sí o no barcelona

Yarın başta Barcelona, tüm Katalonya’da bağımsızlık referandumu için sandıklar kurulacak. Ama nerede? Şu anda bilinmiyor. Madrid hükümeti, illegal saydığı bu referandumun ‘yapılmayacağını’ söyledi. Bölgeye ciddi miktarda polis sevk edildi; baskınlar ve tutuklamalar yapıldı; referandum hakkında bilgi veren websiteleri kapatıldı; sandıklar ve pusulalar imha edildi. Bazı sandıkların kurulduğu okullar, şu an veliler tarafından işgal altında ama oralarda oy kullanılabilecek mi, belli değil. 

Oy verebilecek Katalanların pusulada muhatap olduğu tek bir soru var: Katalonya’nın bir cumhuriyet yönetimi altında bağımsız olmasını istiyor musunuz? ‘Sí’ ya da ‘no’ diyecekler; hepsi bu kadar. 

Ama öyle tulum çıkarılacak bir ortam da yok bölgede. Herkes bağımsızlık yanlısı değil. “Biraz daha otonomi bize yeter de artar” diyen çok kişi mevcut. Şöyle söyleyeyim: Nüfusun yarıya yakını “Bağımsız olalım” diyor (5.4 milyon seçmende 2.5 milyondan azı). Ama Madrid hükümetinin bu baskısı ve ayrılıkçıların coşkulu gösterileri oranı yükseltebilir. Kendi dilleri var, yaklaşık bin yıl bağımsız yaşamışlar, toplam nüfus 7.5 milyon… İnat ederlerse, Avrupa’da yeni bir ülke için büyük mücadele başlayabilir. Bir ulus-devlet daha!

Gelelim gazetelere. Lider gazetelerden ‘La Vanguardia' ve ‘El Periodico’, alınan önlemleri manşet yapmış; şiddete başvurulmadan müdahale edilmesi emrini tartışıyorlar. ‘Evetçi’ El Punt Avul, sandığı taşımış manşete: “Her şey hazır” diyor. Ama en güzeli spor gazetesi L’Esportiu… Gazete, ‘sözde’ Barcelona manşeti yapmış; koca puntolarla “Doğru Yoldalar’ diyor… Esasen, takımın ardındaki tribünlerden sarkan koca pankartı gözümüze sokuyorlar: “Sí - Evet.” Hoş bir gazetecilik taklası…


Pazartesi manşetleri bakalım ne olacak?




adamsın ryan gosling!

Doğup büyüdüğüm şehrin hiç görmediğim bir mahallesindeyim. Bir berber dükkânında…

Neredeyse ekim geldi ama hava halen çok sıcak.  Uyuklayan berber, dükkândan içeri girdiğimde yattığı yerden sıçradı. Eskiden saçakları, ipleri aralayarak (bunun bir ismi olmalı ama neydi) girerdiniz bir yere, tavanda işe yaramaz bir pervane dönerdi, buram buram tüterdi yaz; içeride müşterinin geldiğine pek sevinmeden yarım göt doğrulan bir berber olurdu… Klimalı dükkânlarında bu egzotik hazzı yaşamıyorsunuz. Yine de berberin biraz mahcup, üstüne başına çekidüzen vermesini fark etmek hoşuma gidiyor. 

Sakal traşı istediğimi söylüyorum… O, sıcak su hazırlarken etrafa göz gezdiriyorum. Dükkâna özgü hiçbir şey yok. Yazık. ‘Erkek kuaförü’ tabelasının altına, vitrine yapıştırılmış stil, şekil erkek fotoğraflarına gözüm takılıyor. Brad Pitt, Ryan Gosling, Tom Cruise (evet, hâlâ), George Clooney, David Beckham… Fotoğrafların arkasından bakınca bile belli oluyor tipleri… İçlerinden Ryan Gosling bir tek, sanki oraların çocuğu gibi… Almış yürümüş ama memleketi de unutmamış gibi… Saçları efendice taranmış, abartısı yok, semtin çocuğu. Buralarda olsa halen kovalıyor olurdu arkadaşlarıyla. Berberin onun fotoğrafına bakıp bakıp “Adamsın Ryan Gosling!” dediğini hayal ediyorum. 

“Adamsın” demiyor ama “Sen ne iş yapıyorsun abi” diye soruyor berber. “Gazeteciyim” diyorum. “İstanbul’da.”

Hangi gazetede çalıştığımı soracak diye düşünüyorum. Soruyor. Yorum yapacak diye düşünüyorum. Yapmıyor. Konuşmuyor da. Çok fazla dövmesi var. 20 yıl önce, ben buralarda tıfıl bir yeniyetmeyken hiçbir berberin dövmesi yoktu. 

Aklına birden gelmiş gibi tekrar giriyor lafa: “Abi niye bizim buraların hiç haberi yapılmıyor? Ne gazetelerde var ne de televizyonlarda.” Yerel muhabirlere ihale ediyorum mevzuyu. “İyi çalışmıyorlar belki de” diyorum. “O kadar çok olay yaşanıyor ki” diye hayıflanıyor.

Ne yaşanıyor ki burada? Haberim olurdu, diye düşünüyorum. 

“Ne oldu mesela” diye soruyorum. Cevap hızlı geliyor: “Abi daha üç gün önce bir adam yevmiye yüzünden üç kişiyi vurdu pompalı tüfekle, geçen hafta bir kadın damdan atladı, aha şuradan, mahallede her gün vukuat, cinayet. Bunlar niye yok televizyonda?”

“Eh, eksik olsun” diyemiyorum. Ama gülüyorum, “Bu muydu kardeşim derdin?” “Bu abi” diyor. O da gülüyor. “Bu mahallede üç cinayeti olmayana kız vermiyorlar!”

Ryan Gosling iyi yırtmış… Hem mahalleden çıkmış hem çıktığı yeri unutmamış hem her gün gazetelerde, televizyonda. Adamsın Ryan..

dünya birden küçük mü?

En eskisi şunun şurasında üç hafta önceye gider: Karayiplerin üzerinden dört kasırga geçti, Meksika iki defa depremle yıkıldı, uzay aracı Cassini Satürn’e intihar dalışı yaparak görevini bitirdi, Almanya’daki seçimler sonucu aşırı sağcılar ilk defa parlamentoya girdi… 

Hangisi bizde bir gazetenin manşeti oldu? Hadi manşeti geçelim, hangisi ön sayfada doyurucu bir şekilde yer aldı… 
Tamam derdimiz bize, bizdeki bir yıllık olaylar silsilesi de bir İskandinav ülkesine ömür boyu yeter ama hep kendi kendimizle uğraşmaktan da gına gelmedi mi artık? Bu kadar yerli ve milli olmak da biraz fazla değil mi? 

Televizyonda ve gazetelerde Kapıkule’den sonrasına dair bir fikri olan, Rusya’yı, İran’ı, Asya’yı bilen, Irak ve Suriye hakkında sınırın ötesinde o sıra olanlardan başka şeye kafa yoran kaç kişiye rastlıyorsunuz? Yok. 

Onları geçelim, gazetelerin dış haberler sayfalarında (kimisi ‘Dünya’ da diyor) şu an Kuzey Irak’taki referandum dışında kaç haber var? Kaç ülkenin adı sayılıyor?

Bu memleketin çok sıkıntısı var, geçmişte vardı, ileride de olacak ama en ciddisi bence içimize çökmek… Dışarıya bakmamak, merak etmemek, sadece kendimizle uğraşmak… Oyalanmak. 

İşte bugünün konuları: Suudi Arabistan’da kadınlara otomobil kullanma hakkı verilmesi, İspanya ve Kuzey Irak’taki referandum, Suriye ve yaralarını sarmaya çalışan Meksika… Dünyadan birçok gazete bu olup bitenleri ya manşete çekmiş ya sürmanşete… Bizden daha mı meraklılar? Bizden daha mı dertsizler?

Cumhurbaşkanı Erdoğan sürekli “Dünya beşten büyüktür” deyip duruyor ama bizim açımızdan dünya birden de küçük belli ki…

Bir not da meslektaşlarıma: Siz de sıkılmadınız mı? 


En üstteki, Suudi Arabistan’da kadınlara verilen otomobil kullanma hakkını işleyen Mısır gazetesi Al-Akhbar. 





dünyayı gerçekten kurtaran adam

26 Eylül 1983... Rusya’da, Moskova Oblastı’nda yer alan Serpukhov-15 isimli yasak şehirdeyiz… 
Tam 34 yıl önce, bugün, burada Stanislav Petrov isimli bir yarbay, dünyanın sonunu getirecek bir nükleer savaşı tek başına engelledi…
Yarbay Petrov’un hikâyesi, bugün dünya üzerinde nefes alıp veren her bir canlının hayatının nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunun hikâyesi… Bugün gülüp ağlıyoruz, yazıp çiziyoruz… Yarın pofff… İki dengesiz ve cahil insan yüzünden, onları oraya koyan biz insanoğlunun yüzünden her şeyin sonu gelebilir… Dünya, üzerinde uygarlık kuracak bir sonraki hayat formu için milyonlarca yıl beklemeye başlayabilir. Tabii o kadar ömrü kaldıysa. 

***

Petrov’un hikâyesine geri dönelim biz… O zaman, yani Soğuk Savaş’ın civcivli günlerinin yaşandığı 1983’te 44 yaşını süren Petrov, Serpukhov-15’te bu soğuk ve sinsi savaşın en ciddi işlerinden birini yürütüyordu. Rusya’yı vurmak üzere ABD’den ateşlenecek nükleer füzeleri saptamak onun işiydi. İsmi ‘Oko’ (Türkçe’de ‘Göz’) olan erken uyarı sisteminin –çalışırsa- Rus ordusuna zaman kazandırması bekleniyordu. Bu sayede misliyle karşılık verilebilecekti.

Füzenin ABD’den ateşlenmesi ve Rusya’da bir bölgenin isabet alması arasındaki zamanın 25 dakika olduğu tahmin ediliyordu. Ne yapılırsa işte bu 25 dakikada yapılacaktı. Rusya gardını alacak, karşı füzeler ateşlenecek, devlet adamları saklanacaktı. Hepsi 25 dakikada… Dünya o 25 dakikadan sonra asla aynı dünya olmayacaktı.


***

Dünya o günlerde zaten asla eskisi gibi olmamak için çırpınıyordu. New York Times’ın Petrov hakkındaki makalesinden aktarıyorum: Daha üç hafta önce, Sovyetler Birliği, ülkenin hava sahasına giren bir Kore Havayolları uçağını vurmuş, uçaktaki 269 kişinin tümünü öldürmüştü. Yolculardan biri ABD’nin Georgia eyaletinden bir kongre üyesiydi. Dönemin ABD başkanı Ronald Reagan bu olaydan sonra, Sovyetler’i ‘evil empire (kötülük imparatorluğu)' diye nitelemiş ve silahlanma yarışının dondurulmasına yönelik çağrıları reddetmişti. Sovyetler Birliği’nin başındaki Yuri Andropov’un da zaten silahsızlanmaya pek niyeti yoktu: Amerikan saldırısından fena halde korkuyordu.  
26 Eylül 1983 sabahında Petrov’un sorumluluğu altındaki bilgisayar sistemi Sovyetler’i vurmak üzere havalanan beş Amerikan füzesini haber verdiğinde dünya işte böylesine gergindi. 
Petrov ve ekibi şaşkına dönmüştü. Daha sonra “İlk on beş saniye tamamen şok halindeydik” diye anlatacaktı Petrov. Şimdi ne olacaktı? Ne yapması gerekiyordu?
Aslında önünde çok fazla seçim şansı da yoktu. Olayların şu sırayı takip ederek gelişmesi beklenirdi: 
Petrov telefona uzanacaktı. Üslerini bilgilendirecekti. “Efendim, sistemler efendim, ABD’den füze ateşlendiğini gösteriyor; evet efendim, beş füze görünüyor efendim, emredersiniz efendim” diyip aradan çekilecekti. Hepsi bu kadar! Tarihin gidişatı üzerinde bir etkisi olmayacaktı. Suçu da olmayacaktı. Sonuçta ellerindeki en gelişmiş bilgisayarlar bunları söylüyordu. Silsile üzerinden en tepedeki Andropov’a kadar gidilecek; devlet başkanı da acil karşılık verilmesini emredecekti. 25 dakika... Bunların hepsi 25 dakika içinde olup bitecek ve bildiğimiz dünyanın sonuna gelecektik. 

***

Ama bunlar yaşanmadı. İyi ki yaşanmadı!
Petrov, beş dakika boyunca elinde telefon bekledi. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Önünde ekranlar çıldırtıcı bir şekilde yanıp sönerken, nihayet kimseyi aramamaya karar verdi. Bunun yanlış alarm olduğuna hükmetmişti. Çok da emin değildi ama sezgileri bu yöndeydi. Sistem çok yeniydi; güvenilir bir aşamaya gelmemişti. “Şansım yüzde 50’ye 50’ydi” diye anlatacaktı daha sonra. Neredeyse yazı tura! Petrov’un seçtiği taraf gelmişti. Şanslıydı. 

***

Sadece o değil, hepimiz şanslıydık. Siz ya da anne-babanız o günü atlattıysa bu yüzde 50’lik talihimizin tutması yüzündendi.  
Çünkü ABD o füzeleri aslında hiç atmamıştı. Amerika’yı gözleyen uydu, sonbahar ekinoksunun da etkisiyle, bulutların üstündeki güneşin yansımasını, ateşlenen füzelerle gibi algılamıştı! Güneş, bulutlar, yansıma! Bu kadar işte… Bulutlara değen ışık huzmesi dünyanın sonunu getirecekti! Aptalca bir faciadan, soğukkanlı bir adamın muazzam baskı altında verebildiği doğru karar sayesinde kurtulduk. 
Petrov’un bulutlar üzerinde oynaşan ışıkları bilmesine imkân yoktu elbette. O “Bu işte bir yanlışlık var” diye vermişti kararını. İşte sonradan Washington Post’a anlattıkları: “İnsanlar bir savaş başlatmaya karar verdiğinde bunu beş füzeyle yapmaz. Bunu düşündüm. İçimde tuhaf bir his vardı. Hata yapmak istemiyordum ve bir karar verdim. Hepsi bu.” 

Alman Spiegel dergisine ise "Biz makinelerden daha zekiyiz; sonuçta onları biz yarattık" diyecekti. 

Bu güzellik cezasız kalmadı elbette! Yarbay, o an her şeyi kayıt altına almadığı için bir soruşturmaya uğradı ve kınama cezası aldı.

***

Stanislav Yevgrafovich Petrov, bu senenin 19 Mayıs’ında, Moskova banliyösü Fryazino’da, zatürre sonucu hayata gözlerini yumdu. 77 yaşındaydı. Dünyayı gerçekten kurtaran adamdı. Bugün de o gün gibi bir füzenin onun yaşadığı topraklardan ateşlenildiğini öğrenmek beş dakika bile almıyor; o füzenin karşı tarafa isabet etmesi de hepi topu 25 dakika. Petrov’un ölüm haberiyse Batı’ya dört ayda geldi. 

1984'te, Sovyet ordusundan albay unvanıyla emekli oldu Petrov. Erken uyarı sistemini üreten enstitüde kıdemli mühendis olarak çalışmaya başladı. Karısı Raisa'nın kansere yakalanması üzerine o işi de bıraktı; evine çekildi. Raisa 1997'de öldü.

Ona ulaşmak isteyen Batılı gazeteciler, Petrov'u aksi, huysuz bir adam olarak tanıdı. Onun tek söylediği görevini yaptığıydı. (İlgilisine: Walter Cronkite, Kevin Costner ve Robert De Niro'lu, Peter Anthony imzalı yarı dökümanter yarı kurgu 'The Man Who Saved The World  - Dünyayı Kurtaran Adam', Petrov'un detaylı bir portresini çiziyor.)


*** 
O tuhaf günün üzerinden 34 yıl geçti. Ne Reagan ne Andropov kaldı ortada. Soğuk Savaş da bitti. 
Ama elimizde Donald Trump ve Kim Jong-Un bulunuyor şimdi. Dünya, güneş ışınlarının azizliği yüzünden bile mahvolabilecekken, iki çılgın devlet adamı birer nükleer cephaneliğe hükmediyor. Birbirlerini saçmasapan sözlerle kışkırtmaya çalışıyorlar. Ellerinin altında her şeyi sona erdirecek birer düğme var. 
Üstelik dünyayı kurtaran adam da yok artık.   

tek adam tek millet tek manşet

Gündüz Alman basınının seçim sonrası manşetlerine bakmıştık. Bu da bizim halimiz...
Cumhurbaşkanı bir şey diyor; sonra gelsin dokuz sütuna manşetler… Bu kadar kolay pişti olmanın arkasında sadece iki şey olabilir: Ya herkes gerçekten aynı şekilde düşünüyor ya herkes başka bir şey söylemeye korkuyor… 

gelecekler, geliyorlar, geldiler

Almanya’da parlamento seçimleri yapıldı. Merkel, oyların yüzde 33’ünü alarak seçimleri kazansa da, en kötü performansını sergiledi. Partisi CDU/CSU (Hristiyan Demokratlar) ve bir önceki meclis aritmetiğininin ‘büyük’ koalisyonunda hükümet ortağı olan Sosyal Demokratlar (SPD) yaralı çıktılar seçimden. Tartışmasız kazanan aşırı sağcılar (AfD-Almanya için Alternatif Partisi) oldu. Irkçılık hiç yükselmemesi gereken bir ülkede yükselirken, AfD üçüncü parti olarak Bundestag’a (parlamento) girdi. 

Spiegel’in seçim kapağı, başka hiçbir şeyle değil, işte bu tartışmasız galiplerle ilgileniyor. “Oradalar” diyor, Bundestag’ı kast ederek. Biraz Game of Thrones hissi veriyor kapak. Aşırı sağcılar duvarın ötesinden geliyorlar gibi! Zaten başka bir yerden de gelemezler. Irkçılıkla zombilik iyi örtüşen bir ikili. (Almanca’daki ‘wahl’ yani ‘seçim’ sözcüğü ile İngilizce’deki ‘wall’ yani ‘duvar’ sözcüğü arasında da, “Çok zorlama oldu” demezseniz bir bağlantı var gibi). 

Kısacası, “Gelcecekler, geliyorlar” denilen ‘aşırılar’ geldiler. Üstelik en çok da mülteci meselesi üzerine oynayarak geldiler. Almanya’da ‘yabancı’ meselesini kaşıyan herkes bu işin sorumlusu. Bizim siyasetçilerimiz de bu işe dahil!  

Bir de seçim sonrası Alman gazetelerin bakalım. Aşağıda örneklerini göreceksiniz. Her zamanki gibi serin, sakin ve soğukkanlılar (‘Cool’ sözcüğünün tüm karşılıklarını taşıyorlar yani). Birinci sayfaları okuyunca, tüm seçimi okuduğunu düşünüyor insan. Benim favorilerim bugün olası bir Jamaika Koalisyonu’nu anlatan manşetiyle çıkan Die Tageszeitung ile seçim sonrası grafikle harika bir sayfa yapan Süddeutsche Zeitung. 

Peki ‘Jamaika Koalisyonu’ nedir? Özetleyeyim. Sosyal Demokratlar (SPD), seçimden ciddi sıkıntıyla çıktıkları için artık koalisyon ortağı olmak da sorumluluk da istemiyorlar. Muhalefete geçiyorlar. Üçüncü parti olan aşırı sağcıların (AfD) hükümete girme şansları yol. Bu yüzden Merkel (CDU/CSU), küçük ortaklarla yoluna devam edecek gibi. Yani Liberaller (FDP) ve Yeşiller… Bu üç partinin renkleri, sırasıyla sarı, siyah ve yeşil. Jamaika bayrağının renkleri…






ursula k. le guin'in sevdiği kitaplar

İki hafta evvel, “daha sonra devam ederiz” diyerek Şerif Mardin ile Mete Tunçay’ın okuma listesine girmiştim. Bir düşününce, o zaman bile, bu liste işine halihazırda başlamış sayılırdım. Röportaj yaptığım iki yazardan, Yuval Noah Harari ve Madeleine Thien’den aldığım listeleri unutmuşum… (Harari'nin listesini burada, Thien'inkini de şu linkte bulabilirsiniz). 

Bugün de en sevdiklerimden Ursula K. Le Guin’in okuma tavsiyelerine bakalım. Le Guin bu kitapları şöyle açıklıyor: “Bu benim ‘favori kitaplar’ listem değil. Bu sadece, son zamanlarda okuduğum, yeniden okuduğum, beğendiğim ve herkese anlatmak istediğim kitapların listesi.” Aşağıda bulacaksınız (Bu listenin, dokuz sene önceden geldiğinin notunu düşeyim ama güncellikle ilgili bir sorun yaşadıklarını düşünmüyorum. İkinci bir not: Türkçe’de olanları Türkçe ismiyle verdim, YB). 

  • Görmek, Jose Saramago (Bu kitap, ‘Körlük’ün devamı. Le Guin, “Körlük’ beni dehşete düşürmüştü ama karanlıktan aydınlığa muhteşem bir şekilde çıkıyordu; ‘Görmek’ bunun tam tersi ve çok korkutucu bir kitap” diyor.)
  • Changing Ones, Will Roscoe (Amerikan’ın yerli toplumlarında ‘cinsiyet’in nasıl inşa edildiğiyle ilgili bir kitap; Le Guin’in ilgisini çekmesi tesadüf değil.) 
  • Age of Bronze - The Story of the Trojan War (İki ciltlik bir çizgiroman. ‘Harika’ olduğunu söylüyor yazar. Ben de peşine düşeceğim.)
  • Michael Chabon - The Yiddish Policemen’s Union (Müthiş bir kurgu bu. Chabon’u okuması zor ama zahmete değiyor. Bu kadar popüler bir kitabın Türkçe’ye çevrilmemiş olması da tuhaf geliyor bana.)
  • Suffer the Little Children - Donna Leon (Leon’un Venedik’te geçen polisiye eserlerinden biri; Le Guin’e göre en iyisi.) 
  • The Higher Patron of Lucky - Susan Patron (Bu bir ilk gençlik -Young Adult- kitabı)
  • Weedflower - Cynthia Kadohata (Bu da ilk gençlik romanı; ‘okuyunca unutamayacaksınız’ diyor yazar. Enteresan bir konusu var: Japon kökenli Amerikalılar’ın tümü,1942’deki Pearl Harbour’dan sonra Amerikan hükümeti tarafından çalışma kamplarına gönderilir ve olaylar gelişir.)
  • 1491-Charles Mann (Kitaba ismini veren yıla dikkat; eser, Avrupalılar gelmeden önceki Amerikalılar hakkındaki bilgimizi ve bu bilgimizi nasıl edindiğimizi anlatıyor.)
  • Etobur-Otobur İkilemi - Michael Pollan (Bu kitap sadece yiyecekler, tarlalar hakkında değil, temelinde ciddi bir kapitalizm eleştirisi; bir önceki kitabı ‘Arzunun Botaniği’ni de şiddetle öneriyor yazar.)
  • Nickel and Dimed - Barbara Ehrenreich (Ehrenreich’in üç ayrı şehirde, düşük ücretli üç işte çalışarak -garsonluk, ev temizliği ve AVM’de bir iş- yaşadıklarını anlattığı kitap. Bundan da haberim yoktu benim. Okumalı).  
  • Persepolis -  Marjane Satrapi (Yetişkinler için iyi çizgiroman -ya da grafik roman- bulmak zor, diyor Le Guin. Yukarıdaki ‘Age of Bronze’ ile birlikte Satrapi’nin hepimizin bildiği eserini türün iyi bir örneği olarak gösteriyor.)  
  • The Rabbi’s Cat - Joann Sfar (İki cilt, altı hikâye. Le Guin Sfar’ın hayal gücüne bayılmış; o bayıldıysa, muazzam demektir.)



insan bu dünyada ne kadar kaybolabilir?

Biraz gecikmeli bir post olacak ama dursun burada. Oyuncu Harry Dean Stanton 15 Eylül’de öldü. En sevdiğim filmler kare asına giren (zaman zaman ‘en sevdiğim’ de olur) ‘Paris, Texas’ın muhteşem Travis’iydi. 

İnsan bu dünyada ne kadar kaybolabilir? İşte o kadar kayboldu Travis. O kadar kaybolmayı oynayabildi Harry Dean Stanton… Hayatımızda yer etmiş büyük, güzel ve korkunç düşlerin parçası olan herkes gibi onun da üzerimizde emeği var. 

istanbul'un çirkin yılları

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş dün, neden istifa ettiğini söylemeden istifa etti. İstifa, AKP iktidarında alışık olmadığımız bir mevzu… Şaşırdık; bakalım bu sebebin ardındaki gizem perdesi aralanınca daha da şaşıracak mıyız?
Topbaş’ın istifa konuşmasından bana kalan, seçildiği 2004 yılında belediye başkanlığının kendisine partisi ve başkanı tarafından ‘tevdi’ edildiğini (verildiğini) söylemesiydi. Halk, seçim, sandık, demokrasi… Bu kelimelere başvurmadı. Halbuki onu, doğal olarak, milyonlarca İstanbullu seçmişti. Bu bir dil sürçmesi belki ama bir yandan doğru da. Erdoğan, bir zamanlar kendisinin oturduğu o koltuk için başka herhangi birini önerse, o da seçilmeyecek miydi?  
Sonuçta Topbaş, İstanbul’u 13 yıl yönettikten sonra gitti. Ben İstanbul mesaimin çoğunu onunla geçirdim. Bu şehre yaşamak için 1997’de gelmiştim. Şehri o sırada Recep Tayyip Erdoğan yönetiyordu. Erdoğan, hakkındaki hapis cezası kararının kesinleşmesi nedeniyle 1998’de görevini bırakınca, Ali Müfit Gürtuna geldi. AKP’nin kurulmasının ardından yapılan ilk yerel seçimde de (2004) Topbaş. 
Yani bugün birçok gencin tüm hayatı boyunca AKP’den başka iktidar görmemesi gibi, ben tüm İstanbul hayatım boyunca, şehrin yerel yönetiminde AKP iktidarı gördüm. En çok da Topbaş’ın iktidarını. Peki ondan ne kaldı bana? 
İktidar yanlıların ve seçilmiş yöneticilerin ikide bir dillendirdiği temizlik, su, metro gibi hizmetleri bir zahmet geçelim. Bunlar çünkü artık büyük oranda çözülmüş meseleler. Ve kabul etmek istemeseler de onların insanlığa lütfu değil, hizmetlerinin özünü oluşturuyor. Bütçe, borçlanma gibi konular da ileride daha iyi aydınlanacak (Topbaş, istifası sırasında borçsuz bir belediye bırakmakla övünüyordu, kazın ayağı öyle değil gibi görünüyor). 
Ben, isminin önünde ‘yüksek mimar’ unvanını taşıyan Kadir Topbaş’ın şehre bıraktığı estetik mirasa bakıyorum. 
Daha onlarca şey var ama bende en çok iz bırakan (olumlu anlamda değil) üç eseri sayayım: 
Haliç Metro Köprüsü…
Kabataş Martısı…
Yeni vapurlar… Ah o yeni vapurlar…  
Hâlâ her gördüğümde yolumu değiştirmeye çalıştığım, deniz motoruna yöneldiğim, vaktim varsa sonraki vapuru beklediğim, estetik fukarası yeni vapurlar… İşlevsel olduğu söylenen ama dünyanın en güzel en estetik geleneklerinden birini yıkmaktan başka bir işlevi olmayan yeni vapurlar. 
Sadece Kadir Topbaş iktidarının değil, tüm AKP iktidarının özeti gibi gördüğüm yeni vapurlar… 
Hoşuma gitmeyen bir özet… Aslan payı “Bir durağın bile yeri değişecek olsa, halka soracağım” diyen bir başkanın, Kadir Topbaş’ın döneminde yer alan bir özet… Benim İstanbul’da yaşadığım yıllar, İstanbul’un estetik açıdan en çirkin, tarihe, kültüre, şehrin dokusuna sahip çıkma açısından belki de en aciz yıllarıydı. Sadece İstiklal Caddesi’nin dönüşümüne, Taksim Meydanı’nın son haline, traşlanan Kuzey Ormanları’na, en önemlisi Gezi günlerinde izlenen politikaya bakarak da bunu görebiliriz. 
13 yıl içinde iyi şeyler de yapmıştır muhakkak; dün giden Topbaş elbette bu çirkinliğin tek müsebbibi değildi. İstanbul’un bugünkü estetik düşüklüğünün üzerinde tüm iktidarın sorumluluğu vardır. Sonuçta Topbaş’ın da söylediği gibi, bu iş ona, ‘tevdi’ edilmişti. 

dağlarına nazi gelmiş memleketimin

Siyah bir adamdan yumruk yiyen bir Amerikan Nazi hakkında bir tweet var. Kısacık, beş-on saniyelik bir videoyu içeriyor: Adam küstah küstah konuşurken tam çenesine alıyor darbeyi; sonra yerde kıvranıyor. İnternette tüm dünyayı dolaşmıştır bu görüntü. Haber de oldu. Olaylar Seattle’da geçiyor. 

Ben videoyu ilk defa ekşisözlük'te gördüm; sonra da altındaki onlarca yorumu okumaya giriştim (Gazetelerin internet sayfalarında, Twitter’da, Facebook’da yorum okumak bende alışkanlığa dönüşmeye başladı; çok da rahatsızım bundan, siz yapmayın). Forumlar, tweet'ler derken, oradan oraya sıçradım... 

Mesele şu: Gördüklerimin bir kısmı, tweet’teki küstah Nazi’den daha karanlık… Faşisti, ırkçısı bu memleketten eksik olmamıştı hiç ama Naziler? 

Hiçbir şey bir günde olmuyor elbette. Hitler’in ‘Kavgam’ı bir dönem Türkiye’de peynir ekmek gibi satıyordu. Demek ki bu kitaplar, raflarda süs diye durmamış, okuyanı varmış gerçekten. Şimdi yazıyorlar da… Kendilerini anlatıyorlar. İnternet forumlarında, ekşisözlük’te,Twitter’da… 

Siyahlara kötü muameleyi reva gören de var içlerinde, Hitler’in Nazizminin yanlış yorumlandığını söyleyen de… Sorunun solcularda olduğunu anlatanlar, Naziler hakkında bugüne dek anlatılanların tamamen yalan olduğunu iddia edenler… 

Niye Hitlerci bu insanlar? Niye ırkçılığın kendilerine uzak (en azından coğrafi ve tarihsel olarak uzak) bir formunu benimsemek için böylesi gönüllüler? Bugüne kadar gördükleri, okudukları azıcık da mı sızlatmadı mı kalplerini; bunca şeye nasıl ‘yalan’ ya da ‘fabrikasyon’ diyebilirler? Aklım almıyor. Sadece troll olamazlar. 

Nazizm yükselişteyken bıyıklarını Naziler gibi kesenler vardı bu ülkede… Bıyıksız oldukları için belki, torunlarını fark etmiyoruz. 

Bu arada, yumruğun öncesi ve sonrasının hikâyesi de varmış. Şurada görebilirsiniz. O kadar enteresan ki, üzerinde daha fazla konuşmak gerekiyor. 

Fotoğraf, Auschwitz toplama kampından.


umberto eco'nun kitaplığında



Umberto Eco'nun okuma önerilerine geçmeden evvel, kitaplığına ısınalım. YouTube'da yorum bırakan biri 'Borges'in rüyası bu' demiş. İyi demiş...

umutsuzların hatırı


“Sadece umutsuzların hatırı için bize umut verilmiştir”
Walter Benjamin



yeteneksiziz ama çalışkanız!

Memlekette iki meselede ciddi sıkıntı var. Biri, hamaseti iyiden iyiye standartlaştırmamız; yani bu toplumun değerleri, fikirleri, idealleri üzerine, içi çoktan boşalmış (belki de hiç dolmamış) varsayımları norm haline getirmemiz. Diğeri, ülke olarak içimize çökmemiz... İkincisi, başka örneklere bakıp hiza almamızı da engelliyor. Bu yüzden, hamaseti gündelik hayattan ayıklayamıyoruz. Çok azımızın kendini kurtarabildiği bir tuzak bu…

Ne demek istediğimi, Norveçli kara polisiye yazarı Jo Nesbo daha iyi anlatacak. Çünkü bizim Hürriyet Pazar’dan Çınar Oskay’a verdiği röportajda, ülkesi hakkında kalbini açıp kimseye eyvallah etmeden konuşuyor. Hamasetten nasibini hiç almamış. Bazı durumlarda övüyor, bazen de yerin dibine geçiriyor ülkesini. Abartı ya da riya yok. Şirin görünmeye çalışmıyor. Saldırgan da sayılmaz. Entelektüelliğin, ülkesinde söz söyleyen bir birey olmanın gereğini yapıyor. Söyledikleri yüzünden Norveç’te kimsenin ona saldırmayacak olması da elbette önemli ama şimdi bu konulara girmeyelim. Dedim ya, dışarıya bakmayı unuttuk; bakarken illa kendi meselelerimizi deşmeyelim. Hiza alalım yeter. 

Aşağıda Çınar Oskay’ın röportajından, soruları ayıklayarak bazı alıntılar yaptım. Son bölümde soruyu da koydum; zira Nesbo’nun soğukkanlılıkla verdiği cevap beni cidden sarstı. Soruyu da özellikle bilmek gerekir. (Röportajın tamamını şuradan okuyabilirsiniz). 

***

Son bir not: Röportajda daha önce hiçbir eserin okumadığım Nesbo’yu bu kadar tutunca, bir yerden başlayayım dedim. Yazarın meşhur dedektifi ‘Harry Hole’nin ilk macerasıyla (‘Yarasa’) başladım. Bir yüz sayfa da okudum ama doğrusunu söylemek gerekirse (ki gerekir) buraya kadar biraz tırt! Kolay, cheesy ve yüzeysel. İleride daha iyi bir noktaya dönerse onu da söylerim buradan.

***

  • Doğduğu yeri normal kabul ediyor insan. Buranın istisnai bir yer olduğunu dünyayı gezince anladım. Bizde inanılmaz bir toplumsal uyum vardır. Siyasi partiler tartışır durur ama aslında hepsi özünde sosyal demokrattır. Bence mutluyuz ve bunun sebebi eşitlikçi bir toplum olmamız.
  • Mesela ben gençken, şimdiki gibi sevimsiz zengin tipler yoktu ortada. Kimse ne yoksuldu ne zengin. Bu 1980 ve 90’lardaki ‘petrol patlamasıyla’ değişti. Ama yine de eşitlikçi tavır kaybolmadı.
  • Eski bir başbakan, bir arkadaşımın arkadaşıydı. O, korumaları, biz, hep birlikte ormana gider, bisiklete binerdik. Bir gün kırmızı ışıkta durduk. Bir araba yanımıza yaklaştı, camı açtı. Adam, başbakana ismiyle hitap ederek, 7-8 yaşındaki çocuğu için durduğunu belirterek el salladı. Biz de “Merhaba” dedik. Bodyguard’lar 100 metre gerideydi. Hiç karışmadılar, sorun çıkmayacağından eminlerdi. Bu tür şeylerin ne kadar sıradışı olduğunu sonraları anladım. Norveç masum bir ülkedir; hâlâ da öyle.
  • Bizde hiç kapitalizm yaşanmadı. Bunca fiyord, yüksek dağ büyük sanayiye izin vermedi. İsveç’te, Danimarka’da büyük aileler, asilzadeler, büyük şirketler ortaya çıktı. Bizdeyse sadece küçük aile şirketleri vardı. Büyük krallarımız bile pek olmadı.
  • Bizim büyük buluşlarımız, ciddi katkımız olmadı dünyaya. Ama iyi yaptığımız bir şey vardı: Adalet ve eşitlik. Petrol gelirini halka eşit dağıtan tek petrol zengini ülke burasıdır. Chavez’in sosyalist Venezüelası’nda bile kimse petrolün hayrını görmedi.
  • Burada insanlar bir aile gibi hissediyor kendini. Sürünün parçası gibi... Yolsuzluk neredeyse yoktur. Mükemmel değil ama adil bir toplumuz. Mesela Yunanistan’la karşılaştırabilirim. (….) Yunanistan’da insanların hiç vergi vermek istemediğini fark ettim. Sonra anladım ki vergilerinin ya zenginlerin cebine ya yolsuzluğa batmış hükümetin cebine gideceğini düşünüyorlar. Bizde belki 1500 yıldır bu güven vardır. Bir toplumun parçası olmak, hayatı güzelleştirmek için katkıda bulunmak…
  • Ama bunun dışındaki her şeyde de, futboldaki gibiyiz. Berbatız yani!
  • [Futbol için] Bizde hiç star olmaz. Sadece çok iyi çalışan, antrenörü dinleyen ve organize takımlarımız vardır. Takım oyunu bir Norveç geleneğidir. Yeteneksiz ama çalışkan.
  • Gazeteci olduğunuz için beni kibarca dinlediniz. Ben sizin yerinizde olsam benim gibi bir suç romanı yazarının söylediklerine şüpheyle yaklaşırdım. Birçok büyük söz sarf ettim. Aslında kişisel bilgeliğe, büyük cevaplara inanmıyorum. Öğrenmeye, meraka, araştırmaya inanıyorum. Böyle kalmak istiyorum. Yanlışlarımı görebilmeyi ve fikrimi hep değiştirmeyi istiyorum.
***
Ç. Oskay: Altı yıl evvel tüyler ürpertici bir katliam yaşadınız. Anders Breivik, 77 kişiyi öldürdü, şimdi hapiste. Norveç’te tutukluların muazzam rahat koşullarda yaşadığı biliniyor. Şimdi Oslo Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi lisans programına kabul edilmiş. Muhtemelen bir noktada çıkacak hapisten. Biraz fazla mı medenisiniz acaba? Bu soruyu hiç soruyor musunuz kendinize? Adam bir cani! 
J. N.: Evet bu biraz ekstrem. Ama toplumsal kuralları sağlamlaştırmak için onları en ekstrem hallerde de uygulamak gereklidir. Biz suçlulara insan gibi davranırız. Bu her vakada böyledir. Duygusal anlamda kabullenmesi zor olanlarda da. Bunlar sisteme inancı, kuralların gücünü gösterir herkese.
Ç. O.: Benzetmemi maruz görün, biraz ‘Şirinler’i andırıyorsunuz. İdeal bir toplum, pozitif, iyimser, eşit... Keşke her ülke böyle olsa... Ama dünya pek bu yöne gitmiyor. Tersine daha kötüleşiyor. Popülist, otoriter dalganın, ırkçılığın buraya gelmesine nasıl engel olacaksınız?
J. N: Maalesef geldi bile. İnsanlar pek değişmiyor. Norveçli Nobel’li bir yazarın 2’nci Dünya Savaşı öncesi yazdığı bir kitabı okuyorum. Her şey, faşizme giden yol tıpkı bugün gibi. Norveçliler de dünyaya benzer bir tepki verecektir, belki daha yavaş olacaktır. Ama bununla mücadele edebiliriz.


Üstteki fotoğraf: Murat Şaka

rüyaların kumaşı

Bugünü, herhangi bir şeyde süreklilik sağlayarak yaşamak çok zor. Bir düşüncede, eylemde, beğenide… Alışkanlıklarımız bile süreklilik arzetmiyor artık. Kesintiye uğruyor. 

Bu post’u yazarken vakit gece yarısı… Sabahtan beri yaşadıklarımı düşünüyorum da… Bir mail, sonra bir tweet, sonra o tweet’in peşinde bir haber, oradan bir fotoğraf, fotoğraftan bir başka haber, sıkılıp Instagram, like, like, like… Tüm günümüz bunlardan ibaret artık. Döne döne bunları yaşıyoruz. Arada da çalışmaya çalışıyoruz. 

Düşünceler uçuşuyor. Rüya gibi her şey; bir noktadan başlıyoruz, üzerinde durmadan, hemen bir diğerine geçiyoruz; bir sonrakine derken, önce yaptıklarımızı da unutuyoruz. Öfkeleniyoruz, seviniyoruz, acı çekiyoruz, kıskanıyor ve beğeniyoruz. Çok geçmeden unutuyoruz hepsini. Rüyaların kumaşı işte… İncecik, varla yok arası… Süreksiz…

İnsanı yükselten, bir yere getiren, sürekliliktir halbuki. Bir şeyleri sürekli üstüne koya koya düşünme; beceriyi, fikri yükseltme… Bir beyaz kâğıdın, bu beyaz kâğıdın üzerinde kalmak bugün o kadar zor ki… 

İyi de nasıl üreteceğiz biz? 



Resim, rüyaların efendisi Magritte’ten ‘Golconde'…

zorunlu okumalar listesi

Bir önceki post’ta, Şerif Mardin’in birinci sınıf öğrencilerine zorunlu tuttuğu okumalardan bahsetmiştim. Daha doğrusu, bundan onun Mülkiye’de öğrencisi olan Mahfi Eğilmez bahsetmişti, ben aktarmıştım. Dileğim, o kitapların ne olduğunu öğrenebilmekti. Eğilmez, ikinci sınıfta Mete Tunçay’ın verdiği zorunlu okumalarını da ekleyerek, aklında kalanlardan bir liste yapmış. Eğilmez’in yazısına bu linkten ulaşabilirsiniz ama ama post’un selameti açısından buraya da eklemeliyim listeyi. 

  • Albert Camus: Veba
  • Maurice Duverger: Politikaya Giriş
  • Niccolo Machiavelli: Prens
  • Jean Jacques Rousseau: İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
  • Jean Jacques Rousseau: Toplumsal Sözleşme
  • Jonathan Swift: Gulliver’in Seyahatleri
  • Platon: Devlet
  • Platon: Sokrates’in Savunması
  • Aristoteles: Politika
  • Herbert Marcuse: Tek Boyutlu İnsan
  • Joseph A. Schumpeter: Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi
  • Sigmund Freud: Totem ve Tabu
  • Sigmund Freud: Rüyalar
  • Karl R. Popper: Açık Toplum ve Düşmanları
  • Alexis de Tocqueville: Amerika’da Demokrasi
  • Karl Marx: Komünist Manifesto
  • Bertrand Russell: Batı Felsefesi Tarihi
  • Thomas Hobbes: Leviathan
  • Thomas Moore: Ütopya
  • George Orwell: 1984
  • Aldous Huxley: Cesur Yeni Dünya
  • John Locke: Hükümet Üzerine İncelemeler
  • Cicero: Devlet Üzerine
  • Jean Paul Sartre: Altona Mahpusları
  • George Sabine: Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi
  • V.İ. Lenin: Emperyalizm
  • Marco Polo: Geziler
  • John Steinbeck: Fareler ve İnsanlar
  • Şerif Mardin: Din ve İdeoloji
  • Mete Tunçay: Türkiye’de Sol Akımlar
  • Max Weber: The Theory of Social and Economic Organizations
  • Max Weber: Basic Concepts of Sociology
  • Bertrand Russell: Neden Hristiyan Değilim
  • Immanuel Kant: Saf Aklın Eleştirisi
  • Rene Descartes: Yöntem Üzerine Konuşmalar
  • Maurice Dobb: Russian Economic Development since the Revolution
  • Montesquieu: Kanunların Ruhu
  • Beydebâ: Kelile ve Dimne
  • Ernest Hemingway: Çanlar Kimin İçin Çalıyor
Bu okumalar konusuna bu aralar biraz taktım. Önümüzdeki günlerde dönüp dönüp geleceğim. Çünkü bugünlere dair temel bir düşüncem için iyi bir örnek oluşturuyorlar. Düşünce de şu: Her şey çok ama iyi bir rehber yok. Her zamankinden çok, yok.
Gelelim Mardin-Tunçay listesinin kitaplarına: Birçoğunun bu listeye neden girdiği aşikâr. Ben de bir siyasetbilimi öğrencisi olarak Machiavelli ve Platon’dan başlayarak çoğunu üniversite yıllarında ve sonrasında okudum. Beni esas etkileyen siyasetbilimi ile doğrudan ilgili olmayanlar… 

Evvela Steinbeck’in ‘Fareler ve İnsanlar’ı… Herhangi bir öğrencinin değil tüm insanlığın okuması lazım; bence tam isabet. Keza Hemingway’in ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u… Sonra, Orwell’in 1984’ü, bugün ‘E, tabii’ dedirtir ama elli yıl evvel bu kadar popüler olduğunu zannetmiyorum (Mardin/Tunçay bu listeyi bugün verse belki Margaret Atwood’un 1984’te yazdığı ‘Damızlık Kızın Güncesi’ni de eklerdi -yeni liste başka post’ların konusu, sonra döneceğim-).

Listede Freud’un eserleri şaşırtıyor… Marco Polo’nun ‘Geziler’i de… Hele ‘Kelile ve Dimne’… Bir başka sevdiğim de Swift’in ‘Gulliver’in Seyahatleri’ oldu, ekleyeyim. Sonuçta, Camus’üyle, Sartre’ıyla güzel liste olmuş. Hocaların etkisiyle, eminim öğrenciler de okumuştur bu kitapları. Yine okunur. 

Ben kendi adıma, bu listede okumadığım bazı eserleri fırsat bulup okumaya çalışacağım. Evvela, Russell’ın -varlığından haberdar bile olmadığım- ‘Neden Hristiyan Değilim’ini (Bu kısa bir makale; bir konuşma sanırım, okuması kolay; bir sonraki post’a kadar okumuş olurum, böylece artı bir). 

‘Gulliver’in Seyahatleri’ni  çocukken, çocuk baskısından okumuştum. Onu, kısaltılmamış baskısından okuyacağım ilk iş. Geçenlerde Robert Louis Stevenson’un ‘Define Adası’nı (İş Bankası Yayınları) okudum; o kadar beğendim ki… Okuduğumuzu sandığımız kitapları aslında okumamış olarak çok şey kaçırıyoruz. En azından şu yaşımızda. Kısaltılıp sadeleştirilmiş çocuk baskılarından okuduğum çok eseri yeniden okumam gerek!

Bir de Marcuse’un ‘Tek Boyutlu İnsan’ı… Yanından bile geçmedim. Okuyacağım. 

Ne kadar çok ‘okumak’lı cümle yazmışım. Dedim ya, bu ‘okumalar’ meselesine bu aralar aklım takılıyor. Bu konuda birkaç post yazacağım sanırım. İyi ya, okumak da yazmanın vesilesi oluyor. Gelecek günler için idman sayarım. 

Bir de Mahfi Eğilmez’e teşekkür etmeli… Bu güzel ve önemli meseleyi harlattığı için

PS.  Görsel Gulliver'in Seyahatleri'nden...

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...