Aktüel'den Burcu'nun (Ünal) da eşlik ettiğini atlamışım. Düzeltir, özür dileriz :) Yalnız onun hatırladığının aksine vaka 1986'da da çıkmadı. Hiçbir yerden çıkmadı!

wozniacki'den medya dersleri


Kadınlar tenisinin 1 numarası… Avustralya Açık’ta bugün Francesca Schiavone’yi mağlup ederek yarı finale yükseldi. Şimdi yoluna devam ediyor. Polonya asıllı Danimarkalı Caroline Wozniacki Melbourne’den belki zaferle dönmeyebilir ama enteresan anılarla döneceği kesin.

Wozniacki 1 numara ama henüz bir Grand Slam kazanmış değil. Kadınlar tenisinde son yıllarda, erkeklerdeki Federer veya Nadal gibi kupalara ambargo koyan efsane isimler çıkmadığından sıralama sürekli değişiyor. Türk Hava Yolları’nın yeni yüzü Wozniacki, büyük başarılara imza atmasa da, 2010’da nispeten ufak birçok turnuvada kupayı eve götürdüğü için en üst basamağa çıkabildi. Henüz 20 yaşında, muhtemelen eksiklerini tamamlayacaktır ama ukala tenis muhabirleri Wozniacki’yi fena halde dillerine dolamış durumda. Birinciliğinin ispata muhtaç olduğunu düşünüyorlar. Ha, bir de genç kadını çok sıkıcı buluyorlar. Basın toplantılarında hep aynı cevapları tekrarlayıp duruyormuş.

Söz söylüyorsan sonucuna katlanacaksın. Danimarkalı’nın, burunlarından kıl aldırmayan gazetecilere cevabı ağır oldu. Wozniacki, geçen hafta üçüncü turda Slovak Dominika Cibulkova’yı eledikten sonra, basın toplantısına elinde bir not defteriyle geldi. Önce etrafa sakin sakin bir göz gezdirdi: “Diyorsunuz ki, basın toplantılarım sıkıcı geçiyormuş; hep aynı cevabı veriyormuşum.” Ardından da şunları söyledi: “Hep aynı sıkıcı soruları sorduğunuzdan olmasın sakın.”

Sonrasında soru almadı. Kendisi sordu kendisi yanıtladı. Not defterine bakarak uzun bir söylev çekti. Kendisine sordukları şunlar: “Önümüzdeki maçlarda taktiğin nedir? Bir numara olmayı hak ediyor musun? Raketinden memnun musun?”

Sıkıysa şimdi sorsunlar, diye düşünüyor insan. Ama gazeteciler seti kaybettiler diye maçı vermek niyetinde değildi. Bu yüzden başka sorularla geldiler. Taraftarı olduğu Liverpool’un yeni teknik direktör Kenny Dalglish’le yürüyüp yürümeyeceğini ya da piyanodaki meziyetlerini sordular. Ha, bir de küresel ısınma hakkında ne düşünüyordu acaba?

“Ben biraz fazla uçuyorum, bu da pek iyi bir şey değil. Çok benzin kullanmayan arabalar yapsınlar. Ya da elektrikli arabalar. Bu işe yarardı. Arabaya bineceğinize, otobüsleri, trenleri kullanın. İşte böyle bir iki küçük şey… Bir de duş alırken, orada yarım saat kalmayın. İki dakika yeter, kızlar için bile.”

Bence set de maç da Wozniacki’nin.


Daha fazla ayrıntı için buraya

şapkanın içi kadar karanlık


İstanbul gibi aydınlık bir şehirden sonra Amsterdam’da yaşamanın tuhaf yanları var. Sabah sekiz gibi uyandığımızda havanın halen karanlık olmasına alışamadım örneğin. Şafak geç söküyor, akşam erken iniyor burada. Işığın azlığı, İstanbul’dakinden çok farklı bir yaşam dayatıyor.

Civarda bir kafeye çöküp günün ilk gazetesine elimi attığımda, bisikletlerinin üzerinde yaşayan Amsterdam halkı, usul usul dağılan karanlığın içinde, çoktan işlerinin yolunu tutmuş oluyor. Kuzeyin diğer insanları gibi, karanlığa alışkınlar elbette; hatta onunla bir tür barış içindeler.

Onlar nihayet işlerine vardıklarında, günün gazete okumaktan ibaret ilk ayinini kaçırmak istemeyen ben, bir fincan kahve eşliğinde, sonu gelmez hikâyelerin içine dalıp gidiyorum. Üstelik bu işsiz günlerimde, aklıma esen her hikâyeyi didiklemek için bol bol vaktim de var. Öyle yapıyorum. Ama Hollandaca’yla aramız henüz limoni olduğundan, genelde İngilizce gazeteleri tarıyorum. Okudukça, ister istemez yabancı matbuat ile memleket gazetelerini de kıyaslıyorum. Hayıflandığım bir şey var. Bütçe, kalite, tiraj gibi kronik sorunlar bir yana, bizim gazeteler, haberlerde insan unsuruna artık giderek daha az yer açıyormuş gibi geliyor. İstanbul ve Ankara’da işler, yüksek politikadan, endekslerden, rakamlardan ve birtakım renksiz kokusuz beyanlardan ibaret sanki. İnsan, bütün çıplaklığıyla, kendine en fazla, kanlı, dertli, netameli üçüncü sayfalarda yer bulabiliyor.

Karanlık meselesine geri dönelim. Geçenlerde International Herald Tribune’un “karanlığa müdahale” üzerine yayımladığı bir haberi okuyordum. Biliyorsunuz, Britanya, Batı Avrupa’nın geri kalanından farklı bir saat diliminde yaşıyor. Örneğin Almanya ve Fransa’ya göre bir saat (Türkiye’ye göre iki saat) gerideler ve bazı İngiliz politikacıları yıllardır kendilerini kıta Avrupası’yla aynı zaman dilimine hizalamak için uğraşıyor. Bugünlerde bu mesele yeniden gündemde ve kendilerine has bir zaman dilimini yaşamaktan gayet memnun olanların tepkisini çekiyor. Tasarı, sabahtan bir saatin alınıp akşama eklenmesini (ve bu şekilde daha karanlık bir sabah, daha aydınlık bir akşam yaşanmasını) öngörüyor.

İlgili haberde gazeteciler halkın nabzını tutmak için en kuzeye, İskoçya’nın İnverness kasabasına gitmişler. Öyle görünüyor ki, zaman muhafazakârı İskoçlar bu işe toptan karşı. Birçok renkli yorumun yanında, Inverness’te doğup büyüyen bir adamın, beyaz eşya satıcısı 63 yaşındaki Robin MacDonald’ın bir yorumu özellikle dikkatimi çekti. MacDonald çocukluğunu, karanlıkta uyanıp okula gidişini ve yine karanlıkta okuldan dönüşünü hatırlıyor ve karşısındaki gazeteciye şunları söylüyor: “Şapkanın içi kadar karanlıktı hava”

Bu ifadeye bir Turgut Uyar şiirinde de rahatlıkla rast gelebiliriz. Özgün, rafine ve her şeyden önemlisi insanca… Rakamlar, istatistikler bir kenara, bütün mesele bir çırpıda özetleniyor. Sonuçta neden gazete okuyoruz ki? Yüksek siyaseti beylik cümlelerle tartışmak için mi sadece?

Bana gelirsek: Tez elden bir şapka alacağım ve Amsterdam’ın karanlığını onunla ölçmeye başlayacağım.

Fotoğraf: B. Katz (Flickr)

hrant'ı kaldırmak


Birkaç gündür Twitter’ı Hrant Dink’e ağıt ve sorumlulara (hem cinayeti işleyenlere hem de üzerini kapatanlara) lanet yorumları sallıyor. Bazı arkadaşlarımın Facebook’taki neşe dolu profil fotoğrafları Hrant’ın hüzünlü yüzüyle güncellendi. Tıpkı geçen yıllarda yine bu civarlarda olduğu gibi… Bugün itibariyle cinayetin üzerinden dört yıl geçti. Bugün de, tıpkı geçen yıllarda olduğu gibi Agos’un önünde buluşulacak, bugün de Dink’in ailesi bir kardeş gibi sarılıp sarmalanacak, bugün de karanlıkta iş çevirenlerin rahat kalamayacağı haykırılacak.

Yine de bir şey var… Agos’un önünde toplanan ve o güzelim “kardeşim Hrant” ifadesiyle yürekleri bir daha bir daha burulan o güzel insanları tek tek çok seviyorum, samimiyetlerine inanıyorum. Ama ısrarlarına inanmıyorum maalesef.

“Bu cinayet niye önlenemedi” sorusu zaten yeterince acı verici, şimdi bir de “bu cinayet niye çözülemiyor” sorusunu tekrarlayıp duruyoruz. Failler kim, kim onları koruyor? “Dört yıl oldu yahu,” deyip durarak, otoriteye ileniyoruz.

Birkaç gün sonra, arkadaşlarım Facebook profillerini yine o neşe dolu, gülümseyen yüzleriyle değiştirecekler.

Sonra 2011’in ilk 19 gününde yaptığımız gibi sonu gelmez ama koştura koştura tartıştığımızdan sonuç da alamadığımız meselelerin benzerlerine döneceğiz. Bu sene şimdiye kadar ne yaptık? Fizy’e yasak, Muhteşem Yüzyıl’a sansür, ucube heykel, alkole yasak, Galatasaray protestoları… Tartışalım tabii… Ama bunların hepsi başkalarının, çoğunluk da Başbakan’ın belirlediği gündem konularıydı. Bir heves hepsini tartıştık; çünkü bu konular çok ilgimizi çekiyor; çok seviyoruz. Ama nereye bağlanacağını bilmiyoruz, zaten sonra akıbetlerini de takip etmiyoruz; Yine de kütür kütür tartışıyoruz işte. Onların yorgunluğuyla 19 Ocak’lara varıyoruz.

Sadece bu cinayet mi? Sivil anayasa, Kürt meselesi, Kıbrıs, Ermenistan sınırı, Avrupa Birliği… Hükümetin ara ara hamle yaptığı tüm bu konular ne oldu? Tamam, seçim sathı mahallindeyiz, hükümet de, en rahat nasıl ilerleyebilir, onun hesabında. Ortaya sabun köpüğü konular atıp duracaklar. En çıplak haliyle, buna politika deniyor.

Tokmak senin elinde ama davul da başkasında… Eh, buna da toplum mühendisliği deniyor işte.

Kapılıp gidiyoruz. Biz derken, en azından gündemi yönlendirmede rolleri olabilecek gazetecileri kast ediyorum. Sıradan vatandaş gibi, Twitter’da Facebook’da bir heyecan seline kapılıp gitmek yerine, haber yapabilecek, manşet atabilecek, hesap sorabilecek konumda olanları. Radikal bugün bütün ağırlığıyla konuya abanmış, “Hâlâ yerde” diye manşet atmış. Dokunaklı ama bugün zaten 19 Ocak. Bu manşet 19 Temmuz’da, 19 Ekim’de atıldığında bir şeyler değişir belki.

Şimdi unutuldu gitti, Hrant Dink vurulduğunda, Alev Er yönetimindeki Star gazetesi önce “Güvercini Vurdular” sonra da “301 Cemil Tahtaya” manşetlerini atmıştı. Sonra gazete yönetiminde darbe oldu; Er ve arkadaşları da gidip Taraf’ı çıkardılar. Bugünkü direniş atmosferi halen o manşetlerin enerjisinden besleniyor, 19 Ocak manşetlerinden değil. Onların üstüne kim çıkacak?

Bu işte herkesin rolü belli. Basınınki kesinlikle Twitter’da ağlaşıp durmak değil, işin peşine bırakmamak, unutmamak. O zaman Hrant'ı da düştüğü yerden kaldırmış oluruz zaten.

hırsızdan, densizden, abazandan kurtulmak için



Bu sene oyunun kuralları değişecek. New York Times baklayı ağzından tam olarak çıkarmış sayılmaz ama 2011’de internet hizmetini paralı yapacağını artık sağır sultan bile duydu. Diğer büyük Amerikan gazeteleri de onu izleyecektir. Atlantik’in öte yakasında, İngiltere’de News Corporation’a ait Sunday Times, The Sun ve News of the World’un internet siteleri zaten Haziran’dan beri paywall’un arkasında, yani abonelikle çalışıyorlar. Zarar etmiyorlar mı, ediyorlar tabii. Bir araştırma, Times’in düzenli okurlarından ancak yüzde 14’ünün, düzensizlerinse yüzde 1’inin abonelik sistemine geçtiğini söylüyor. Ama bunu sorun etmiyorlar; çünkü herkesin bildiği ama açıklamaya utandığı gerçeği onlar da biliyor: Gazetelerin internet siteleri reklam alamıyor, dolayısıyla çarkı çeviremiyorlar.

Açık söyleyeyim; gazetelerin tüm içeriğinin internette bedavaya sunulmasına karşıyım. Bizim Newsweek Türkiye’de yaptığımız gibi birazının sunulmasınıysa daha da yanlış buluyorum. İnternet siteleri, kanımca, gazeteyi destekleyebilecek başka bir tür içeriğin konulması için kullanılmalı. İnternet çağına geçtik diye, ekmeği fırından bedava almaya başlamadık, otobüse de parasız binmiyoruz. Peki gazetecilerin emeği neden beleşe sunuluyor? Kıçını koltuğundan kaldırmadan sosyalleşmeye çalışan, okur kisvesi altındaki birtakım densiz insanların ırkçı, seksist, saçma sapan yorumlarına meze yapmak için mi? Ya da haberi yapan gazetecilerin imzasını bile kullanmaya gerek görmeden, sanki bir içerik üretiyormuş gibi, gazetelerden haber apartıp sitesine ekleyen, son dakika anonslarıyla gel gel yapıp tık arttıran hırsız haber siteleri için mi? Gazeteci emeğinin hiçbir değeri yok mudur?

Büyük köşe yazarları bu durumdan memnun; sonuçta onlar için nasıl değil ne kadar okundukları önemli. Porno sitelerden fotoğraf indirip “diğer fotoğrafları için tıklayınız” şeklinde bir tür abazan gazetecilik üreten gazete siteleri de memnun; hiçbir şey yapmadan trafiği arttırıyorlar; üstüne bir de patronlarından aferin alıyorlar. Ama gelecekte bu düzen değişecek, değişmek zorunda. ABD’de başlayacak dalganın bize de çabucak uğramasını umalım; hem dengesiz okurlardan, hem haber hırsızlarından, hem de pornocu gazete sitelerinden bir çırpıda kurtuluruz. En önemlisi, emeğimiz bedavaya gitmemiş olur

this is the end, beautiful friend


Tuhaf bir karışım... Türkiye'de haber dergiciği hem güçlü ve makbul, hem de naif ve kırılgandır. Bir gün işiniz yılın en iyi kapağı seçilir, ertesi gün kapınıza kilit vurulur. Belki ileride ortasını buluruz, ama şimdilik bu maceranın sonu...


Blogda ikinci defa kullandığım bu güzel fotoğraf Çetin Akdeniz'in.

pete baba



"My name's Guiseppe Conlon. I'm an innocent man. So is my son." (Babam İçin'den)



Güzel adamdı. O zor soyadını bile ezberlemiştim...

neşeli ayaklar firarda


Bu sene dükkânı şu küçük ama maceracı arkadaşla açalım. Kendisi Münster Hayvanat Bahçesi'nde ikâmet ediyor ama daha üç aylıkken dünyayı görüp tanıma tutkusuna kapılmış. Geçenlerde de bir yolunu bulup atmış kendini dışarı. Tabii hayvanat bahçesi yeniyılın ilk günü kapalı; görevlilerin çoğu tatilde; bizim afacan da hemen kırmış kirişi. Yalnız firar yolunda bir ufak hesap hatası yapmış; bahçeden çıkacağım diye aslanların bölgesine dalmış.

Verilmiş ringası varmış ki, aslanlar pek de gününde değilmiş. Dışarıya soğuğa çıkmaktansa, içeride rahat rahat uyumayı yeğlemişler.

Kurtulmuş bizimkisi. İsmini de yaşadığı maceranın şerefine Leona diye değiştirmişler.

Yeni yılın da yeni adın da kutlu olsun Leona...

Bu güzel hikâyeyi Spiegel'den aparttım. Dileyen şuradan orijinalini okur.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...