amsterdam notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
amsterdam notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki turistlerle beraber Belçika usulü patates kızartmamı bekliyorum. Değiyor beklemeye.

Geçen yine uğradım. Kuyrukta sıra bana gelince, önümdeki turistlere uyup ben de İngilizce sipariş verdim. Bu patatesçinin bir numarası da güzel sosları. Yukarıda görünür bir yerde envai çeşit sosun ismi yazıyor. Baktım, benim çok sevdiğim yeşil biber sosu yok. 

“Artık yok mu” diye sordum. 

“Maalesef” dedi kadın. “Bir süredir yok.”

Hayıflandığımı görünce, “Biz de onu seviyorduk ama elimizde değil” dedi.  
“Neden” diye sordum bu defa.

“Hımmm” diye düşündü. “Nasıl anlatsam ki, İngilizcesini bilmiyorum o kelimenin” dedi.
Döndü, küçücük dükkânın dibinde, elinde tava patates kızartan arkadaşına sordu. Nasıl anlatabileceğini… Ben o sorarken meseleyi anladım ama ne yapalım, şimdi bir defa İngilizce sormuş bulundum; anladığımı söylersem anlamsız olur! Karışmadım... 

Tavalı arkadaş da bilemedi. 

Pes etmediler ama. Doğru çeviri için cep telefonuna başvurdular. Sonra yüzü aydınlandı kadının; “hah” dedi:

“İflas… Sosu yapan firma iflas etti!” 

Şimdi yeni bir sosçu arıyorlarmış.


ajax'ın görünmediği tek yer

Dino'nun yüzme kursunun yanında bir bar var. Ya da bir kafe. Hollandalıların deyişiyle bir "kroeg"; hem bar hem kafe. İstersen peynirle şarap istersen kahveyle bisküvi. Günüyse de Ajax maçı.

Dün kroeg'a girdiğimde maç açıktı. Yedi sekiz kişi barın tam karşısında duran televizyondaki yayını pür dikkat izliyordu. Durum nedir diye gidip baktığımda ağzım açık kaldı. Bu sene zaten pek kötü giden Ajax, kırk dakikada iki tane yemiş bile. Biraz sempatim de var takıma, "hadi ya" der gibi dudak bükerken, televizyonun tam altında birinin oturduğunu fark ettim. Yaşlı bir kadın sandalyesini o stratejik noktaya konuşlandırmış, maçı izleyenleri izliyordu. Gruba yeni katılan beni de süzdü, içini çekti ve şaşkınlığımı, "ne yaparsın, işte böyle, berbat bir maç" der gibi karşıladı. Der gibi de değil, tam olarak böyle dedi: Berbat bir maç...

Maçı izlemedim. Ama ara ara skora bakmaya gittim. Kadın hep orada, sırtını maça dönmüş, seyircileri izleyerek oturuyordu. Ve hayıflanıyordu... 

Peki neden orada oturuyordu? Dedim ya, Ajax bu sene epey kötü. Acaba kadın iyi bir Ajax taraftarıydı da bu berbat oyunu mu görmek istemiyordu? Klasik hikâyedir; Fransız yazar Maupassant, Eyfel Kulesi'nden nefret edermiş etmesine de öğle yemeklerini hep kuledeki restoranda yermiş. "Madem sevmiyorsun neden hep buradasın" diyenlere de "çünkü Paris'te Eyfel'in görünmediği tek yer burası" dermiş. 

Acaba yaşlı kadın, mekânda Ajax'ın görünmediği tek yere mi oturmuştu?

*

Ajax, maçı 3-2 kaybetti; neredeyse son saniyede bir şutu çizginin epey içinden çıkartıldı ama VAR incelemesinde yine de çizgiye temas var diye golü verilmedi. 


dinlerken

Hollandaca’da okuduğumu anlayabiliyorum ama konuşması biraz zor. Çarşıda pazarda işimi görüyorum, Dino’nun arkadaşlarıyla falan anlaşıyoruz ama ötesi insanı yıpratıyor. Şimdi bir ofiste çalıştığımdan, ofistekilere de benle olabildiğince Hollandaca konuşun dediğimden, biraz daha gayret sarf ediyorum. Yine de zor. 


Çevremdekilerin hepsi okumuş yazmış insanlar. Kelimenin tam anlamıyla öyleler. Yazarlar, gazeteciler, çevirmenler… Konuşuyorlar, dinliyorum. Konuşmaktansa dinliyorum. Yalnız bugünlerde şunu fark ettim. Bazı insanları anlaması çok kolay. Çok düzgün, kurallı ve tane tane konuşuyorlar. Bazılarıysa hakikaten zorluyor. Çok ağızlarının içindeler, kuralsızlar, gelişigüzeller. Yazar çizer olsalar da… Konuşurken cümlelerin ne başı var ne sonu…


Sanırım ben de bu ikinci gruba dahilim. Türkçe konuşurken de…

küslübürtün

 14 Mayıs 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı



Kasabada sadece iki mahalle vardı. Aşağı mahalle, yukarı mahalle. Ortalarındaysa içine birkaç sevimli çocuk heykeli serpiştirilmiş, alabildiğine yeşil bir park. İki taraftaki iki köprü, kanalları aşıp, parkı mahallelere bağlıyordu. 


Bu küçük Hollanda kasabasına ilk defa gelmiştim. Yumuşak ışıklı, tatlı bir ikindiydi. 


Burada inzivaya çekilip yazdığını söyleyen ama bana kalırsa parkta aylak aylak gezinmediği zamanlarda penceresinin önünde oturmaktan başka bir iş yapmayan bir yazarla görüşmem henüz bitmişti. Bir “söyleşi” yapmak istemiştim ama bu huysuz adamla birkaç beylik cümlenin ötesine geçememiştik. Canım sıkkındı. Neyse ki hava güzeldi; Amsterdam trenine binmeden önce, kasabanın sokaklarında, yumuşacık ışığın vurduğu geniş pencereli tuğladan evlerin arasında biraz dolaşmak istedim. 


İstasyon tarafındaki mahalledeydim; bir örnek sokakları çabucak arşınlayıp bitirdim. Üzerine yağan ışık kadar güzel bir kasaba değildi. Trene daha vakit vardı, bir de karşı tarafa geçeyim dedim. Köprüyü aştım, parkı boydan boya yürüdüm ve diğer köprüyü de atlayınca kendimi yine neredeyse aynı sokakların içinde buldum.


Ayaklarım gerisin geriye istasyona yürümek ve bu tuhaf, sıkıcı kasabayı bana sonsuza dek unutturmak istiyordu ki onu gördüm. 


Bir bahçe çitinin üzerine konulmuş, ardındaki yaşlı bir incir ağacına derme çatma sabitlenmiş, zorlukla ayakta duran minik bir kitaplık…


Buralarda sık görülen, insanların okudukları kitapları koyup yenilerini aldıkları, benim de sıklıkla güzel kitaplar keşfettiğim mahalle tipi bir değiş tokuş kitaplığıydı. Hepi topu birkaç raftan ibaretti, raflar da tıklım tıkış kitap doluydu. En üst rafa çakılmış küçük tahta levhada “Pablo’nun Kitaplığı” yazıyordu.


İncelemek için yaklaştım. Çoğu İngilizce’ydi ve Güney Amerikalı yazarların kitaplarıydı. Eduardo Galeano’dan Latin Amerika’nın Kesik Damarları; Gabriel Garcia Marquez’den “Başkan Babamızın Sonbaharı”, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”; Mario Vargas Llosa’dan “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”, “Julia Teyze”, Julio Cortazar’dan “Seksek”, daha bir dolu kitap… 


Trende okurum diye ince kitap “Palomino Molero”yı çantama atıyordum ki birisinin, İngilizce “nihayet” dediğini duydum.


“Nihayet birisi buradan kitap aldı.”


Ufak tefek, bembeyaz saçlı, sopa yutmuş gibi dik duran, yaşlı bir kadın bahçe kapısına çıkmış beni seyrediyordu. Elinde bir kadeh kırmızı şarap… Hırsızlık yaparken yakalanmış gibi utandım. 


Utanıp utanmamam kadını pek ilgilendirmiyordu. Neşeyle devam etti: “Kitaplar bir aydır orada duruyor, her yağmurda içeri taşıyorum, güneş açınca getiriyorum, bakıyorum hiç eksilmiyor. Her getirip götürdüğümde kitapları değiştiriyorum. Her defasında yeni bir koleksiyon yapıyorum. Kitap okuyan yok herhalde diyecektim ki tam, sen çıkageldin…” 


Ben anlamaz gözlerle ona bakıyor olmalıydım ki bir iki saniyeliğine durdu.


“Hahah, ‘nereden çıktı bu deli’ diyorsun değil mi? Olsun, alıştım ben bana deli demelerine. Gerçi bu kasabada delilik bile yapılmıyor, hiçbir şey kimsenin umurunda değil.”  


İşte bunu anlamıştım. Hakikaten de sıkıcı, ruhsuz bir yerdi. 


Kadın elindeki kadehi bana uzattı. “Gel” dedi, “biz yarın gidiyoruz buradan, bahçede parti veriyorum, katılır mısın?” Cevabımı beklemeden dönüp bahçe kapısını açtı.


Sesinde hafif bir Alman aksanı olduğunu ancak “gel” dediğinde fark etmiştim.



*


Beraberce bahçeye girdik. Büyük bir parti değildi. Hatta bir parti bile değildi. Bir bahçe masasının üzerinde bir şişe şarap, bir küçük pasta ve benden başka tek bir katılımcı daha: Tekerlekli sandalyesinde oturan, yüzü derin çizgilerle dolu, yaşlı bir adam… Beni görünce bir şey söylemedi ama sanki yüzünden gülümsemeye benzer bir gölge gelip geçti. 


“Kadim dostum Herman” diye bizi tanıştırdı kadın. Sonra Herman’a döndü ve yüksek sesle; “bu genç adam da kasabanın tek okuryazarı” dedi. “Bendeniz ise Sophia.”


Gülümsedim. “Pek genç değilim” dedim. “Bu kasabadan da değilim.”

 

“Tahmin etmeliydim” diye tatlı tatlı güldü Sophia. “Neredensin peki?”


“Türküm” dedim. “İstanbul’dan geldim.”


“Ahh” dedi kadın… “Dünyanın en güzel şehrinden geldin yani.”


En azından bu defa tutturmuştu. 


*


Sonra anlattım. Kendimi anlattım. O kasabada görüşmeye çalıştığım yazarı anlattım. Derdimi anlattım. Sophia da kendi hayatından bahsetti. Doğu Berlin’de doğup büyümüş bir Alman’dı. Müzisyendi. Duvar yıkıldıktan sonra, meraktan Berlin’e gelen İspanyol eşiyle tanışmış ve birkaç gün flörtten sonra birbirlerinden ayrılamacaklarını anlayıp beraberce İspanya’ya dönmüşlerdi. Pablo isimli adam maceracı ruhlu bir antikacıydı; yıllar içinde dünyada dolaşmadık yer bırakmamışlardı. Çok uzun yaşamamıştı İspanyol; hızlı ve tatlı geçen yılların ardından eşi Sophia’ya maceracılığını ve epey değerli birkaç el yazması kitap miras bırakmıştı. Onun ardından, Sophia da oradan oraya seyahat etmiş; piyano, gitar, keman dersleri vererek geçinmişti. Günün birinde kocasından miras kalan elyazmalarını epey yüklü bir fiyata satmış ve onlarla Madrid’de bir kitabevi açmıştı. Pablo’nun Kitaplığı... Derken o günler de geçmişti, Sophia kitabevini kapatmış, Picasso’nun doğum yeri Malaga’da yaşamaya başlamıştı. Kuzeydeki bu kasabaya, arkadaşı Herman’ı sıkıcı evinden kurtarmaya, onu güneye, düzgün bir yaşlılar evine taşımaya gelmişti. Eşyalarının çoğunu tasfiye etmişti bile; kitapları da incir ağacına tutturduğu “Pablo’nun Kitaplığı” marifetiyle ufak ufak dağıtmaya çalışmıştı. Herman kütüphanesinin boşaldığını görmek istemiyordu. Sophia söylememişti ama bana ikisinin arasında arkadaşlıktan biraz fazlası var gibi gelmişti. Hiç değilse bir zamanlar…


İkinci kadeh şarap bitmişti. Herman da uyuklamaya başlamıştı. Kalkmak için izin istedim.


“Biliyor musun” dedi Sophia; “deminden beri hafızamı yokluyorum, bildiğim Türkçe bir iki cümle var, söyleyeyim mi?”


Ne olduğunu tahmin ettim. Teşekkür ederim, güle güle, merhaba… Yabancıların bildiği standart cümleler.


“Söyleyin tabii” dedim.


Kendini birdenbire belli eden, ağır bir Almanca aksanla hiç beklemediğim sözler döküldü ağzından:


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Bakakalmıştım. Hafiften horlayan Herman’ın bile sanki sesi kesilmişti.


“Küslübürtün”den öğrendim dedi Sophia muzipçe. 


Küslübürtün mü? Dadaloğlu bu, belki Karacaoğlan.... Küslübürtün diye mi biliniyorlar Almanya’da? Kim Küslübürtün?


“O kim” diye sordum. 


“Nasıl yani” dedi Sophia. Şaşırma sırası ondaydı. “Tanımıyor musun Küslübürtün’ü? Her Türk bilir onu. Aa bilmez mi yoksa? Dil cini Küslübürtün.”


Bomboş bakmaya devam ediyordum. 


“Franz Fühmann’ı tanır mısın peki” diye sordu. 


Onu da tanımıyordum.


“Yazar. Doğu Almanyalı. Anne babamın arkadaşıydı. Evimize çok girip çıkardı. Ben üniversiteyi bitirince araştırmalarında yıllarca ona yardım ettim. Mitoloji, dinler, masallar. Muazzam bir bilgisi vardı. Onun kitabı. Die Dampfenden Hälse der Pferde im Turm von Babel… Babil Kulesindeki Atların Tüten Boyunları. Küslübürtün, işte o kitabın kahramanıdır.”


Hiç duymamıştım. Franz Fühmann… Kimdir, nedir diye soracakken tam, Herman’ın başı önüne düştü, canı yanmış gibi gözlerini kocaman kocaman açtı. Sophia, ona “tamam içeri geçiyoruz” der gibi tatlı tatlı güldü. Sonra bana döndü ve “gazetecisin, araştırırsın” dedi. 


El sıkıştık ve birbirimizin kısacık bir süreliğine dahil olduğumuz hayatlarından çıktık. 


*


Dönüş yolunda “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”yü okumadım. Franz Fühmann hakkında okudum.


1922-1984 yılları arasında yaşamış Doğu Alman yazar. Gençken Nazi, sonra komünist. Derken sosyalist rejimin kıymetli yazarı, sonra rejime de muhalif… Tiyatro oyunları, denemeler, romanlar, çocuk kitapları her şeyi yazmış. 


Bir de Küslübürtün’ü yazmış. Dünyanın en ilginç roman kahramanlarından birini…


Küslübürtün, Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan fırlamışa benzeyen bir cin. Ama korkutucu değil, ufak tefek ve dost canlısı; üzerinde çimen yeşili bir şalvar, ayaklarında yeşil terlikler var. Yosun yeşili kuşağından deniz yeşili kabzalı eğri bir kılıç sallanıyor. Sesi berrak, garip bir zil sesi gibi… Yağmurlu bir günde, canları sıkılmış oturan beş arkadaşın arasında birdenbire beliriyor ve onlara hiç bilmedikleri oyunlar öğretiyor. 


Dil oyunları. 


Anagramlar, kafiyeler, ses uyumu… Küslübürtün, Babil Kulesi’nde diğer dil uzmanlarıyla beraber yaşadığını söylüyor ve bazen yanında kendi gibi uzman arkadaşlarını getiriyor. Mesela Schopenhauer’i… Çocuklara masalları, efsaneleri bu arada Brecht’i öğretiyor.


Kendi kökenlerine dair, kendi dilinde tek bir şey söylüyor. Karacaoğlan’ın dizelerini:  


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Çocuklar bu dil oyunlarını çok seviyor…


*


Tren, Amsterdam Centraal’e ulaşmadan bunları öğrenmiştim. Küslübürtün ve dil oyunları, Doğu Almanya’da yaşayan çocukları yıllarda cezbetmişti. Ama ne yazar ne kitap ne de kahraman Türkiye’de, Türkçede var olmuştu.


Yine de bir sürprizle önüme düşmüştü işte.


Uzak ve küçük bir kasabaya gitmiş, huysuz bir yazarla konuşmayı becerememiştim. Sonra bir bahçede derme çatma bir kitaplık görmüş, bir tatlı yaşlı kadınla tanışmıştım.


Sonra da Küslübürtün’le…


Artık tek eksiğim Almanca’ydı. 


*



PS: Küslübürtün ve Franz Fühmann’a giriş için şurası. 






bütün şehir beden eğitimi sınıfı


Dükkânların kapanma serisi devam ediyor. 


Bir dönem, Kadıköy’deki yıllarımızda terzilerin, kırtasiyecilerin, tuhafiyecilerin art arda kapandığını görmüştük. Onların yerine hep üçüncü nesil kahveciler açıldı. Onlar da kapandı; üçüncü nesil kahvecilerin yeni sürümleri açıldı. Onlar da kapandı, İstanbul’un eğlence hayatının en az yarısı Kadıköy’e göçtüğü için tekel bayiler açıldı. 


Amsterdam’da da benzer bir süreç var. Pandeminin ve sonrasının da büyük katkı yaptığı bir süreç. 


Burada da her yer kapanıyor. Terziler, kırtasiyeler, restoranlar, kafeler ve restoranlar. “Tuttu” dediğimiz yerler de kapanıyor. 


Yerlerine tek bir şey açılıyor: Spor salonları. Yani ‘gym’ler. 


Herkes koşuyor. Yemiyor içmiyor üşenmiyor koşuyor. Herkes ağırlık kaldırıyor. Herkes spor yapıyor. Salonda koşmayan parkta koşuyor. En ufak açık alanda, en minik meydanlarda boks dersleri, fitness kursları var. 


Bütün şehir bir beden eğitimi sınıfı gibi. Taytlı, eşofmanlı, kulaklıklı…


Sağlıklı olmakta bir zarar yok ama bu endüstrinin bütün şehri yutması bir tuhaf. 


Yeni bir hayat geliyor…

gelecek günlerin fragmanı

Saat sabahın dokuzu. 

Bir fincan kahve içmek için yolumu değiştiriyorum. İkinci nesil, üçüncü nesil derken herkes artık çok ‘stylish’ kahve yapıyor, tuhaf, kavruk, yanık tatlar. Sevemedim.  


Ama kapı duvar. Sevdiğim yer kapalı. Vitrin camında bir A4: “Personel sıkıntısı nedeniyle kapalıyız.”


Bütün şehir böyle. Avrupa’daki çok şehir gibi. Eleman yok. Hiçbir şey için. 


Vitrindeki not şöyle devam ediyor: "Garson, barista, aşçı ya da müdür olarak çalışmak isterseniz lüften bize haber verin.”


Onlarca kafenin, restoranın kapısında aynı not.


Gelecek günlerin fragmanı.


Açık bir mekân bulup, fazla kavrulmuş bir kahve içiyorum. En azından yapıp getiren biri var. Şimdilik. 


***


PS: Resim Edward Hopper'ın. 

trafikte bir şövalye

Bugün A. ile birlikte trafik ışıklarında beklerken yolun karşısında tuhaf bir bisikletli adamı fark ettik. Tuhaftı, çünkü yüzünün tümü camla kaplıydı. Kaskla güneş gözlüğü arası bir ‘şey’. Işığı kırıyor, yansıtıyor. Üzerinde renklerin oynaştığı bir cam. Ama ne?

Saniyeler sonra yan yana geçerken kendimi tutamayıp adama baktım. O da bana baktı. Gün ortasında, demir maskeli adamla, atının üstünde bir şövalyeyle karşılaşmak gibi bir his. Benim yüzümde ne de olsa bir ufak şaşkınlık ifadesi vardı; adam bunu herhalde görmüştür. Ben onun ifadesini göremedim. Dedim ya, cam… Arabalara çekilen bantlar gibi, koyu bir engel. Ürpertici, tedirgin edici.


A. da daha önce böyle bir maske görmemiş. Ya da böyle bir gözlük… Ya da her ikisi birden. Düşündük: Pandemiye özel mi acaba? Bir tür kask olabilir mi? Ben biraz uçtum: Robocop’unki gibi bir donanım bu, camın gerisinde bir ekran vardır kesin. Adam biraz önce belki beni bir hedefe oturtmuştu. Sonra da ateş etmeye üşenmişti belki. Neyse ki… 


Bu soruları sormak için bir sene gecikmişim. 


İnternette “tüm yüz gözlük” “ayna” vs. gibi anahtar sözcüklerle arayınca buldum. Bu bir güneş gözlüğü. Fonksiyonu, eh işte, güneşten korumak. Sadece gözleri değil bütün yüzü koruyor. Bulduğum ürünler bir sene önce piyasaya çıkmıştı. Belki evveli de vardır. 


Kafamda kurduğum gibi çıkmadı ama. Hayal kırıklığı…


Bir şövalyeyle karşılaşmak gibi değil. Gizemli değil. Beleşten tedirgin ediyor. 


İnsanları saklıyor.


ufak tefek tansiyonlar

Gündelik karşılaşmalara sızan ufak tefek huzursuzluklardan bahsetmiştim. Pandemiyle beraber yayılan hoşnutsuzluk dalgasından… 

Gelip geçicidir diye umalım. 


Geçmeyecek olan, benim bazı konulardaki inadım, belki de sersemliğim. Günlerin köpüğünün yani sürprizlere açık karşılaşmaların dışına çıkıp hayatın az çok sabit insanlarıyla, sürprizsiz yaşananlardan söz açacağım.


Hayatta tuhaf, hiçbir şeye benzemez bir kategori var. Az tanıdığınız insanlar kategorisi… Amorf, tanıma pek sığmayan, ancak kendi içeriğiyle izah edeceğiniz bir kategori bu. Bir defalığına karşılaştığınız birilerini değil de, pek tanımadığınız komşunuzu, çocuğunuzun okulundaki bir veliyi, işinizde asansörde kahve makinesinde sigara molasında selamlaştığınız yan departmandan meslektaşı, arada bir gittiğiniz bir kafedeki az çok bildiğiniz garsonu ya da göz aşinalığıyla tanıdığınız müdavimi, daha böyle beş benzemez birçok insanı içeriyor… 


Hepimizin hayatında var bu kategoriden insanlar. Onlarla havadan sudan konuşursunuz. Nazikçe, kırıp dökmeden… Futboldan hatta siyasetten bahsettiğiniz de olur. Ama karşınızdakinin eğilimini, kimliğini, kültürel kodlarını bilip ona göre konuştuğunuz için bir tartışma yaşamazsınız. Zaten gerek de yoktur tartışmaya. 


Mesele aslında şudur: Konuştuğunuz bu insanları tanırsınız. Üç aşağı beş yukarı da olsa tanırsınız. Kültürel kodlar bunun için var. Nasıl bıyık bırakmış, başını nasıl bağlamış, ne giyiyor, ne okuyor, birinden bahsederken hangi sözcüğü ve ses tonunu kullanıyor. Bunları bilmek pot kırmayı önler; “amaan şimdi ne gerek var”ı getirir, neticede kavgayı gürültüyü, olası tatsızlıkları, tuhaf suskunlukları önler. 


Yıllar geçti ama ben burada, Hollanda’da bu kodların çoğunu bilmiyorum. Hep Türkiye’yle daha ilgili olduğumdan çok iyi öğreneceğe de benzemiyorum. Bir de Amsterdam’da birçok sohbeti İngilizce döndürebildiğim için kodların çoğu ‘lost in translation’ kurbanı… 


Bir kodu iyi öğrendim ama: Doğrudanlık. Ne var ne yoksa doğrudan sormak ve söylemek. Lafı dolandırmadan… Tipik bir Hollandalı özelliği. Çok sevdiğimi söyleyemem, ne de olsa lafı bin dereden getirmeye alışkın bir memleketten geliyorum ama ne yalan söylemeli artık ‘doğrudanlığı’ sık kullanıyorum. 


Bu kadar lafı şunun için sarf ettim. Az önce anlattığım ‘az tanıdığımız insanlar’ kategorisinden kişilerle konuşurken laf dönüyor dolaşıyor Türkiye’ye geliyor. Erdoğan, siyaset, şu bu… Bin tane klişe görüş üstüme boca ediliyor. Erdoğan siyasetinin, AKP iktidarının bin türlü hatasının ülkeye bir görünmez ya da az görünüp şimdilik ele alınmayan zararı bu. Bizi pek tanımayan insanlar, mesela bizim çoğunluk İran’ı gördüğümüz gibi, memleketimizi birkaç boyuttan ibaret görüyor. Baskı, hapis, özgürlük gaspı… Ezberci konuşmakla birlikte, temelde hatalı düşünmüyorlar. Ne yazık ki öyle. Baskın öğeler bunlar. 


Ama tepemin tasını attıran bir konu var. Bu kişiler, kendilerine hiç bakmıyor. Ülkede ırkçılık, faşizm, ayrımcılık dümdüz yükseliyor. Eskiden sadece Geert Wilders vardı; şimdi bir başka lider Thierry Baudet de var, Baudet’nin partisinden ayrılıp yeni hayat yaşayanlar var, merkez sağın ırkçılığa meyilli ama az ses çıkaran kanadı var. Saymakla bitmiyor. Bu sene Hollanda’nın gündemi seçimdi. Tartışmalar sırasında, gazetelerde, TV’lerde o kadar çok ayrımcı söyleme rastladım ki… Özellikle de Türkiye üzerinden. Üstelik Wilders gibileri bunları ‘siyasi özgürlük’, ‘düşünce özgürlüğü’ vs sosuyla sunuyor. İç bulandırıcı bir hal. AKP rejiminin bir ettiği de işte bu: Irkçıdan özgürlük dersi dinletiyor bize. 


Gelelim o az tanınan insanlar kategorisine… Seçim gündeminde, aramızdaki konuşmalarda siyasete çok girildi. Hollanda siyasetine… Ben de hiç sakınmadım kendimi. Wilders, Baudet, diğerleri… Karşımdaki ne düşünüyor, neyi savunuyor bilmeden, söz açılınca bu siyasetçilerin ne aptallıklarını bıraktım, ne çağdışılıklarını. Ne düşünüyorsam doğrudan söyledim. Halen de böyle konuşuyorum. Karşılıklı konuştuğum insanların siyasi aidiyetlerini, kültürel kodlarını falan bilmiyorum. Bazen destek cümleleri geliyor, az da olsa suskunluk oluyor. Neticede ülkede yüzde otuzlara ulaşan bir ‘düz ırkçı’ desteği var. Her üç kişiden biri… Bazılarının arada bir yutkunmasına, belki ya sabır çekmelerine sebep oluyorumdur sanırım. En başta dedim ya, belki bu benimkisi sersemce bir tavır. Ne gerek var yani. Ama bir ülkede yüzde otuz ırkçı parti desteği olup da karşılıklı sohbetlerde sadece çokbilmiş Türkiye görüşlerini dinlemek de adaletsiz. Herkes kendi meselesiyle bir yüzleşsin. 


Uzattım galiba. Ama mevzu bu.


Resim, buraların büyük ismi Piet Mondriaan'ın, 1921.

kaşlar çatılınca, dudaklar büzülünce


Yaz geldi, aşılanma arttı, kafeler açıldı, ayaküstü sohbetler çoğaldı. Bu kısa sohbetler benim hayatta hep aradığım, özlediğim anlardır. Bir dükkânda, kafede, parkta, tanımadık birisiyle herhangi bir şekilde bir araya gelindiğinde açılan kısa ömürlü, kelebek ruhlu sohbetler… Uzun zamandır yapamadım tabii, şimdi yavaş yavaş yeniden havaya giriyorum.


Girdikçe de eski bir zorlukla yüzleşiyorum. Hollanda’ya, en çok da Amsterdam’a özgü bir zorluk bu. 


Burası kafa açısından serbest, etnik açıdan epey karışık bir şehir. Rastlayıp konuştuğum insanlar da genellikle hem dışadönük hem de makul kişiler. Bir standart var. Laf güzel çevriliyor. İki dakikada da siyasete geliyor. Türkiye, Hollanda, şu bu deyip yollarımıza yürüyüp gidiyoruz. 


Ama bazen… 


Bazen yürüyüp giderken aklıma takılıyor. Üstelik artık daha çok takılıyor. Bir dakika, o konuştuğum kişinin sözlerinde biraz fazla mı milliyetçilik vardı? Fazla derken aşırı yani, aşırı derken… Düpedüz ırkçı olmasın bu yahu? 


Ben Wilders falan hakkında atıp tutarken boş gözlerle mi bakmaya başladı? Dudakları mı büzüldü yoksa biraz? Lafı kısa mı kesti? Bir dakika, siyahlar derken kaş mı çattı? Araplar, Türkler derken falan… Türk olduğumu öğrenince o ilk neşesini kaybetti mi yoksa?


İki dakikada anlamak zor. İnsanların başkalarına karşı önyargılı (hadi hemen de ırkçı demeyeyim) olup olmadığına dair önyargıyla hareket etmek de her zaman makul değil. Ama makul insanlar da azalıyor mu acaba? 


Evet, havada bir şeyler var… Pandemiyle beraber daha da çok var sanırım. Bir tortu… Yeni öğrendiğimiz o meşum kelimeyle söylersek, bir müsilaj var… Marmara Denizi’ni saran o deniz salyası gibi yüzeye çıkmadı daha. Aşağılarda bekliyor. Uygun iklim bulursa kendini gösterecek. 


Yine de yaz geldi, kafeler açık, karşılaşmalar arttı. İyi bir şey bu. Belki havayı da dağıtır. 


PS: Bu konuya sonra devam edeceğim sanırım. Aklımı kurcalayan bir iki not daha var. Evvela şu: Acaba hava her yerde mi değişiyor?


Resim: Georges Seurat 

beyaz limuzin

Gece… Bomboş, geniş bulvarda yürürken, yanımdan beyaz bir limuzin geçti. Ağır çekimde, bir ağırlığı yokmuş gibi. Tekinsiz. O kadar sessizdi ki, sanki ayın yüzünde bir başımızaydık. Sürreal bir an. Sevdiğim bir an. Limuzinin kapkara camlarına baktım. Camların ardından bana bakan var mıydı? 

Elimi cebime götürdüm. Gayrıihtiyari. Karanlık gecede silaha davranırcasına, telefonumu aradım. Buldum. Bir fotoğraf çekecektim. Belgelersem bu an gerçek olacaktı. Benim olacaktı.


Vazgeçtim. “Ne yapıyorum ben” diye düşündüm. Neden illa kendime bir kanıt üretmeye çalışıyorum? Neden bir şeyin fotoğrafını çekmezsem gerçek sayılmazmış gibi geliyor? Ne ara kapıldım bu fikre de, ıssız bulvarda, kayıp giden bir limuzinin arkasından bile elimi cebime atıyorum. 


Hayattaki bir minik karşılaşma. Önemsiz ama kendi içinde görkemli bir an. Unutur giderdim. Yaşanmış kalırdı.


Şimdi bunu yazdım. Yine yaşanmış kalacak. Fotoğrafsız da. 



* Resim, Edward Hopper’dan bir ‘gece’si (1921). 

duvarlar arasında

Caddelerde, bulvarlarda dolaşıyorum. Geceleri sessiz, kimsesiz artık.  

Geçen aya kadar, sokaklar virüsü umursamıyor görünen genç insanlarla doluydu. Sarılıyor, kucaklaşıyor, hayatlarına devam ediyorlardı. Ayrıcalıklı bir sınıf gibilerdi. Virüsün ve diğer insanların üzerinde, sağlıklı, dokunulmaz bir sınıf. 


Derken barların, restoranların en geç onda kapanmasına karar verildi. İlk hafta sonu, kendilerini kapı önlerinde, ne yapacaklarını bilmeden bulanlar oldu. Öbek öbek toplandılar, karar vermeye çalıştılar. The night was young. Evlere dağıldılar. Belki birbirlerinin evlerine de. 


Şimdi her yer kapalı. İki haftadır. İlk günlerde açık pencerelerden sigara dumanlarıyla beraber neşeli, sarhoş şarkılar sızardı. Artık o da yok. 


Perdeler çekildi. Her sınıftan insanlar; genç ve yaşlı, sağlıklı ve sağlıksız, gamlı ve gamsız, herkes duvarların arasında. 


Sokaklar boş. Evler dolu. Gece uzun. 



PS: Resim, ağır zamanın ustası David Hopper'ın. 


zorba balkonda



Yürürken kafamı kaldırdım. Koca Amsterdam’ın en Akdeniz apartmanı. “Al, zaten bunu sen hak ediyorsun” diye güneş üstüne yağmış binanın. En ışıklı balkondan bir el sarkıyor. Esmer bir el. Cemal Süreya’nın zurnanın ucunda yeni bir Çingene bulması gibi takip ettim elin bitiştiği yeri. Zorba… Bildiğin Zorba. Kemiklerini ısıta ısıta, güle oynaya, gerçek vatanını bulmuş gibi uyukluyor. 

keşke iki küçük köpek olsaydım


Amsterdam'da işlek bir cadde. Şehrin güzel sineması Kriterion'un hemen üstünde bir apartman dairesi. Kafamı kaldırınca, koca bez pankartı gördüm. Zaten görmemek mümkün değildi. 

"Pencerenin önünde öyle çok sıkılıyorum ki... Keşke birbiriyle oynayabilen iki küçük köpek olsaydım." 

Eve hayat sığdırmak çok zor ama bu pankarta ne çok hikâye sığar. 

kanat alıştırmaları

Okulların önünde küçük kuyruklar var. Anneler babalar, elleri çocuklarının elinde öğretmenlerin kapıyı açmasını bekliyor. Az konuşuluyor. Her zamanki cıvıltı yok. Bir iki kıvılcım şimdilik. 
Esnaf habire temizliyor dükkânını. Kapının önüne çıkıyor, tekrar içeri giriyor, yapacak bir iş arıyor kendine. Kafe-restoran sahipleri, kahve vermek için kurdukları minik tezgâhların ardına geçmiş eski kalabalıkları düşünüyor. Özlemle. 

Sokaklarda parklarda, bir göz karşıdan gelende, tedirginlikle ama hak etmişlerin, sabretmişlerin gururuyla yürüyor insanlar. 


İki tanıdık karşılaşınca bir başka tuhaflık… Eller kollar nereye konacak? Bir şaşkınlık. Çok sevilen, özlenen biri evet karşıdaki ama ne yapmalı? Bir iki saniyelik bocalama… Öpüşürken kafaları aynı tarafa eğip çarpışırkenki gibi bir sersemlik… Bir buçuk metre kendini dayatıyor. Hayatlar artık hep bir buçuk metre. 

Trafik ışıklarında, sokak köşelerinde kafalar ayrı karışıyor. Nerede beklenecek, kim nerede duracak, geçiş üstünlüğü kimde? Yaşlılarda mı gençlerde mi çocuklularda mı? Yeni sorular. 

Üzerinde çalışıyoruz bunların. 

Kendimizi geliştiriyoruz. 

Toplum olmayı, beraber yaşamayı hiç bilmemiş gibi acemiyiz. Öğrenmeye çalışıyoruz. Tedirginiz ama sabırsızız da. Aksın hayat, çağlayıp gitsin istiyoruz. Ritmini bulsun. 

Binlerce yıl yaşayıp buraya gelmek ne garip. Şimdi kanatlarımızı alıştırıyoruz tekrar uçmaya. 

burdur soğuğu


Dikkat, askerlik anısı içerir


Acemi birliğim Burdur’daydı. Aralık ayını orada geçirdim. Soğuktu, çok soğuktu da o ay içinde bir dört gün var ki soğukları bana yeniden tarif etmişti. 


Kurban Bayramı, o sene Aralık’taydı. İki hafta askerlik yaptıktan sonra, “Tamam, dört gün tatilsiniz” dediler. Bunalmıştık, yorulmuştuk, sevindik. Hem komutanlar da tatile çıkacak, evlerine gideceklerdi. Serbest kalacaktık. 


Gerçekten de serbest kaldık. Ama hesaplayamadığımız bir şey vardı. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Sabah altıda yatakhaneden çıkıyor, akşam altıda dönüyorduk. Yemekhane harici, içeriye girmemiz yasaktı. O kadar soğuktu ki… Dört gün boyunca, yemek saati gelsin de ısınalım diye bekleyerek, kışlada dört döndük. Konuştuk, sustuk, sıkıldık, sonra hep sustuk, bekledik. Üşümekle ve ısınmakla uğraştık. 


Bugün şehirde dolaşırken o hisse kapıldım. Yapacak hiçbir şey yok. Girmek isteyeceğim yerler kapalı (Berberlerle alışveriş mekânları açık ama durup dururken de girilmez ki onlara). Hava da epey soğuktu. Amsterdam bugün, Burdur’u hatırlattı bana. 


Yine de saatlerce yürümek iyi geldi. 


Askerli resim Chagall'in.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...