bütün şehir beden eğitimi sınıfı


Dükkânların kapanma serisi devam ediyor. 


Bir dönem, Kadıköy’deki yıllarımızda terzilerin, kırtasiyecilerin, tuhafiyecilerin art arda kapandığını görmüştük. Onların yerine hep üçüncü nesil kahveciler açıldı. Onlar da kapandı; üçüncü nesil kahvecilerin yeni sürümleri açıldı. Onlar da kapandı, İstanbul’un eğlence hayatının en az yarısı Kadıköy’e göçtüğü için tekel bayiler açıldı. 


Amsterdam’da da benzer bir süreç var. Pandeminin ve sonrasının da büyük katkı yaptığı bir süreç. 


Burada da her yer kapanıyor. Terziler, kırtasiyeler, restoranlar, kafeler ve restoranlar. “Tuttu” dediğimiz yerler de kapanıyor. 


Yerlerine tek bir şey açılıyor: Spor salonları. Yani ‘gym’ler. 


Herkes koşuyor. Yemiyor içmiyor üşenmiyor koşuyor. Herkes ağırlık kaldırıyor. Herkes spor yapıyor. Salonda koşmayan parkta koşuyor. En ufak açık alanda, en minik meydanlarda boks dersleri, fitness kursları var. 


Bütün şehir bir beden eğitimi sınıfı gibi. Taytlı, eşofmanlı, kulaklıklı…


Sağlıklı olmakta bir zarar yok ama bu endüstrinin bütün şehri yutması bir tuhaf. 


Yeni bir hayat geliyor…

acelecilik çağı

 


Televizyon kanalları hayatımdan çıkalı çok oldu; onların yerini bir süreliğine platformlar almıştı ama şimdi gitgide daha fazla YouTube videosu izliyorum. Dolu haber bültenleri, mini belgeseller daha çok orada. Hem mesleki ihtiyaç hem de gündelik geyikler için depo; bir tür gıda benim için. 


Video izledikçe, bir tür videoya daha sık rastlıyorum. Nasıl anlatmalı: Konuşma boşluklarının alındığı videolar… Teknik bir adı vardır mutlaka ama hakikaten bilmek dahi istemiyorum. Zamandan kazanmak için tüm ‘ııııı’lar, ‘hımmmm’lar gidiyor; kafa kaşımalar, düşünme payları gidiyor; geriye olmadık yerlerinden birleşmiş konuşma parçaları kalıyor. Tempolu görünen ama aslında tuhaf bir temposuzlukla akan diyalog ya da monologlar. Susmak da konuşmaya dahil değil mi? Bu temposuzluk kulağımı tırmalıyor; izlemek istesem dahi kapatıyorum. 


Buradan kazanılan vakit nedir? Ne kadar olabilir? 


Sızlanıyor görünüyorum ama aslında şikâyet etmek için de yazmıyorum bu satırları. Hayat bu istikâmette akıyor neticede. 


Ama istikameti tarif etmek için bir not olsun: Boşlukları alınmış konuşmaların hayatta sanırım bir karşılığı var. Çağa ilişkin bir karşılık… Acelecilik çağındayız. Hızlı gittiğimizi düşündüğümüz, hız çağı sandığımız ama sadece acele ettiğimiz bir çağ. 


Ne için bu acele?

Diğer seçenekleri kaçırmamak için. Başka bir yerde hep daha iyi bir parti mümkün. 


Ama o partidekiler de acele ediyor.


*

Resim, Edward Hopper'ın.


tren düdükleri, çarşı pazar ve kuzgunlar

Eski dosyaları karıştırırken, yıllar önce bir haber toplantısında tuttuğum notları buldum. Haziran 2007. Demek ki Aktüel’deyim.


Anlatılan bir adamdan etkilenmişim. Her şeyin kaydını tutan bir adam. Çarşı pazar geziyor sürekli; enflasyon için rakamlar tutuyor. Biber bugün kaç para, iki gün önce ne kadardı; peki iki ay önce? Hepsinin, her şeyin cevabı var. Tek kişilik bir istatistik enstitüsü. Çantası ajandalarla dolu. Yaptığı her işi, her görüşmeyi, sokaktaki her anını ayrıca kaydediyor. Kayıt meraklısı. Veya kayıt delisi.


Onun hikâyesini yazmak istemişim. Anlatıcı, sokak röportajları yapan bir gazeteci olsun demişim.


Olmamış. 


Hâlâ olabilir. 


Ama bu defa herhalde ajandasız. Bu adam kayıtları telefonunda tutacak. Adamın çantası hafifleyecek. Ama hikâye de hafifleyecek. On beş yıl öncenin dünyası bile yok artık. 


2.


Aynı günden bir başka notlar: 


Sadece tren düdüklerinden oluşan bir şarkı var mıdır?


(Bence vardır ve o an aklım toplantı masasından uçup gitmiş demek ki). 



3. 


Son bir not daha: 


"Kargalar konusunda itinayla çalışınız!"


Böyle yazmışım.


Bunu yaptım. Kargalar değil ama kuzgunlar hakkında çalıştım… Bakalım ne olacak? 



4.


Yeni bir ofisteyim. İlk iş olarak bu bloga bir post yazayım istedim. Çünkü buralardaki en eski evim bu blog. Yeniyle eskiyi bağlamak iyidir. 

iki uykulu soru


Uyumadan da yaşayabilseydik yine de uyumak isteyen olur muydu?


İstediğimiz an rüya görebilseydik, yine de film seyreder miydik? 

yazma lüksü

Defterine yazanlar... Sanırım daha önce de yazmıştım, ben en çok onları seviyorum yazanlar arasında. Defter alanları, defter arayanları...

Türkiye’de artık defter pahalı. Hep pahalı olan defterler ise artık çok çok pahalı. Kadıköy'de Moleskine bulamadım, satmıyorlar. Çok pahalı. Bunu bana anlatan tezgâhtar esefle, hatta büyük bir üzüntüyle söyledi. "İyi defter çok pahalı bir şey artık" dedi. Lüks. Sanki tüm o defterlerin içine yazılan her şey başka bir yere yazılamayacakmış gibi üzüntüyle söyledi bunu. 

Elbette başka yere de yazarlar. Yazmak isteyen kesekâğıdına da yazar. Ama şunca bir şeyin lüks olmasını geçtim, anlı şanlı Kadıköy çarşısında girip çıktığım hiçbir yerde Moleskine bulamamak, birçok şeyin de artık bizden geçtiğini göstermiyor mu? Alamamak için bile lüks defter yok. 

PS: Akmar Pasajı'ndaki Kapadokya Kırtasiye'de ucuz ve güzel not defterleri buldum. 



kim okur abi bunları?

Dağ başında bir bakkal dükkânı. Muz ve incir tezgâhlarının yakınında. Dışarısı kavruluyor, içeride klima serinliğinden burnunu çıkarmak istemeyen 14-15 yaşlarında bir çocuk, dükkân sahibi sıfatıyla oturuyor. 

Gazeteleri önüne koyuyorum. Para üstü hesaplarken, birinin fiyatına şaşırıyor:


“Oha üç buçuk lira olmuş bu” diyor.


Tepkileri yaşından büyük. Ben de ona ayak uyduruyorum. 


“Diğer gazete de ucuz değil” diye hayıflanıyorum. Sahi ucuz değil, o da üç lira. “15 liraya da gazete var” diyorum, iç çekerek.


“Kim okur abi bunları” diye gülüyor.


Gazeteleri alıp çıkıyorum dükkândan. Muzların, incirlerin sıcağına.

sen gelmeden önce

 

Benim radyoda bu ara hep bu çalıyor. Sözleri de müziği de tonu da çok güzel. 


Ama en çok sözleri benim için.


Bir şey tanıdık geliyordu; çıkaramıyordum. Buldum. Başka bir evrenden bir paralel. İlhan İrem’in eski şarkılarında bu melodi ve bu ton vardır. Onları da çok severim. Kızım İçin, Ay Tozları, Olanlar Olmuş…


Duygu yoğunluğu İrem’de tabii biraz daha fazla ama dedik ya paralel evren işte… O evrenden bu evrene yollar çatallı


The Real Tuesday Weld’i bir süre dinleyeceğim. Siz de dinleyin. İlhan İrem’i de dinleyin. 


*


Bu arada, bu şarkının çizgi filmden bir klibi var; rol çalıyor diye koymadım. 

dağı düşünen adam


Yasunari Kawabata’ya bugüne dek bu kadar uzak kalmak... Kusur değil belki ama şüphesiz bir eksiklik. Bulunca farkına vardığın bir eksiklik.


'Dağın Sesi' romanını okudum. Diğerlerini de buldukça okurum. 


İçerideki sesler, dışarıdaki sesler, ikindi saatlerinde hışırdayan perdeler. 


Tüm dünya gibi benim de çok okuduğum Murakami, belli ki Kawabata'dan etkilenmiş ama ondan aldığı ilhamın üstüne bir de fazladan gizemli olay örgüsü eklemiş. 


Kawabata’da gizemli olan yaşamın kendisi. 


Altmış küsur yaşında bir adamın dağa bakması, dağı düşünmesi. Tünele giren trenin uğultusunu zihninde hissetmesi. Kendini, kusurlarını, olmamışı, olamamışı ve asla olmayacak olanı günlerin içinde damıtması... 


Her bir sayfayı çevirdikçe, bir tarif arıyordum. Düşündüklerim yetmiyordu. Nihayet buldum. Sanırım. 


Romanını bir haiku yazar gibi yazmış Kawabata. 

gazetecilikte ilerlemenin beş adımı

10 yıl önceki notlarımı karıştırırken buldum. Beş madde diye not almışım ama dört madde yazmışım. Yanlışlık mı yaptım acaba yoksa beşinciyi bulamadım mı? Belki de beşinciyi o an için boş bırakayım demişimdir.


Tam olarak şunları sıralamışım:


Çetin Altan’la konuşun. 


Taşrada bir devlet görevlisini ismini kullanmaya ikna edin. 


Büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeninden haberiniz için görüş alın.


Haberinizi silip yarı uzunlukta yazın.


***


Bunları kendim yaptığım için rahat rahat, biraz da şımararak yazmışım tabii. Gerçi ikinciden emin değilim. Bir ağır ceza reisini ikna ettim diye hayal meyal hatırlıyorum. 


Çetin Altan’la konuşmak çok hoş bir tecrübeydi ama görüş almak zordu; çünkü sizi savururdu. 


Gazete gyy’leri kıdemsiz muhabirleri tabii ki sallardı. 


Sonuncusu sahiden zordur. Kısa yazmak kendi başına bir kademedir. 


***

Beşinci madde için yeni bir post yazacağım. Bakalım…

gelecek günlerin fragmanı

Saat sabahın dokuzu. 

Bir fincan kahve içmek için yolumu değiştiriyorum. İkinci nesil, üçüncü nesil derken herkes artık çok ‘stylish’ kahve yapıyor, tuhaf, kavruk, yanık tatlar. Sevemedim.  


Ama kapı duvar. Sevdiğim yer kapalı. Vitrin camında bir A4: “Personel sıkıntısı nedeniyle kapalıyız.”


Bütün şehir böyle. Avrupa’daki çok şehir gibi. Eleman yok. Hiçbir şey için. 


Vitrindeki not şöyle devam ediyor: "Garson, barista, aşçı ya da müdür olarak çalışmak isterseniz lüften bize haber verin.”


Onlarca kafenin, restoranın kapısında aynı not.


Gelecek günlerin fragmanı.


Açık bir mekân bulup, fazla kavrulmuş bir kahve içiyorum. En azından yapıp getiren biri var. Şimdilik. 


***


PS: Resim Edward Hopper'ın. 

dünyanın en güzel film ismi


Karanlıkta Uyananlar… Dünyanın en güzel film isimlerinden biri. Sinemamızın kesik damarı. Oralardan kimbilir ne güzel filmlere koşacaktık; üzerimizden kıyıcı darbeler geçmeseydi. Vedat Türkali yazmış, Ertem Göreç çekmiş. Sene 1964. Evet, ham yönleri var ama bir derinliği de var. Kalabalık oyuncu kadrosu içinde hiç kimseyi tek boyutlu bırakmayan bir çaba. Hele filmin başında gördüğümüz fabrikatör... Eksisiyle artısıyla, su katılmaz bencilliğiyle ama bir yandan da gidişata göre renk değiştiren idare-i maslahatçılığıyla; işçilikten geldiği halde işçileri ezmesiyle ama işçilikten geldiği için 'hain' burjuvazi karşısında iyi pozisyon alabilmesi ve kül yutmamasıyla, kısacık ekran anlarında çizilebilmiş müthiş bir portre. 

Kimse masum değil filmde. Herkes tökezliyor, yanlış tercih yapıyor; gençliğine, bilinçsizliğine, boşvermişliğine, çıkarcılığına yeniliyor; herkes, hayat karşısına hangi tümseği çıkarsa ona takılıyor. Birinci sınıf bir izdüşüm. Hayat işte.


Ama uyanıyorlar. Güzellik burada. Birdenbire uyanmakta. Karanlıkta uyanmakta. Bir filmin isminin hayatı hem bu kadar iyi tanıyıp hem de gerekeni bu kadar ustaca söylediği başka örnek azdır. Hem de tam bugünler için gereken buyken, ne kadar ilham verici. 


Peki kalabalıkların bu kadar iyi yönetildiği bir başka filmimiz var mı? Kamera sürekli insanların içinde. Didişen, söyleşen, dövüşen, sevişen insanlar. Grev yapan, grev kıran, umut eden, boş veren insanlar.


Nihayet o benzersiz son sahnede karanlıkta uyanan ve mahmurluklarında bir araya gelen insanlar…


Hangi insanlar bunlar? Biz miyiz? Bir zamanlar biz miydik? Altmışlı yılların harında diriliğin, hürlüğün bir araya gelmeye zorladığı, uykusundan uyandırdığı insanlar bizim memleketimizde mi yaşıyordu? Hain ‘komprador’ burjuvazi Türklerin yanında her zamanki gibi Rum ve Yahudilerle temsil edilirken, hep var olan gayrımüslim işçilerin de belki ilk defa o yelpazenin, o temsilin dışında tutulmadığı yer sahiden Türkiye miydi? Rastgele yapılan bir röportajda, Ayvalıklı Ahmet oğlu Salih yanında Ohannes’in oğlu Yetvart’ın da grev gözcüsü olduğunu gördüğümüz o ülke burası mı?


Burası değilse neresi? Üzerinden henüz elli yıl geçmemiş bu film nerede yazılmış, nerede çekilmiş?


Bir de…


“Karanlıkta Uyananlar”ın, yazarı çizeri tekmil sanatçısıyla entelektüel camiayı, 'yalıda viski içen Batı muhipleri' sığlığıyla eleştirmesi koca bir eksi; filmin çürük dişi. Bu çürük, filmin güzelliği içinde kendini hissettirmiyor ama sonrasında -ve hâlâ- can acıtıyor. 


Ama bir dakika. Hem yalıda viski içenlerin arasında hem de halkın, grev yapan işçilerin bağrında rastladığımız, iki tarafta da kendi evinin salonundaymış gibi rahat dolanan biri var. Bir gazeteci… Herkesin hata yaptığı filmde, akıl tarafında istikrarla kalabilen tek kişi. 


Kim bu kişi?


Bence Vedat Türkali’nin ta kendisi… 


(To be continued)




sofradan o tabağı da kaldırırsan


Türkiye’de ekonomi yönetimin berbat olduğunu hep biliyoruz; halkın refahı pahasına ve halka rağmen birilerini semirtmek için ekonomik teori adı altında element uydurduklarını da biliyoruz ama hem de Ekonomi Bakanı’nın bunu bile isteye böyle yaptıklarını söylemesi yine de şaşırtıyor. Çarkları çevirmek içinmiş… 


Hesap sorulmayan, hesap verilmeyen rejimlerde bu demeçler gelebilir. 


Ama şöyle bir sorun var: İnsanlar aç. 


Rita Pavone’nin, 1960'ların İtalya'sından gelen bu fıkır fıkır şarkısı bakınız ne diyor: Tarih bize şunu çoktan öğretti / Aç insanlar devrim yapar.


Pappa al pomodoro, menemen kıvamlı bir domates yemeği. Zamanında alt tabakalar yiyormuş. Rita Pavone diyor ki, o bile sofradan kalkarsa…


Sen çarkları çevir daha…


balta herkese lazım

Orhan Pamuk’un Veba Geceleri’ni bitirdim. En sevdiğim Pamuk kitapları arasına girdiğimi söyleyemem. Ama Pamuk’un bu kitabı yazarken yaşadığı hazzı anlayabiliyorum. Sıfırdan bir ada kurmak, onu özene bezene haritalandırmak, o adaya bir tarih yazmak, insanını biçimlendirmek… Edebiyat uğraşının kendisinin duble tezahürü… 


Anlamadığım, daha açığı, anlamak istemediğimse şu: Orhan Pamuk bu kitabı neden bu kadar uzun tutmuş? Bir cevap, meseleyi yabancılara daha derli toplu anlatmak. Bu hep verilen cevap. Kısmen doğru. Genel okurun tarihle artan mesafesi düşünüldüğünde, kısmen de yanlış.


Ben konu hakkında çok okuduğunu, okudukça her şeyi yazası geldiğini düşünüyorum. İnsan bir noktadan sonra -bence ne kadar iyi yazar olursa olsun- mesafe koyamıyor. Bu yüzden baltalı editörlere hep ihtiyaç var. Editörü ben olsaydım, kitabın ilk yarısının büyük kısmından vazgeçmesini söylerdim. İkinci yarısı ne de güzel akan ama ilk yarısı ayrıntıdan geçilmeyen ve kurgudan da uzaklaşan bir kitap olmuş çünkü Veba Geceleri. 


Bunları kendime söyleyemiyorum tabii. Ben de yazdığım her şeyde aynı dertten muzdaribim. 


***

PS: Goodreads’de Sine isimli kullanıcının kitaba ilişkin yorumundaki şu bölüm çok hoşuma gitti: 


minik bir orhan pamuk kitap kulübü kurup "orhan pamuk drinking game" geceleri organize edesim var. her köpek çetesi belirdiğinde, her "bazan" dendiğinde, her yeni evli çift sevişmesinde birer küçük shot; orhan pamuk bir karakter olarak belirdiğinde üçer shot!

so what


Çok hızlı konuşuyor, yetişemiyorum. Derdini anlatıyor, bir kaşı havada. Haritaları okuyamamış. Günlerdir hiç dışarı çıkmamış bu yüzden. Kuşlardan anlamıyormuş. Koyunlardan ve sincaplardan da. Kendine defalarca söz vermesine rağmen koşmuyormuş. Parkları tanımıyormuş. Tanıması için haritaları okuyabilmesi lazımmış. Çok sözü var. Bu dilde bu dağınık tempoyu beceremiyorum. Kafam almıyor. 


Bir partide tanıştık. Bir romanın ortasından başlar gibi tanıştık. Miles Davis çalıyordu: So What. So what hakikaten… 


“Yazıyor musun hâlâ” diye sordu. Oysa dedim ya, yeni tanışmıştık.  


“Bıraktım” dedim. Yalandı. Nereden anlayacaktı ki? Hem neden bunu sormuştu? Bir soru daha geldi. 


“Neden bıraktın?”


“Bazı şeyleri iyi, bazı şeyleri kötü yazıyorum; sadece iyi yazdıklarımın üzerinde çalışmaya başladığımı fark ettim.”


“Eh, kendi derdini biliyorsun en azından.” 


Biliyordum bilmesine de... 


Yetmiyordu. Işıklı geceleri, tramvay duraklarını, bir görünüp bir kaybolan saksağanları anlatmaya yetmiyordu. Bir şeyler karalayıp duruyordum. Açık günler, kapalı günler, sürprizler... 


Yetmiyordu. Bütün gün evden çıkmadan çalıştıktan sonra burnumun önünde oynamaya başlayan harften adamları yazmaya zaman yoktu. Fikirsizliği, masamı, duvarları, pencerenin dışında sokağın alelade bir anını...


Dışarıda günlerce dolaşıp hiç bir şey bulamadan, göremeden, tanıyamadan kös kös geri döndüğüm günleri... Bunları hiç umursamadığım günleri de. Yoktu zaman. Yetmiyordu.  


Ama şanslı günlerimde denk geldiğim, sırtında çellosu, ev ev dolaşan mülteci adamı; takım elbiseli ve rastalı aile babasını; iyi niyetinin son kırıntılarını tesadüfi bir aşk yaşamak için tüketen, mavi-gri gözlü kadını anlatmaya da yetmiyordu. 


Yazmıyordum ben de. 


"Hangi parkta koşuyorum demiştin?"


Dememiştim. 


Ne deyip ne demediğim umrunda değildi. Elinde yeni bir viski kadehi, kafasını So What ritminde hafif hafif sallıyordu. 


Aklıma bir şey geldi. 


"Dur ben sana bir harita çizeyim" dedim. "Kâğıt kalemin var mı?"  


"Ne haritası?"


"Şehrin en gizli koşu rotası. Ama spor için değil keşfetmek için."


Gözü parladı sevinçten. Bir yerlerden kalem kâğıt bulup getirdi. Bir kadeh de viski. 


Masaya çöktüm. Fazla ciddi görünüyor olmalıydım ki beni rahat bıraktı. Bir başkasının zihnini bulandırmaya gitti. 


Şehrin haritasını kafamdan kabaca çizdim. Sonra herkesi içine yerleştirmeye başladım. Rastalı baba, çellolu mülteci, aşkı arayan kadın, maça üçü, aynı sekizin gece otobüsü,  yaşlıların karargâhı... Aklıma gelen her şeyi haritaya koydum. En son bu evi, bu masayı, bu So What anını...


Yazmaya vaktim yoktu, tamam. Bir haritası da mı olmayacaktı hayatın?  




uyku biraz uyku

 

 Şu ferahlık, şu uyku. Hepsi buna ulaşabilmek için değil mi? 

Dakka, Bangladeş. Fotoğraf: Jahid Apu

kendi zihninde dolaşanlar

Kütüphanede oturup çalışıyorum. 

İnsanlar geliyor gidiyor. Oturuyor kalkıyor. Gazete okuyorlar. Dergi karıştırıyorlar. Kitaplara dalıp gidiyorlar. Yazıyorlar. Çalışıyorlar. 


Bir de onlar var. 


Bir masaya oturmuş, hiçbir şey yapmadan duruyorlar. Okumuyorlar yazmıyorlar çalışmıyorlar. Birçokları gibi telefonlarını da karıştırmıyorlar. Uzaklara bakıyorlar. Bazen pencereden dışarı. Bazen karşıdaki duvara. Bazen önlerinde oturan kişinin sırtına… Kendi zihinlerinin içinde dolaşıyorlar. 


Yadırgamıyorum, yanlış da bulmuyorum bunu. Kimse sürekli bir şeyle meşgul olmak zorunda değil. Hele bu çağda böyle kesintisiz bir düşünce seline kapılmak, kapılabilmek müthiş bir lüks.


Ama şaşırıyorum doğrusu. Bunca materyalin ortasında, her yan okuyacak, bakılacak, dinlenecek şeyle doluyken, nasıl hiçbirine gönül indirmeden kalabiliyorlar? 


Bir de bunu neden kütüphanede yapıyorlar?

Çalışan düşünen insanların arasında olmak daha huzurlu mu geliyor? Sessizlik mi onları çekiyor? (Kütüphaneler çok da sessiz sayılmaz ama birçok yerden daha sessiz yine de.) Bu mekânlar onlar için rahat mı? Korunaklı mı? Hiçbir soruyla ilgilenmeyecek kadar dertliler mi? Tam aksine, kaygısızlar mı yoksa?

Kendi zihnimin içinde dolaşırken onlara da rastlamayı umuyorum. Orada belki konuşuruz, sorarım, anlatırlar. 


Ama aramaya çıktığımda  çoktan gitmiş oluyorlar. Başka bir kütüphaneye, başka bir zihne, kendi zihinlerinin derinlerine…


*

PS: Resim, İrlanda'daki Trinity College Library

trafikte bir şövalye

Bugün A. ile birlikte trafik ışıklarında beklerken yolun karşısında tuhaf bir bisikletli adamı fark ettik. Tuhaftı, çünkü yüzünün tümü camla kaplıydı. Kaskla güneş gözlüğü arası bir ‘şey’. Işığı kırıyor, yansıtıyor. Üzerinde renklerin oynaştığı bir cam. Ama ne?

Saniyeler sonra yan yana geçerken kendimi tutamayıp adama baktım. O da bana baktı. Gün ortasında, demir maskeli adamla, atının üstünde bir şövalyeyle karşılaşmak gibi bir his. Benim yüzümde ne de olsa bir ufak şaşkınlık ifadesi vardı; adam bunu herhalde görmüştür. Ben onun ifadesini göremedim. Dedim ya, cam… Arabalara çekilen bantlar gibi, koyu bir engel. Ürpertici, tedirgin edici.


A. da daha önce böyle bir maske görmemiş. Ya da böyle bir gözlük… Ya da her ikisi birden. Düşündük: Pandemiye özel mi acaba? Bir tür kask olabilir mi? Ben biraz uçtum: Robocop’unki gibi bir donanım bu, camın gerisinde bir ekran vardır kesin. Adam biraz önce belki beni bir hedefe oturtmuştu. Sonra da ateş etmeye üşenmişti belki. Neyse ki… 


Bu soruları sormak için bir sene gecikmişim. 


İnternette “tüm yüz gözlük” “ayna” vs. gibi anahtar sözcüklerle arayınca buldum. Bu bir güneş gözlüğü. Fonksiyonu, eh işte, güneşten korumak. Sadece gözleri değil bütün yüzü koruyor. Bulduğum ürünler bir sene önce piyasaya çıkmıştı. Belki evveli de vardır. 


Kafamda kurduğum gibi çıkmadı ama. Hayal kırıklığı…


Bir şövalyeyle karşılaşmak gibi değil. Gizemli değil. Beleşten tedirgin ediyor. 


İnsanları saklıyor.


üç bilmece

Bahar günüymüş. Bir hacıyı, bir eşkiya durdurmuş dar boğazda. Üç bilmecem var, bilirsen geçersin, bilemezsen paranı alırım, paran yoksa canını alırım, diye tepeden buyurmuş.

Sor, demiş hacı, dik dik. Parası yokmuş ya hiç de öyle süklüm püklüm değilmiş. “Başka çarem yoksa, sor.”


“İlki şu. Alsan da versen de, getirsen de götürsen de ağırlık yapmayan nedir?” 


Gülüvermiş Hacı. “Kolay bu. Selamdır” diye yanıtlamış. Kolaymış sahiden de, daha az önce eşkiyayı iç ferahlığıyla selamlamış.


Bildin, demiş eşkiya. “Bir su ki zehirsizdir ama yine de can yakar. Nedir bu?


Alnını kırıştırmış, hacı. Derken bir sevinç kaplamış yüzünü. Gözyaşı ya, demiş, ne olacak ki başka? Pek yufka yürekliymiş zaten. Hep gözleri dolarmış, bazen gizliden ağlarmış da.  


Eşkiyanın suratı asılmış. Bu nasıl uyanık hacı. Yanından yürüyüp gidecek. 


Tamam, demiş. “Sözüm söz. İşte sana son soru. Bilmeden bulduğumuz, sonra ya kaybedersek diye üzülüp durduğumuz nedir” 


Hacı düşünmüş düşünmüş düşünmüş… Bunalmış. Alnında boncuk boncuk ter birikmiş. Bulamadıkça düşünemez olmuş. Bomboşmuş aklı.


Bilemedim, demiş çaresiz. Boynunu bükmüş. 


Sırıtmış eşkıya. Kılıcını sıyırmış kınından. Uçlan paraları, diye bağırmış.  


Param yok, diye başlamış hacı… Yokmuş da gerçekten. “Bir soru daha sor.” 


Eşkiya şakasızmış. Kaldırmış kolunu. Tam boynuna çalacakken kılıcı, 


Dur, diye bağırmış Hacı…

"Bari cevabı söyle.”


Ama gecikmiş. Yetişemememiş eşkiyanın bileğinin hızına. Son anında feryat bile edememiş. Aklında bir soru işareti, düşmüş yere… 


Eşkiya, kıydığı adamın yere yuvarlanan, toza bulanan kellesine dalgın dalgın bakmış. Hacının gözleri hiç duyamadığı cevabı halen bekler gibi apaçıkmış. Kılıcını yanıbaşındaki koca kayaya silerken, sıkkın sıkkın mırıldanmış eşkiya:


“Aha, bu verdiğindir”. 


Photo by Simon Wilkes on Unsplash




eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...