günlerin köpüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günlerin köpüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki turistlerle beraber Belçika usulü patates kızartmamı bekliyorum. Değiyor beklemeye.

Geçen yine uğradım. Kuyrukta sıra bana gelince, önümdeki turistlere uyup ben de İngilizce sipariş verdim. Bu patatesçinin bir numarası da güzel sosları. Yukarıda görünür bir yerde envai çeşit sosun ismi yazıyor. Baktım, benim çok sevdiğim yeşil biber sosu yok. 

“Artık yok mu” diye sordum. 

“Maalesef” dedi kadın. “Bir süredir yok.”

Hayıflandığımı görünce, “Biz de onu seviyorduk ama elimizde değil” dedi.  
“Neden” diye sordum bu defa.

“Hımmm” diye düşündü. “Nasıl anlatsam ki, İngilizcesini bilmiyorum o kelimenin” dedi.
Döndü, küçücük dükkânın dibinde, elinde tava patates kızartan arkadaşına sordu. Nasıl anlatabileceğini… Ben o sorarken meseleyi anladım ama ne yapalım, şimdi bir defa İngilizce sormuş bulundum; anladığımı söylersem anlamsız olur! Karışmadım... 

Tavalı arkadaş da bilemedi. 

Pes etmediler ama. Doğru çeviri için cep telefonuna başvurdular. Sonra yüzü aydınlandı kadının; “hah” dedi:

“İflas… Sosu yapan firma iflas etti!” 

Şimdi yeni bir sosçu arıyorlarmış.


ajax'ın görünmediği tek yer

Dino'nun yüzme kursunun yanında bir bar var. Ya da bir kafe. Hollandalıların deyişiyle bir "kroeg"; hem bar hem kafe. İstersen peynirle şarap istersen kahveyle bisküvi. Günüyse de Ajax maçı.

Dün kroeg'a girdiğimde maç açıktı. Yedi sekiz kişi barın tam karşısında duran televizyondaki yayını pür dikkat izliyordu. Durum nedir diye gidip baktığımda ağzım açık kaldı. Bu sene zaten pek kötü giden Ajax, kırk dakikada iki tane yemiş bile. Biraz sempatim de var takıma, "hadi ya" der gibi dudak bükerken, televizyonun tam altında birinin oturduğunu fark ettim. Yaşlı bir kadın sandalyesini o stratejik noktaya konuşlandırmış, maçı izleyenleri izliyordu. Gruba yeni katılan beni de süzdü, içini çekti ve şaşkınlığımı, "ne yaparsın, işte böyle, berbat bir maç" der gibi karşıladı. Der gibi de değil, tam olarak böyle dedi: Berbat bir maç...

Maçı izlemedim. Ama ara ara skora bakmaya gittim. Kadın hep orada, sırtını maça dönmüş, seyircileri izleyerek oturuyordu. Ve hayıflanıyordu... 

Peki neden orada oturuyordu? Dedim ya, Ajax bu sene epey kötü. Acaba kadın iyi bir Ajax taraftarıydı da bu berbat oyunu mu görmek istemiyordu? Klasik hikâyedir; Fransız yazar Maupassant, Eyfel Kulesi'nden nefret edermiş etmesine de öğle yemeklerini hep kuledeki restoranda yermiş. "Madem sevmiyorsun neden hep buradasın" diyenlere de "çünkü Paris'te Eyfel'in görünmediği tek yer burası" dermiş. 

Acaba yaşlı kadın, mekânda Ajax'ın görünmediği tek yere mi oturmuştu?

*

Ajax, maçı 3-2 kaybetti; neredeyse son saniyede bir şutu çizginin epey içinden çıkartıldı ama VAR incelemesinde yine de çizgiye temas var diye golü verilmedi. 


dinlerken

Hollandaca’da okuduğumu anlayabiliyorum ama konuşması biraz zor. Çarşıda pazarda işimi görüyorum, Dino’nun arkadaşlarıyla falan anlaşıyoruz ama ötesi insanı yıpratıyor. Şimdi bir ofiste çalıştığımdan, ofistekilere de benle olabildiğince Hollandaca konuşun dediğimden, biraz daha gayret sarf ediyorum. Yine de zor. 


Çevremdekilerin hepsi okumuş yazmış insanlar. Kelimenin tam anlamıyla öyleler. Yazarlar, gazeteciler, çevirmenler… Konuşuyorlar, dinliyorum. Konuşmaktansa dinliyorum. Yalnız bugünlerde şunu fark ettim. Bazı insanları anlaması çok kolay. Çok düzgün, kurallı ve tane tane konuşuyorlar. Bazılarıysa hakikaten zorluyor. Çok ağızlarının içindeler, kuralsızlar, gelişigüzeller. Yazar çizer olsalar da… Konuşurken cümlelerin ne başı var ne sonu…


Sanırım ben de bu ikinci gruba dahilim. Türkçe konuşurken de…

ruhlar, kendine benzeyen ruhları gördüğünde...

Yaşlı bir adamı dinliyorum. 


Birkaç basamak merdiveni güç bela ama vakarla tırmandı ve şimdi çevresindeki kalabalığa elindeki mektubu okuyor. İçinde bulunduğumuz küçük salonu sarmalayan, güçlü ve tok bir sesi var. Kendini dinletmeye alışmış bir adamın emin sesi. 


İlk defa gördüğüm, şu an dinlerken adını dahi bilmediğim bu adamda ne var? Neden kendimi ona yakın hissediyorum? Neden bu adamı yıllardır tanıyor gibiyim? Esprilerine neden sanki detaylara zaten hâkimmişim gibi benimseyerek gülüyorum?


Bazen oluyor. Böyle oluyor. Neden oluyor?


Ruhlar, kendilerine benzer ruhları görünce parlıyor. Bir edebiyat dinletisinde elindeki mektubu okuyan adamı, başkalarını değil onu, zaten tanıdığınızı birdenbire anlıyorsunuz. Ya sokakta yanından geçip gidiverirken size hafifçe selam veren o kadın? Bankta oturmuş kitap okuyan ve sigara içen, sadece sırtını gördüğünüz o genç kız? (Başka bir evrende siz de tam o saatte, o bankta oturur, o sigarayı içer, o kitabı okurdunuz; kitabın ne olduğunu bile az çok bilir gibisiniz.) Restoranda birdenbire bir yerlerden bir defter çıkarıp notlar alan genç adamı da tanıyorsunuz. İkide bir ciddiyetle gözlüğünü düzelten çocuğu da…


Bazen birbirimizi tanıyoruz. Anlıyoruz tanıdığımızı. Karşılaştığımızda… Dikkatle baktığımızda…


Yaşlı adam merdivenden inerken yanına gidip her günkü muhabbetimize başlamamak için kendimi zor tutuyorum. 


Yeni radyocu, yetenek denen bıçak, duramayan erkekler ve yazı dükkânları...

1.

Ofisimin bulunduğu mahalleye bir radyocu açılıyor... "Yakında" diyorlar.

Bir radyo dükkânı. Podcastçı... "Mahallenin sakinlerine, işletmecilere, şakacılara, belalara, ünlülere, sıradanlara ve kaçıklara" yolda olduklarını ilan etmişler.

Gelsinler. Dünyaya bir radyo dükkânı daha açılsın.


2.

Attila İlhan’ın Şişli’den Taksim’e, aynı rota üzerinde, her gün yürüdüğünü okumuştum da (duymuş muydum yoksa) işin sırrı buymuş gibi gelmişti. Sır falan yok tabii, yetenek meselesi ama yeteneği de hiç durmadan bilemek gerekiyor. 

Tutsan kendi elini kesecek bir bıçak kadar keskinleşmeli yetenek. 



3.



Fotoğraf bakarken gözlerimi yakıyor...


Ellerini bir yere koyamayan bir erkek duruşu var. Koltuk altlarına önce dürülü bir gazete sıkıştırılmış; sonra gazete çekilmiş de koltuklar yerinde kalmış gibi. Fazla erkek bir duruş. Fazla erkek de değil, alfa bir erkek olmaya öykünüyormuş gibi bir duruş. Bir şey olunduğu da yok tabii...


İnsanlar altmışlı yıllarda mesele böyle durmuyorlar. 



4.


Radyocu dükkânları demişken... Yazıcı dükkânları da açılsın. Bir tanesini de ben açayım. Oturup gelip geçeni seyrederek yazayım. Gelip geçen de beni seyredebilir. Hiç fena bir alışveriş değil bence.

yeni oryantalistler, milyon taşı ve bir kepenk

 



1.


Sultanahmet’te o kadar az Batılı turist var ki… Her gittiğimde daha da az görüyorum. Bu hızla azalırlarsa, yakında bir gün, 150 yıl evvel olduğu gibi, İstanbul’a tek tük gelen Batılılar, oryantalist seyahatnameler ve romanlar yazacak. Büyülenip İstanbul’da kalan birkaç kişinin adını da semtlere vereceğiz. 




2.


Türk turist de pek yok. Sultanahmet’i, Çemberlitaş’ı birkaç gün boyunca yukarı aşağı yürüyüp durdum, bizim milletten pek kimse göremedim. Daha birkaç yıl evveline kadar, buralar da, İstanbul’un her yeri gibi evvela yerel halkın gezme alanıydı. Üniversite ve lise öğrencileri, hem birbirlerine hem gördüklerine hayran sarmaş dolaş sevgililer, civar şehirlerden gelenler, aylaklar… Hayır, hiçbiri yok. Hepsi çekip gitmiş gibi. İranlı, Arap, Rus, Japon ve çoğunluğu İspanyol tek tük Batılı turistin arasında tek bir Türkçe muhabbete şahit oldum. Bir baba, “Peygamber efendimizden bile evvel inşa edilmiş” diyerek, sekiz on yaşlarındaki oğluna Ayasofya’yı gösteriyordu. Bir an için durdular; herkesten her şeyden eski görünen Ayasofya’yı, bir tür huşuyla seyrettiler. 



3. 


Oralara ne zaman gitsem gözlerim Milyon Taşı’nı arar. Dünyanın orta yerinde bin küsur yıldır duran bu taşı görünce, hem içimdeki hem etrafımdaki akışın sakinleştiğini hissederim. Taşın olduğu alan bir süredir tadilatta. Yine öyleydi. Bu biçimsiz, eğri büğrü, inşaat artığına benzeyen taşın Milyon Taşı olduğunu söyleyen hiçbir tabela da yoktu ortada. İnsanlar onun yanından habersizce geçip gidiyordu. 



4.


Bir tatsızlık var. Tüm memlekette var. Her yere sinmiş. Sultanahmet Meydanı’na da… Mutsuzluk, neşesizlik, hedefsizlik, hürmetsizlik... Hepsi birden belki. Tam adını koyamıyordum. Ta ki Ayasofya’ya yapılan kepenkli girişi görünceye kadar. Geçici olduğu söyleniyor ama bende kalan hissin karşılığı da o. Ayasofya’ya kepenk takılması gibi bir his… O kadar yanlış ki artık tarif edilemiyor.


küslübürtün

 14 Mayıs 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı



Kasabada sadece iki mahalle vardı. Aşağı mahalle, yukarı mahalle. Ortalarındaysa içine birkaç sevimli çocuk heykeli serpiştirilmiş, alabildiğine yeşil bir park. İki taraftaki iki köprü, kanalları aşıp, parkı mahallelere bağlıyordu. 


Bu küçük Hollanda kasabasına ilk defa gelmiştim. Yumuşak ışıklı, tatlı bir ikindiydi. 


Burada inzivaya çekilip yazdığını söyleyen ama bana kalırsa parkta aylak aylak gezinmediği zamanlarda penceresinin önünde oturmaktan başka bir iş yapmayan bir yazarla görüşmem henüz bitmişti. Bir “söyleşi” yapmak istemiştim ama bu huysuz adamla birkaç beylik cümlenin ötesine geçememiştik. Canım sıkkındı. Neyse ki hava güzeldi; Amsterdam trenine binmeden önce, kasabanın sokaklarında, yumuşacık ışığın vurduğu geniş pencereli tuğladan evlerin arasında biraz dolaşmak istedim. 


İstasyon tarafındaki mahalledeydim; bir örnek sokakları çabucak arşınlayıp bitirdim. Üzerine yağan ışık kadar güzel bir kasaba değildi. Trene daha vakit vardı, bir de karşı tarafa geçeyim dedim. Köprüyü aştım, parkı boydan boya yürüdüm ve diğer köprüyü de atlayınca kendimi yine neredeyse aynı sokakların içinde buldum.


Ayaklarım gerisin geriye istasyona yürümek ve bu tuhaf, sıkıcı kasabayı bana sonsuza dek unutturmak istiyordu ki onu gördüm. 


Bir bahçe çitinin üzerine konulmuş, ardındaki yaşlı bir incir ağacına derme çatma sabitlenmiş, zorlukla ayakta duran minik bir kitaplık…


Buralarda sık görülen, insanların okudukları kitapları koyup yenilerini aldıkları, benim de sıklıkla güzel kitaplar keşfettiğim mahalle tipi bir değiş tokuş kitaplığıydı. Hepi topu birkaç raftan ibaretti, raflar da tıklım tıkış kitap doluydu. En üst rafa çakılmış küçük tahta levhada “Pablo’nun Kitaplığı” yazıyordu.


İncelemek için yaklaştım. Çoğu İngilizce’ydi ve Güney Amerikalı yazarların kitaplarıydı. Eduardo Galeano’dan Latin Amerika’nın Kesik Damarları; Gabriel Garcia Marquez’den “Başkan Babamızın Sonbaharı”, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”; Mario Vargas Llosa’dan “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”, “Julia Teyze”, Julio Cortazar’dan “Seksek”, daha bir dolu kitap… 


Trende okurum diye ince kitap “Palomino Molero”yı çantama atıyordum ki birisinin, İngilizce “nihayet” dediğini duydum.


“Nihayet birisi buradan kitap aldı.”


Ufak tefek, bembeyaz saçlı, sopa yutmuş gibi dik duran, yaşlı bir kadın bahçe kapısına çıkmış beni seyrediyordu. Elinde bir kadeh kırmızı şarap… Hırsızlık yaparken yakalanmış gibi utandım. 


Utanıp utanmamam kadını pek ilgilendirmiyordu. Neşeyle devam etti: “Kitaplar bir aydır orada duruyor, her yağmurda içeri taşıyorum, güneş açınca getiriyorum, bakıyorum hiç eksilmiyor. Her getirip götürdüğümde kitapları değiştiriyorum. Her defasında yeni bir koleksiyon yapıyorum. Kitap okuyan yok herhalde diyecektim ki tam, sen çıkageldin…” 


Ben anlamaz gözlerle ona bakıyor olmalıydım ki bir iki saniyeliğine durdu.


“Hahah, ‘nereden çıktı bu deli’ diyorsun değil mi? Olsun, alıştım ben bana deli demelerine. Gerçi bu kasabada delilik bile yapılmıyor, hiçbir şey kimsenin umurunda değil.”  


İşte bunu anlamıştım. Hakikaten de sıkıcı, ruhsuz bir yerdi. 


Kadın elindeki kadehi bana uzattı. “Gel” dedi, “biz yarın gidiyoruz buradan, bahçede parti veriyorum, katılır mısın?” Cevabımı beklemeden dönüp bahçe kapısını açtı.


Sesinde hafif bir Alman aksanı olduğunu ancak “gel” dediğinde fark etmiştim.



*


Beraberce bahçeye girdik. Büyük bir parti değildi. Hatta bir parti bile değildi. Bir bahçe masasının üzerinde bir şişe şarap, bir küçük pasta ve benden başka tek bir katılımcı daha: Tekerlekli sandalyesinde oturan, yüzü derin çizgilerle dolu, yaşlı bir adam… Beni görünce bir şey söylemedi ama sanki yüzünden gülümsemeye benzer bir gölge gelip geçti. 


“Kadim dostum Herman” diye bizi tanıştırdı kadın. Sonra Herman’a döndü ve yüksek sesle; “bu genç adam da kasabanın tek okuryazarı” dedi. “Bendeniz ise Sophia.”


Gülümsedim. “Pek genç değilim” dedim. “Bu kasabadan da değilim.”

 

“Tahmin etmeliydim” diye tatlı tatlı güldü Sophia. “Neredensin peki?”


“Türküm” dedim. “İstanbul’dan geldim.”


“Ahh” dedi kadın… “Dünyanın en güzel şehrinden geldin yani.”


En azından bu defa tutturmuştu. 


*


Sonra anlattım. Kendimi anlattım. O kasabada görüşmeye çalıştığım yazarı anlattım. Derdimi anlattım. Sophia da kendi hayatından bahsetti. Doğu Berlin’de doğup büyümüş bir Alman’dı. Müzisyendi. Duvar yıkıldıktan sonra, meraktan Berlin’e gelen İspanyol eşiyle tanışmış ve birkaç gün flörtten sonra birbirlerinden ayrılamacaklarını anlayıp beraberce İspanya’ya dönmüşlerdi. Pablo isimli adam maceracı ruhlu bir antikacıydı; yıllar içinde dünyada dolaşmadık yer bırakmamışlardı. Çok uzun yaşamamıştı İspanyol; hızlı ve tatlı geçen yılların ardından eşi Sophia’ya maceracılığını ve epey değerli birkaç el yazması kitap miras bırakmıştı. Onun ardından, Sophia da oradan oraya seyahat etmiş; piyano, gitar, keman dersleri vererek geçinmişti. Günün birinde kocasından miras kalan elyazmalarını epey yüklü bir fiyata satmış ve onlarla Madrid’de bir kitabevi açmıştı. Pablo’nun Kitaplığı... Derken o günler de geçmişti, Sophia kitabevini kapatmış, Picasso’nun doğum yeri Malaga’da yaşamaya başlamıştı. Kuzeydeki bu kasabaya, arkadaşı Herman’ı sıkıcı evinden kurtarmaya, onu güneye, düzgün bir yaşlılar evine taşımaya gelmişti. Eşyalarının çoğunu tasfiye etmişti bile; kitapları da incir ağacına tutturduğu “Pablo’nun Kitaplığı” marifetiyle ufak ufak dağıtmaya çalışmıştı. Herman kütüphanesinin boşaldığını görmek istemiyordu. Sophia söylememişti ama bana ikisinin arasında arkadaşlıktan biraz fazlası var gibi gelmişti. Hiç değilse bir zamanlar…


İkinci kadeh şarap bitmişti. Herman da uyuklamaya başlamıştı. Kalkmak için izin istedim.


“Biliyor musun” dedi Sophia; “deminden beri hafızamı yokluyorum, bildiğim Türkçe bir iki cümle var, söyleyeyim mi?”


Ne olduğunu tahmin ettim. Teşekkür ederim, güle güle, merhaba… Yabancıların bildiği standart cümleler.


“Söyleyin tabii” dedim.


Kendini birdenbire belli eden, ağır bir Almanca aksanla hiç beklemediğim sözler döküldü ağzından:


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Bakakalmıştım. Hafiften horlayan Herman’ın bile sanki sesi kesilmişti.


“Küslübürtün”den öğrendim dedi Sophia muzipçe. 


Küslübürtün mü? Dadaloğlu bu, belki Karacaoğlan.... Küslübürtün diye mi biliniyorlar Almanya’da? Kim Küslübürtün?


“O kim” diye sordum. 


“Nasıl yani” dedi Sophia. Şaşırma sırası ondaydı. “Tanımıyor musun Küslübürtün’ü? Her Türk bilir onu. Aa bilmez mi yoksa? Dil cini Küslübürtün.”


Bomboş bakmaya devam ediyordum. 


“Franz Fühmann’ı tanır mısın peki” diye sordu. 


Onu da tanımıyordum.


“Yazar. Doğu Almanyalı. Anne babamın arkadaşıydı. Evimize çok girip çıkardı. Ben üniversiteyi bitirince araştırmalarında yıllarca ona yardım ettim. Mitoloji, dinler, masallar. Muazzam bir bilgisi vardı. Onun kitabı. Die Dampfenden Hälse der Pferde im Turm von Babel… Babil Kulesindeki Atların Tüten Boyunları. Küslübürtün, işte o kitabın kahramanıdır.”


Hiç duymamıştım. Franz Fühmann… Kimdir, nedir diye soracakken tam, Herman’ın başı önüne düştü, canı yanmış gibi gözlerini kocaman kocaman açtı. Sophia, ona “tamam içeri geçiyoruz” der gibi tatlı tatlı güldü. Sonra bana döndü ve “gazetecisin, araştırırsın” dedi. 


El sıkıştık ve birbirimizin kısacık bir süreliğine dahil olduğumuz hayatlarından çıktık. 


*


Dönüş yolunda “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”yü okumadım. Franz Fühmann hakkında okudum.


1922-1984 yılları arasında yaşamış Doğu Alman yazar. Gençken Nazi, sonra komünist. Derken sosyalist rejimin kıymetli yazarı, sonra rejime de muhalif… Tiyatro oyunları, denemeler, romanlar, çocuk kitapları her şeyi yazmış. 


Bir de Küslübürtün’ü yazmış. Dünyanın en ilginç roman kahramanlarından birini…


Küslübürtün, Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan fırlamışa benzeyen bir cin. Ama korkutucu değil, ufak tefek ve dost canlısı; üzerinde çimen yeşili bir şalvar, ayaklarında yeşil terlikler var. Yosun yeşili kuşağından deniz yeşili kabzalı eğri bir kılıç sallanıyor. Sesi berrak, garip bir zil sesi gibi… Yağmurlu bir günde, canları sıkılmış oturan beş arkadaşın arasında birdenbire beliriyor ve onlara hiç bilmedikleri oyunlar öğretiyor. 


Dil oyunları. 


Anagramlar, kafiyeler, ses uyumu… Küslübürtün, Babil Kulesi’nde diğer dil uzmanlarıyla beraber yaşadığını söylüyor ve bazen yanında kendi gibi uzman arkadaşlarını getiriyor. Mesela Schopenhauer’i… Çocuklara masalları, efsaneleri bu arada Brecht’i öğretiyor.


Kendi kökenlerine dair, kendi dilinde tek bir şey söylüyor. Karacaoğlan’ın dizelerini:  


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Çocuklar bu dil oyunlarını çok seviyor…


*


Tren, Amsterdam Centraal’e ulaşmadan bunları öğrenmiştim. Küslübürtün ve dil oyunları, Doğu Almanya’da yaşayan çocukları yıllarda cezbetmişti. Ama ne yazar ne kitap ne de kahraman Türkiye’de, Türkçede var olmuştu.


Yine de bir sürprizle önüme düşmüştü işte.


Uzak ve küçük bir kasabaya gitmiş, huysuz bir yazarla konuşmayı becerememiştim. Sonra bir bahçede derme çatma bir kitaplık görmüş, bir tatlı yaşlı kadınla tanışmıştım.


Sonra da Küslübürtün’le…


Artık tek eksiğim Almanca’ydı. 


*



PS: Küslübürtün ve Franz Fühmann’a giriş için şurası. 






çok güzel yazıyorsun ama...

Bir düğünde, uzak bir akrabamla konuşuyoruz. 70 yaşlarında, yumuşak huylu, tatlı bir adam…

“Yazılarını takip ediyorum, eline sağlık” dedi. 


Teşekkür ettim. Bir süredir görmediğim yakınlarımın yazdıklarımı okuyor olması hoşuma gidiyor. Bağ bir şekilde devam ediyor. Sessiz de olsa…


“Çok güzel yazıyorsun ama bir şey diyeyim mi sana?”


“Deyin tabii, ne demek.”


“Uzun Yenalcım uzun, biraz kısa tut yazıları.”


70 yaşındaki de “kısalt” diyorsa…

kim okur abi bunları?

Dağ başında bir bakkal dükkânı. Muz ve incir tezgâhlarının yakınında. Dışarısı kavruluyor, içeride klima serinliğinden burnunu çıkarmak istemeyen 14-15 yaşlarında bir çocuk, dükkân sahibi sıfatıyla oturuyor. 

Gazeteleri önüne koyuyorum. Para üstü hesaplarken, birinin fiyatına şaşırıyor:


“Oha üç buçuk lira olmuş bu” diyor.


Tepkileri yaşından büyük. Ben de ona ayak uyduruyorum. 


“Diğer gazete de ucuz değil” diye hayıflanıyorum. Sahi ucuz değil, o da üç lira. “15 liraya da gazete var” diyorum, iç çekerek.


“Kim okur abi bunları” diye gülüyor.


Gazeteleri alıp çıkıyorum dükkândan. Muzların, incirlerin sıcağına.

gelecek günlerin fragmanı

Saat sabahın dokuzu. 

Bir fincan kahve içmek için yolumu değiştiriyorum. İkinci nesil, üçüncü nesil derken herkes artık çok ‘stylish’ kahve yapıyor, tuhaf, kavruk, yanık tatlar. Sevemedim.  


Ama kapı duvar. Sevdiğim yer kapalı. Vitrin camında bir A4: “Personel sıkıntısı nedeniyle kapalıyız.”


Bütün şehir böyle. Avrupa’daki çok şehir gibi. Eleman yok. Hiçbir şey için. 


Vitrindeki not şöyle devam ediyor: "Garson, barista, aşçı ya da müdür olarak çalışmak isterseniz lüften bize haber verin.”


Onlarca kafenin, restoranın kapısında aynı not.


Gelecek günlerin fragmanı.


Açık bir mekân bulup, fazla kavrulmuş bir kahve içiyorum. En azından yapıp getiren biri var. Şimdilik. 


***


PS: Resim Edward Hopper'ın. 

so what


Çok hızlı konuşuyor, yetişemiyorum. Derdini anlatıyor, bir kaşı havada. Haritaları okuyamamış. Günlerdir hiç dışarı çıkmamış bu yüzden. Kuşlardan anlamıyormuş. Koyunlardan ve sincaplardan da. Kendine defalarca söz vermesine rağmen koşmuyormuş. Parkları tanımıyormuş. Tanıması için haritaları okuyabilmesi lazımmış. Çok sözü var. Bu dilde bu dağınık tempoyu beceremiyorum. Kafam almıyor. 


Bir partide tanıştık. Bir romanın ortasından başlar gibi tanıştık. Miles Davis çalıyordu: So What. So what hakikaten… 


“Yazıyor musun hâlâ” diye sordu. Oysa dedim ya, yeni tanışmıştık.  


“Bıraktım” dedim. Yalandı. Nereden anlayacaktı ki? Hem neden bunu sormuştu? Bir soru daha geldi. 


“Neden bıraktın?”


“Bazı şeyleri iyi, bazı şeyleri kötü yazıyorum; sadece iyi yazdıklarımın üzerinde çalışmaya başladığımı fark ettim.”


“Eh, kendi derdini biliyorsun en azından.” 


Biliyordum bilmesine de... 


Yetmiyordu. Işıklı geceleri, tramvay duraklarını, bir görünüp bir kaybolan saksağanları anlatmaya yetmiyordu. Bir şeyler karalayıp duruyordum. Açık günler, kapalı günler, sürprizler... 


Yetmiyordu. Bütün gün evden çıkmadan çalıştıktan sonra burnumun önünde oynamaya başlayan harften adamları yazmaya zaman yoktu. Fikirsizliği, masamı, duvarları, pencerenin dışında sokağın alelade bir anını...


Dışarıda günlerce dolaşıp hiç bir şey bulamadan, göremeden, tanıyamadan kös kös geri döndüğüm günleri... Bunları hiç umursamadığım günleri de. Yoktu zaman. Yetmiyordu.  


Ama şanslı günlerimde denk geldiğim, sırtında çellosu, ev ev dolaşan mülteci adamı; takım elbiseli ve rastalı aile babasını; iyi niyetinin son kırıntılarını tesadüfi bir aşk yaşamak için tüketen, mavi-gri gözlü kadını anlatmaya da yetmiyordu. 


Yazmıyordum ben de. 


"Hangi parkta koşuyorum demiştin?"


Dememiştim. 


Ne deyip ne demediğim umrunda değildi. Elinde yeni bir viski kadehi, kafasını So What ritminde hafif hafif sallıyordu. 


Aklıma bir şey geldi. 


"Dur ben sana bir harita çizeyim" dedim. "Kâğıt kalemin var mı?"  


"Ne haritası?"


"Şehrin en gizli koşu rotası. Ama spor için değil keşfetmek için."


Gözü parladı sevinçten. Bir yerlerden kalem kâğıt bulup getirdi. Bir kadeh de viski. 


Masaya çöktüm. Fazla ciddi görünüyor olmalıydım ki beni rahat bıraktı. Bir başkasının zihnini bulandırmaya gitti. 


Şehrin haritasını kafamdan kabaca çizdim. Sonra herkesi içine yerleştirmeye başladım. Rastalı baba, çellolu mülteci, aşkı arayan kadın, maça üçü, aynı sekizin gece otobüsü,  yaşlıların karargâhı... Aklıma gelen her şeyi haritaya koydum. En son bu evi, bu masayı, bu So What anını...


Yazmaya vaktim yoktu, tamam. Bir haritası da mı olmayacaktı hayatın?  




kendi zihninde dolaşanlar

Kütüphanede oturup çalışıyorum. 

İnsanlar geliyor gidiyor. Oturuyor kalkıyor. Gazete okuyorlar. Dergi karıştırıyorlar. Kitaplara dalıp gidiyorlar. Yazıyorlar. Çalışıyorlar. 


Bir de onlar var. 


Bir masaya oturmuş, hiçbir şey yapmadan duruyorlar. Okumuyorlar yazmıyorlar çalışmıyorlar. Birçokları gibi telefonlarını da karıştırmıyorlar. Uzaklara bakıyorlar. Bazen pencereden dışarı. Bazen karşıdaki duvara. Bazen önlerinde oturan kişinin sırtına… Kendi zihinlerinin içinde dolaşıyorlar. 


Yadırgamıyorum, yanlış da bulmuyorum bunu. Kimse sürekli bir şeyle meşgul olmak zorunda değil. Hele bu çağda böyle kesintisiz bir düşünce seline kapılmak, kapılabilmek müthiş bir lüks.


Ama şaşırıyorum doğrusu. Bunca materyalin ortasında, her yan okuyacak, bakılacak, dinlenecek şeyle doluyken, nasıl hiçbirine gönül indirmeden kalabiliyorlar? 


Bir de bunu neden kütüphanede yapıyorlar?

Çalışan düşünen insanların arasında olmak daha huzurlu mu geliyor? Sessizlik mi onları çekiyor? (Kütüphaneler çok da sessiz sayılmaz ama birçok yerden daha sessiz yine de.) Bu mekânlar onlar için rahat mı? Korunaklı mı? Hiçbir soruyla ilgilenmeyecek kadar dertliler mi? Tam aksine, kaygısızlar mı yoksa?

Kendi zihnimin içinde dolaşırken onlara da rastlamayı umuyorum. Orada belki konuşuruz, sorarım, anlatırlar. 


Ama aramaya çıktığımda  çoktan gitmiş oluyorlar. Başka bir kütüphaneye, başka bir zihne, kendi zihinlerinin derinlerine…


*

PS: Resim, İrlanda'daki Trinity College Library

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...