oku-dinle-seyret önerileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oku-dinle-seyret önerileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

şimdi buenos aires'e bağlanıyoruz



Bir hafiflik ama illa tüy gibi değil. İşini iyi yapmış olmanın iç hafifliği. Yorgunluktan sonra gelen o hafiflik. 

Ya da sessiz sakin bir bahçenin dinginliği… Ama dışarıdan gelen gürültülere açık bir bahçenin. 

Temiz hava insanın içini biraz yakar ya, o temizlik. Ama kirli havaya döneceğini de bilerek ve dönmeyi isteyerek.

Benim için birkaç güzel şey giriyor bu tarifin içine; biri Kevin Johansen’in müziği. Arjantinli bir anne ile Amerikan babanın müzisyen oğlu. İki dile, iki kültüre hakim. Gezmiş, dolaşmış; artık Buenos Aires’ten yayın yapıyor. Uzaklardaki bir arkadaşım, kardeşim, abim gibi seviyorum onu. Tesadüfen bulup dinlemiştim yıllar önce; o gün bugün hayatımda. Bizde pek tanınmıyor. Tanınmasın, benim için ziyanı yok. 

Siz yine de tanışın onunla. 

PS: Bu video 18 yıl öncesinden. Şimdi biraz daha değişti, büyüdü ama ben ilk Daisy'le tanımıştım.


biz ruhumuzla uçarız


Ursula: Daha senin yaşındayken ressam olmaya karar vermiştim. Resim yapmayı çok seviyordum. Bütün gün, şövalenin başında uyuyup kalana kadar çalışıyordum. Bir gün birdenbire, neden bilmem resim yapamamaya başladım. Denedim, denedim ama hiçbir şey kâr etmedi. Daha önce sağda solda gördüğüm resimlerin taklitleri gibiydi yaptıklarım ve iyi taklitler de değillerdi. İşte o zaman yeteneğimi kaybettiğimi düşündüm. 

Kiki: Tıpkı benim gibi. 

Ursula: Evet aynı. Ama sonra cevabı buldum. Neyi, neden resmedeceğimi anlamamıştım. Tarzımı bulmam gerekiyordu. Sen uçtuğun zaman, içindeki bir şeyden güç alarak uçuyorsun değil mi?

Kiki: Evet. Biz ruhumuzla uçarız. 

Ursula: Ruhuna inanarak... Evet, evet, işte öyle. Tam da bundan bahsediyorum. Bana resim yaptırtan, arkadaşına ekmek pişirten ruh da işte bu ruh. Ama hepimizin kendi ilhamımızı bulması lazım, Kiki. Bu da hiç kolay değil. 

Kiki's Delivery Service, Hayao Miyazaki (1989)





nereyi koklasan taze taze yarpuz kokuyor

Ne gördüğümüzü biliriz ama gördüğümüzün ismini bilmeyiz bazen.
Neden bilmeyiz peki?
Değer vermediğimiz için mi?
Üşendiğimiz için mi?
Ursula K. Le Guin, Yerdeniz’de bir şeyi gerçekten tanımak için ismini bilmek gerektiğini yazmıştı.
Gerçekten tanımayı umursamadığımız için mi?

Benim için de hâlâ çok şeyin ismi yok. 
Ama bir tanesini listeden eledim sonunda. Yukarıda, başlıkta yazanı…
Yaşar Kemal’in romanlarında, öykülerinde hep geçen, geçtiği yeri buram buram kokutan yarpuzu… 
Arabalarla hep yanından, bazen yürüyerek içinden geçip gittiğim, düzlükleri mora boyayan bu sert, bu karakterli ot. 
Yarpuzmuş adı. 
Sıradakine bakalım.

*

Savrun derler bir su akar. İçinde ne kadar balık varsa yüzündeymiş gibi gözükür. İlkin uzun kavaklar gözükür. Gözükünce dünya bayrama döner. Ot, ağaç, çiçek bayram bayramdır. Bir değirmen vardır Süleymanlıda. Yanından geçerken sıcacık unu kokar. Süt gibi, kar gibi, apak, un. Sonra çınarlar, çınarlardan önce kocaman mor mor çiçeklenmiş, bir kilim gibi serilmiş yarpuz tarlası gelir. Bir zamanlar, bir Hasan vardı. Kır Hasan. Cabbarın oğlu kır Hasan. Anası vardı. Dili tatlı bir kadın. Yarpuz tarlasının oradan geçerken, dünyayı bir koku doldurmuş ki, nereyi koklasan, taşı toprağı, ağaçları, suyu, nereyi koklasan taze taze yarpuz kokuyor. 

Yaşar Kemal - Ortadirek (Dağın Öte Yüzü - I)

dünyanın büyüsü kayboluyor

Veronique’in İkili Yaşamı’nı seyrettim. Yıllar sonra yeniden. Film eskimemiş, daha da güçlenmiş, güzelleşmiş. Kieslowski’nin tüm filmleri böyle sanırım. 

Veronique filmde, ‘şeylere’ bakıyor. Işığa, caddeye, otobüslere… Hele elinde çevirip durduğu bir ufak cam küreye… Bakıyor da bakıyor. Kieslowski herkese farklı bir güzellik sunuyor da belki ama film, bana kalırsa, biraz da bu bakış üzerine. 

Üzücü bu aslında. 

Şeylere bakıyor Veronique. Çünkü şeyler var. Hayatımızdalar. Bir evde bir telefon çalıyor. Çevirmeli. Bir odaya gidip telefonu açıyorsun. Yetişemezsen kimin seni aradığını asla bilemiyorsun. Belirsizlik havaya yayılıyor, orada saatlerce, günlerce, belki bir ömür asılı kalıyor. 

Bazen bakıp duruyorsun o çevirmeli telefona. Çalarken bile.

Duvarda bir takvim yok. Bir saat gece yarısını vurmuyor. 

Masanın üzerinde, kahve fincanın yanında bir gazete katlı durmuyor.  

Bir transistorlu radyodan cızırtılı şarkılar yükselmiyor.

Evlerde kitaplık yok.

Hayatımızdaki şeyler azalıyor. Bakamıyoruz bile artık. Tek bir çerçeveye, tek bir şeye, bir akıllı telefona bakıyoruz çoğunlukla. Herkesin kafası önünde. Her şey belirli, herkes birbirine benziyor. 

Dünyanın büyüsü giderek kayboluyor. 



bir tüyle kuş arasında

Nihal sana çok mühim bir nasihat: yapmacıktan daima sakın… Bazı adamlar yazılarında koyu bir ıstıraptan, karanlık bir ümitsizlikten bahsederler, halbuki hayatlarında daima mesut olmuşlar, daima gülmüşlerdir. Bu adamların yazılarının kıymeti yok çünkü yapmacıktır, kıymetin kol kola yürüdüğü kardeş samimiyettir. Mesela ben şiirlerimde gülmekten, neşeden, bahardan, bülbüllerden, güllerden bahsetsem yalan söylemiş olurum. Onların bir kıymeti olmaz. 

İnsanın her yazısı kendinden, benliğinden bir parça olmalı, nasıl ki bir kuşun kanatlarından bir tüy koparabilirsin, bir çuval parçası değil. Bu tüyle kuş arasında ne kadar sıkı muhabbet varsa yazılarla muharririn arasında da öyle bir münasebet olmalı. 

Cahit Sıtkı Tarancı, 16 Nisan 1931. 

(Evime ve Nihal’e Mektuplar, Can Yayınları, Hazırlayan: İnci Enginün)

* Fotoğrafta, Cahit Sıtkı ve kardeşi Nihal

bu sizin iyiliğiniz için

Bugün Ralph Keyes’in Hakikat Sonrası Çağ’ında nefis bir cümle okudum. Kulaklara küpe. Net düstur. Basit. 

"Birisi herhangi bir eylem hakkında, “Bu sizin iyiliğiniz için” dediğinde, bu genelde sözü söyleyenin kendi iyiliği içindir."  (Çeviren: Deniz Özçetin)

*
Ama hadi günü tek bir cümleyle kapatmayayım; tamamen sizin iyiliğiniz için bir link paylaşmak isterim: Cabinet Magazine.

Ciao.

kahve, berber ve gazete

Canım Wim Wenders’in nefis filmi Berlin Üzerinde Gökyüzü’nde (Der Himmel Uber Berlin), insan olmak isteyen melek (Bruno Ganz) diğer meleğe (Otto Sander), isteği gerçekleşirse ilk gün yapmak istediklerini anlatıyor:

Kahve içmek, bir Türk berberine gitmek ve parmakları mürekkepten kararıncaya kadar gazete okumak…  

Beni bulursa, arkadaş oluruz. 

üçümüz de öküzlerin yanında durduk

Halide Edib Adıvar’ın Ateşten Gömlek’ini okuyorum. Çocukken okuduğumu sanıyordum, okumamışım. Türk’ün Ateşle İmtihanı’yla karıştırdım besbelli. 

Bu yaz Vurun Kahpeye’yi de ilk defa okumuş; hayal kırıklığına uğramıştım. Şöhretinin arkasında bir eser. Ama Ateşten Gömlek başka; çok iyi yazılmış. İçinde şu eski usul ama capcanlı, benim hep sevdiğim tarzda pasajlardan bolca var. Halide Edib, 1922'de tefrika edilen kitabı, Kurtuluş Savaşı'nın harareti içinde, takır takır yazmış. Okudukça okuyası geliyor insanın. 

Kandıra’da üçümüz de öküzlerin yanında durduk, denize son defa baktık. İzmit Koyu iki tarafın yumuşak, zeytunî yeşillikleri ortasında mavi ve mesut kıvrılıp beyaz İstanbul’a gidiyordu. Bunu gözlerimizle takip ederken Seyfi ve ben ağladık. Onun gözleri kuru ve ateşli idi. Ben ilk defa bu memleket ıstırapları içinde İzmir’den evvel İstanbul’u görüyordum. Gözümüzle küçük, dar denizi selamladık, öptük, ayrıldık. 

bir sosyal medya gazetesi kurulur mu?

Herkesin kafası farklı çalışır. Yazarken de okurken de. Şunu artık anladım; internet sitelerinden ya da sosyal medyadan haber okumak bana çok yaramıyor. Zihnimi alıştığım gibi çalıştırmıyor. Bana gazete lazım. Maalesef alıp okuyacak çok fazla örnek de kalmadı artık.

Her neyse, bir süredir Gazete Pencere okuyorum. İyi de geldi doğrusu. Düzgün bir alternatif. Tavsiye ederim.

Bir dileğim var. Hayata geçebilecek bir dilek mi bilemem ama yine de var. Sosyal medyadan yıldım ama iş icabı, ‘nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa’, memleketi, hayatı takip etmem lazım. Sadece iş değil, merak da var. Sevdiğim, saydığım insanların düşündüklerini, paylaştıklarını görmek istiyorum ama Twitter’da, Instagram’da, keçiboynuzu misali, azıcık lezzet için bin türlü hoyratlığa, densizliğe, gereksizliğe de katlanmak artık zor geliyor. 

Talebime dönersek… Merak ettiğim hesaplardan günün düzgün, komik, ilginç vs paylaşımlarını ‘bir gazete formatında’ (evet, önemli kısmı burası; gazete formatında) okumak isterdim. İyi, kafama göre bir kürasyon yani. Tamam, yüzde yüz kafama göre olmasa da olur; keşiflere de açık kalsın… 

Kısacası, sosyal medyaya girmeden, sosyal medyanın ilgilendiğim taraflarını bir gazete formatında görmek istiyorum. Evet.

Sanırım zamanın ruhuna epey aykırı, biraz naftalin kokan bir şey yazdım. Dilekçeyle ya da telgrafla da başvursam olurmuş. 

Ne yapayım, böyle. 

koyu kahve şarkıları



Bisikletle sokaklarda turluyorum. Bazen ergen gibi. Kulağımda White Stripes’ın ilk albümü. Bu (şimdi eski olan) ikiliyi çok seviyorum. Hafiften ham denecek kadar sade, hatta çiğ, katır kutur bir müzik yapmışlar. Koyu, ağır bir fincan kahve gibi. Farklı sebeplerden koyu kahveye benzettiğim müzikler arasında onlar da var yani. 

Başka kim? Mesela Tom Waits. 

Mesela Türk Lokumuyla Tatlı Rüyalar’da Mazhar Alanson…




kimse müzikten söz etmiyor


Türkiye giderek içine kapanıyor. Bu cümleyi hep kuruyoruz ama her kurduğumuzda bir eşik daha atlanmış oluyor. Kapıları pencereleri sımsıkı örtmeye acaba ne kadar kaldı? 

Sonuçları var bu halin: Bunca sıkıntı, tutuklama, depresyon, hukuksuzluk, intihar yaşanınca, insanlar işlerinden atılınca, KHK’lılar diye bir kavram hayatımıza girince, bilime set çekilince insanın canı dışarıdaki güzel, hoş şeylere bakmak da istemiyor. 

Bakan da baktığını göstermek istemiyor. Komşusu açken tok yatanın utanması gibi. Utanıyorsa tabii.

Bunları gördüğümüz veya görmediğimiz yer sosyal medya. Eh, ortada bir basın da kalmadığına göre, New York Times’ın kendini tanımladığı şekliyle, ‘kendi kendiyle konuşan ulus’un karşılığını en çok sosyal medyada buluyoruz.

Orada konuşmadıklarımıza gelince… Bu çok, çok uzun bir konu. Kısa keseceğim. Sosyal medyada güzel şeylerden konuşma oranı sanırım azaldı.

“Şu film güzeldi”, “Aman bu kitabı okuyun”lar giderek buharlaşıyor. 

Ama en çok müzikten gitti. Nedenini bilmiyorum, kimse müzikten söz etmiyor artık. Film, kitap yine var da (belki görsel yanları da olduğu, fotoğrafa geldikleri için); müzik konuşan pek yok. 

Geçen ay Elbow albüm çıkarmıştı. Klasik Elbow albümü, net, rahat. Bugün de Tindersticks…  Kapalı, gri Kasım günleri gibi kapalı, gri… Olması gerektiği gibi… Spotify söylemese, fark etmeyeceğim. 

Eskiden bu haberi son ben duyardım, bana gelene dek herkes on defa dinlemiş, on defa anlatmış olurdu. 

Artık kimse bunları anlatmıyor. Azar azar azalıyoruz.

PS: Video, albümden 15 gün evvel yayımlanmıştı. Pinky in the Daylight. Albümdeki ilk favorim de bu. Doyamıyorum bu şarkıya. 

kendini iyi biri sanmak

Büyük yazar Tolstoy, Anna Karenina’ya fişek gibi bir cümleyle girer: 

“Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”

Hikâye değeri olan mutsuzluktur. Sıkıcıdır mutlu aileler. Tolstoy haklı, biz dramayı severiz. Korku, mutsuzluk, kötülük üzerine konuşmadan duramayız. 

Ya iyilik? Tolstoy’un saf iyilik üstüne eseri İnsan Ne İle Yaşar, Anna Karenina’dan çok sonra gelir. Demek ki bir yerde, iyilik de sıkıcıdır. 

*

Hem hepimiz iyi birer insan değil miyiz? Yalan söylemeyi sevmeyiz, iş yaparken hakkını veririz, muhatabımızı bile isteye yanıltmayız, bir yerde zulüm görürsek tabii ki zalimin değil mazlumun yanında dururuz. Dik dururuz, eğilmeyiz, korkmayız. Şüphe var mı?

Kendi çıkarımızın başkasının hakkına gölge düşürme ihtimali doğduğunda, o çıkardan vazgeçip o hakkı savunuruz. Aksini düşünen çıkar mı?

Vatanımız milletimiz ailemiz değerlerimiz prensiplerimiz davamız partimiz, bizim diye tanımladığımız ne varsa hepsine acayip bağlıyızdır. Eh, tabii ki öyle olacak değil mi?

Geçelim bir kalem.

*
Kieslowski’nin ilk filmlerinden Yara’dan (Blizna) daha evvel burada bahsetmiştim. Unutamıyorum o filmi, beni çok etkiledi. Orada tanıdığım Franciszek Pieczka’nın oyunculuk dersi gibi performansının da bunda katkısı var. 

Film, parti tarafından atanan bir fabrika müdürü üzerinden sistemi, toplumu, fabrikayı, devletin işleyişini, halkın derece derece yükselen tansiyonunu anlatıyor görünüyordu. Ama üzerinde düşündükçe esas hikâyenin başka yerde olduğunu fark ettim. 

Kieslowski filmde, topluma faydalı, iyi bir insan olduğunu düşünen birini anlatıyordu. Kendini iyi biri sanan bir kahraman… Ama biz görüyoruz işte; ne ailesine ne topluma faydası dokunan, esasen kendi çıkarlarını, şanını şöhretini gözeten, iyi bir vatandaş olarak tanınmayı dileyen ve kendini sahiden de iyi gören bomboş bir herifti filmin resmettiği. Filmin ismindeki gibi bir ‘yara’sı varsa toplumun, o kahraman açıyordu. Topluma hizmet etmiyordu, ondan faydalanıyordu. Her koşulda aldığı, verdiğinden çok daha fazlaydı. 

*

Çok ama çok zor… Anlatması da zor bunu, yayması da. Tolstoy’un resmettiği mutsuzluğu dinlemek isteyen çok kişi var. Ya bu çok tanıdık, çok bildik, çok sıkıcı, çok gereksiz görünen, ‘iyi falan olmayan iyilerin’ hikâyesini dinlemeye kim talip?

Kendini iyi biri sanan bir insanın içindeki boşluğu, kendini derin gören birinin hakikatteki süfliliğini kim okur, kim seyreder?

Ama bu bizim hikâyemiz… ‘Kötü’ kötülerin, ‘mutsuz’ mutsuzların, ‘berbat’ berbatların, yani bizden başkalarının hikâyeleri değil, işte bu bizim, kendini iyi, merhametli, vicdanlı insan sananların ama iyilikle çok da alakası olmayanların ‘sıkıcı’ hikâyesi.

Biz buyuz. Bu kadarız. Yoksa binlerce kişilik toplumumuzdaki hepi topu üç dört kötü insanın hakkından gelirdik herhalde. 





herkesin ilerisinde

Kazuo Ishiguro, 2017’deki Nobel konuşmasında ondan özür dilemişti: “Hep Margaret Atwood’un ödül almasının çok yakın olduğunu düşünmüştüm. Halen öyle düşünüyorum. Öyle umuyorum.”


PS: Observer’ın eki The New Review,  'Damızlık Kızın Öyküsü'nün devamı ‘The Testament’ çıkmak üzereyken (9 Eylül’de yayımlanıyor) “O, herkesin ilerisinde” diyerek, harika bir fotoğrafla Margaret Atwood’u kapak yapmış. (Fotoğraf Bryan Adams’ın). 

PS 2: Bu sene Nobel Edebiyat Ödülü yeniden veriliyor. Hem de iki defa... Biri ona, diyelim. 

gönül burcunda doğanlar

Gülten Akın, Şiir Üzerine Notlar’da (1996), Murathan Mungan ile seksenlerin başındaki ilk karşılaşmasını anlatıyor. İki kuşağın iki büyük şairi… O yıllarda Akın şiirini kurmuş, inceltiyor. Mungan kendi uzun yolunun başında sayılır.

Bu hatıranın içinde ikisi de ne kadar güzel; Akın’ın söylediği gibi nasıl da ışıl ışıllar. Neden bilmiyorum, Gülten Akın’ın anlattıkları da yazdıkları da bana hep o kadar yakın, o kadar yakın geliyor ki, şu karşılaşma kendi hatırammış gibi burnumun direği sızladı. 

“ (…) Sanırım bir fuardı. Ankara’da. Yine sanırım 1980’lerin başında. Yüksekçe bir yere oturtmuşlardı beni. Önümde bir masa. İmzanın seyrekleştiği bir sırada geldi. Kendini tanıttı. Yanımdaki sandalyeye ilişti. Murathan Mungan’dı. O günlerde Devlet Tiyatrosu’nda olmasa gerek, AST’ta sahnelenen oyununa çağırıyordu beni. Davetiyemi verdi. Arandığım için sevinmiştim. Işıl ışıl bir güzellikteydi. Bir de, ‘Yadigâr’ adlı şiirinde başkasına söylediğini ona çevirerek diyorum ki, gönül burcunda doğanlardandı.” 

Yeniden Murathan Mungan okumalı. Burada şimdilik, en sevdiğim şarkılardan biriyle analım. Sözler onun tabii ki. O muhteşem Yeni Türkü-Murathan Mungan ortaklığının belki de en olgun meyvesi.  




kieslowski'nin yarası

Yara (Blizna) isimli Bir Kieslowski filmi izledim. MUBİ’de. Üstadın ilk uzun metrajlı işiymiş. Senesi 1976. Polonya’nın ücra bir kasabasına inşa edilen bir gübre fabrikasının toplumda açtığı yarayı anlatıyor. 

Binlerce yıllık ormanlar kesiliyor; yerlerine binalar, lojmanlar dikiliyor. 

Kendi halinde yaşayıp giden kasaba, önce bir bacaya, sonra dumana dönüşüyor. Duman oluyor kasaba. Kelimenin her anlamıyla. 

İnsanlar işsiz, toplum fakir, çelişkiler keskin. Devletlüler, ileri gelenler fabrikayı istiyor; canla başla savunuyor. Bir kısım da diyor ki; fakiriz ama sağlıklıyız; ağacımız, ormanımız ergin; çiftimiz çubuğumuz diri. Bildiğiniz tartışma… Kieslowski usta, işin burasını neredeyse bir belgesel gibi çekmiş. Zaten bir gazeteci gözü ve kamerası marifetiyle ara ara dahil de oluyor kurguya. 

Bizden farkı, işlerin Doğu Bloku’nda geçmesi. Devlet “ol” dediği zaman; tartışmasız, muhalefetsiz fabrikanın istenen yere inşa ediliverilmesi. “Yanlıştır bu” diyenler, parti kanallarını kullanıyor; fabrika müdürünün yani devletin yüzüne söyleyeceğini söylüyor (Uygulayıp uygulamamak devlete kalmış). Biraz daha muhalif olanlar geceleri çıkıp duvarları yazılıyor, fabrikayı istemediklerini haykırıyor. Gizlice. 

Bizden farklı olmayan kısmı, işlerin bizde de üç aşağı beş yukarı böyle yürümesi... 

Devletin, partinin ya da birilerinin “ol” dediklerinin oluvermesi… Şeffaf olmayan ihalelerle, toprağın, mesela altın arayanlara peşkeş çekilmesi. Yerel halkın isteklerinin dikkate alınmaması. “Kalkınalım kalkınalım” derken bazılarının fazla kalkınması. Muhalif olanların sesine bir yere kadar müsade edilmesi, sonra o seslerin bir şekilde kısılması. Gerek görüldüğünde aynı muhaliflerin “vatan hainidir” deyip halkın önüne atılması… 

Yara her yerde aynı. 

cemiyetimiz neşesizdi

" (...) Herkes bilir ki, bir saat ya geri kalır, yahut ileri gider. Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar imkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir; meğer ki durmuş olsun. Fakat burada iş şahsîleşir. Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır. Meselâ, benim çocukluğumun geçtiği Abdülhamit devrinde cemiyetimiz neşesizdi. Başta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmişti. O zamanın vapur düdüklerinin acılığını, hüznünü, keskinliğini benim yaşımda olanların hepsi bilir.  (…) Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler." 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar


PS: Geçen aynı kitaptan bahsederken, grafik tasarımcı Ethem Onur Bilgiç’in illüstrasyonunu kullanmıştım. Bu güzellik de onun. 

ramen 101

Güzel film Tampopo hakkında geçenlerde yazmıştım. Başka neler yazılmış diye bakınırken, maalesef artık faal olmayan bir blogda (Çaylak Aşçı), filmdeki bir diyaloga rastladım. Ramene giriş dersi olarak da okunabilir. 
“ (...) Güzel bir günde… 
İhtiyarın biriyle dışarı çıkmıştım.
Tam 40 yılını ramene adamış biri.
Bana ramen yeme adabını gösteriyordu.

- Üstadım önce çorba mı, erişteler mi?
- Önce tüm kâseyi gözlemle.
- Tamam efendim.
- Biçimine takdir göster. Kokusundan zevk al. Yağ taneciklerinin mücevher gibi parıldayışını, şinacku köklerinin ışıltısını, deniz yosunlarının hafifçe batışını, taze soğanların yüzüşünü seyret.”

Devamını şuradan okuyabilirsiniz. 

Düşünüyorum da, bu en çok bizim Elif’in (Türkölmez) hoşuna gider. Blog gibi kullandığı nefis Instagram hesabını bilmeyen varsa, eksiğini tamamlasın. O da burada.  (Elif Türkölmez'in 'Ormanın İçinden, Denizin Kıyısından' isimli kitabını da hararetle öneririm. Google Play'de var.)

PS: Yalnız o afiş!

koskoca sait faik muhabirlik yapamaz mı?



Aziz Nesin, anılarında Sait Faik’in ‘başarısız’ gazetecilik macerasını anlatıyor. İnsanlar “koskoca Sait Faik muhabirlik yapamaz olur mu” diye şaşırıyormuş. Nesin, neticede başaramadığını, çünkü Sait Faik’in gazeteciliğin usulünü, geleneğini, haber dilini bilmediğini yazmış.

Sait Faik’in de gazeteci diliyle haber yazmasına gerek mi vardı?  Bıraksalarmış da, kendi üslubunca muhabirlik yapsaydı. Peki ya o güne dek Semaver’i, Sarnıç’ı, Şahmerdan’ı yazıp yayımlamış olan Sait Faik’i bir ay stajyer gibi çalıştırmak! 

Türk basını ne zaman çıtayı bu kadar yükseğe koymuş; bana çok tuhaf geldi.  

Nesin’den okuyun, kendiniz karar verin: 

Fıkra yazarı olduğum Tan gazetesinin iki sahibinden biri olan Halil Lütfi Dördüncü’ye, Sait Faik’i gazeteye alması için rica ettim. Halil Lütfi, gazetede Sait’in bir ay stajyer olarak para almadan çalışmasını, bu deneme sonunda beğenilirse muhabir kadrosuna geçirilebileceğini söyledi. Sait, gazetenin muhabirler salonunda beni bekliyordu. Haberi verdim, çocuk gibi sevindi. Hemen o gün çalışmaya başladı. Gazetenin Beyoğlu muhabiri olmuştu. Ayrıca, gazetenin sekreteri her sabah iş defterine muhabirlerin o gün yapacakları görevleri de yazar, muhabirleri o görevlere gönderirdi. Kırk yaşındaki Sait Faik, hikâyeciliğinin doruğuna erişmişken, bir gazetede stajyer muhabir olmuştu, başarırsa kadroya geçecekti. Hayır, başaramadı. 

Halil Lütfi, çok kişiyi para vermeden stajyer diye gazetesinde bir ya da iki ay çalıştırıp sonra işe almamıştır. Sait Faik’e böyle yaptığını sananlar vardır. Hayır, böyle olmadı. Sait Faik, gerçekten gazeteciliği başaramadı. Bu yüzden Halil Lütfi’yi kınayanlar çok olmuştur. Koskoca Sait Faik, muhabirlik yapamaz olur mu, bir gazete haberi yazamaz mı hiç, diye şaşanlar çoktur. Ama böyle düşünenler, kendileri bir gazete sahibi olsalardı, Sait Faik’i muhabir olarak gazetelerinde çalıştırmazlardı. Çünkü gazete haberi yazmak bir kalıp iştir, görenek ustalığına dayanan bir iştir. Sait, gazete haberi için gerekli bütün bilgileri topluyor, ama bunları bir gazete haberi biçimine sokamıyordu bir türlü. Yapmak istemiyor değil, gerçekten yapamıyordu. Yazıp sekretere verdiği haberler gazetede yer almıyor, Sait de buna çok üzülüyor, hırçınlaşıyordu. Çünkü yazdığı haberler gazeteye ne denli çok girerse, kadroya alınması ihtimali de o denli çok artardı. Yazdığı haberleri, gazeteye girmesi için düzelttiğim çok olmuştur. Ama Sait’in bu yüzden bana çok kızdığını, ancak yıllar sonra, bu duygusunu açıkladığı zaman anlayacaktım. 

Aziz Nesin -  Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim



eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...