yedidalga, samatya ve feyruz şarkıları

1. 
Hakan’ın (Gence) genç oyuncu Hazar Ergüçlü’yle bir röportajı vardı bu hafta sonu Hürriyet Pazar’da. Kıbrıslıymış genç oyuncu.   Yedidalga Köyü’nden. Yedidalga… Ne fantastik bir isim. Ursula K. Le Guin, alsın bir romanında kullansın, cuk oturur. 

2. 
Yedidalga’yı internette araştırdım; Güzelyurt’taymış. Hemen yanında da Gemikonağı köyü var. Kıbrıslılar hayal güçlerini korkak alıştırmamış. Şapka!


3. 
Dalgalar, denizler, konaklar demişken… Bazen rüzgâr, insanı bir sahile sürükler ya… Oraya nasıl vardığınızı anlamazsınız bile. Bu pazar işte ben de öyle düştüm Samatya’ya. Son görüşümden beri yıllar geçmiş. Her taraf meyhaneye kesmiş. Akşam üstü rakısına oturmak güzel olurdu ama şöyle demli bir çay çekti canım. İyi ki de çekmiş. Bulabildiğim tek çayhanede, Feyruz’un şarkıları dönüyordu. Tüm albüm. Sonuna dek dinledim. Sürprizli bir haftasonunda rüya gibi bir ses, mahmur bir akşam üstü… Daha güzel ne olabilir?

Fotoğraf Yedidalga sahili; alttaki şarkı, canım Feyruz'un en sevdiğim şarkısı 'Ishar'.


ne zaman gittin ruhum görmedim seni

Sürüp giden yol yenileme faaliyetinden, İstiklal Caddesi üzerinde rahat rahat yürüyebilmek mümkün değil. İş makineleri, bariyerler, öbek öbek hafriyat… Işıltılı vitrinleri, on bilerce dolar kira ödenen dükkânları dışarıya gıcırtılı, derme çatma tahta köprüler bağlıyor. Kimsenin keyfi yok. 

Yeni bir şey değil. İstiklal’in inşaatı ne zaman bitti ki… İş makineleri ne zaman rahat bırakmış orayı? Sürekli bir taş değiştirme faaliyeti… O taşlar, değiştirilmediği zamanlarda da kaydılar, su sıçrattılar, Cadde’de küçük, tatlı bir gezintiyi zehir ettiler. ‘İstanbul’a ihanet’ tarihinin kapsamlı bir bölümü bu taşlar üzerinden yazılacak.  

İki gün evvel, Yapı Kredi’nin Galatasaray’daki yeni binasını görmek için, yol çalışması ‘mevzilerini’ aşa aşa Galatasaray’a inmeye çalışıyordum. Eskiden insan kalabalığından bunalırdık, şimdi gün ortasında, pek kimse yok. Üstelik beş-altı saat sonra Beşiktaş’ın Monaco’yla Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Maç öncesi İstiklal’e yolu düşen Beşiktaşlı taraftar sayısı hiçle az arasında gidip geliyordu. Monaco taraftarlarını hiç görmedim. Zaten maçta da görmedim onları.

Kendime sordum: Bir Fransız, maç öncesi yolunu İstiklal’e düşürse ne bulacaktı ki? Bir yabancı arkadaşımı orada gezdirmek istesem ne gösterecektim? The Marmara’dan başlayarak lokum, nargile, tek tip döner dükkânları, ağır avizeli Sütiş ve Saray, standart sinema Fitaş, herhangi bir AVM kabilinden Demirören, adımımı atmadığım, Madame Tussauds’lu  Grand Pera, kıyafet dükkânları, nargile, lokum… Böyle uzayıp gidiyor. 

Ara sokaklara sapmazsak, Tünel’e dek yol boyunca ilgi çekici bulduğum, hikâyesini anlatabileceğim (veya dinlemek isteyeceğim) tek unsur binalar… Konsolosluk binaları, fasatlar, Galatasaray Lisesi… Bir de Tünel’in kendisi.Tabii artık Yapı Kredi’nin yeni binası ve İlhan Koman’ın caddeye bakan Akdeniz’ini de saymalıyım. Başka hiçbir şey yok. Bir yabancıya ne anlatabilirim ki? 

Dahası, kendime ne anlatabilirim?

Beyoğlu’nun hikâyesi elbette İstiklâl’den ibaret değil. Hatta, Cadde hep en azını anlatır. Vitrindir ama. Ne olup bittiğini görmek açısından hep işe yarar. Dürüst bir vitrindir üstelik. İnsanıyla, binasıyla, havasıyla her şeyi olduğu gibi gösterir. Değişen hayatı iyi anlatır İstiklal. 

Ben Beyoğlu’nda yaşadım. Beyoğlu’nda çalıştım. İstiklal Caddesi’nin hayatımın ana damarı olduğu günler vardı. O zamanlarda da bugünkü gibi üstüme üstüme gelirdi Cadde; ara sokaklara, kıyı köşeye saparak kurtulurdum. Şimdi de sevdiğim yerler var elbette ama o zaman çok daha fazla kitapçı, kafe, bar, sinema vardı oralarda… Arkadaş evleri vardı. Tanışmış olsaydık arkadaş olacağımız insanların evleri vardı. ‘Bizimdi’ diyeceğimiz evlerimiz vardı. 

Bizimdi ama başkalarının da…  Herkese aynı uzaklıkta, umursamazlıkta, teklifsizlikte mekânlar vardı. Güzellik ve düşkünlük vardı. Sefalet ve büyü vardı. Bir ruh vardı. Hikâye vardı. 

Ağıt yakmak, romantize etmek istemem ama gitti çoğu. Ben de gittim. Geri dönmek için bir sebep göremiyorum. 

Lokumdan, nargileden, hafriyattan, sürekli değiştirilen taşlardan hikâye çıkmıyor. İstiklal’in taşlarının altında deniz yok. Üstünde de ruh kalmamış.   


Ya da kendini göstermiyor o ruh… Eminim, bir yerlerde kendini saklıyor, koruyordur. İstanbul bizden çok daha eski. Bereketli. Dayanıklı. Ne kadar ihanet edilse de yeniden toparlanacak kadar da becerikli. İnşaatı, sıradanlığı, saçmalığı aşıp geri gelecektir. Yollarımızı kesiştirebilirsek ne âlâ…

Fotoğraf: Ara Güler (1992)

vatan bir şehirdir, o da istanbul

Can Yayınları, bu yaz aynı anda üç Petros Markaris romanı birden yayımladı. Komiser Haritos’un üç polisiye macerası… Alan Savunması, Che İntihar Etti ve Batık Krediler (İlk ikisi daha önce de yayımlanmıştı)… Bu kitaplar vesilesiyle, Türkiye’den göç eden Rum-Ermeni kökenli, Yunanlı bir yazar olan Markaris’le tanıştım. Sanırım, yıllar sürecek bir okuma macerası olacak. Çünkü hem Komiser Kostas Haritos’a hem de Markaris’in devlet-siyaset ve iş dünyası arasındaki ilişkileri inceleme biçimine bayıldım. Bir de Yunan toplumunu ve başta Atina, Yunanistan’ın resmetmesindeki gerçekçiliğe. Markaris’in yaptığı,Türkiye’de yazılmasını hep istediğim bir polisiye usulü. Zeki, ferah, abartısız, gerçek… Evde aradığım güzellik meğer komşudaymış. Komşu dediğim de meğer benim evimmiş. Markaris sonuçta benden daha İstanbullu. 

Bu romanların başarısındaki temel unsur elbette baş karakterin kimliği. Komiser Haritos… Petros Markaris’in yarattığı Atina Cinayet Masası komiseri… Emekliliği yakın, büyük ihtimalle altmışlarının başında (Markaris, komiserin yaşını yazmıyor hiçbir yerde; rütbesine ve huylarına bakarak tahmin yürütüyorum, bir de Selanik’te doktora yapan bir kızı olduğunu biliyoruz). Haritos huysuz, inatçı, eski usul bir polis. Siyaseten belki solda değil ama sağda da sayılmaz. Hemen hemen her yenilikten huzursuzluk duyuyor. Atina trafiğinden nefret ediyor. Mirafiori’sinden (bizde basitçe ‘Fiat 131’ olarak bilinir) vazgeçmesi imkânsız; 2000’lerin başında geçen macera ‘Che İntihar Etti’ye kadar cep telefonu da kullanmıyor (Sonrakilerde bir telefon ediniyor mu, bilmiyorum). 

Alametifarikası, sözlükleri… Yatak odasında tuttuğu Yunanca sözlükleri okumaya bayılıyor. Başkaca kitap okumaktan da nefret ediyor. Arada bir tüm gazeteleri toplayıp bir fincan kahve eşliğinde, basının ‘yalanlarını’ okumaktan hoşlanıyor ama. Haberleri, daha az ‘yalancı’ olmasa da televizyondan almayı seviyor. Karısı Adriani’yle sürekli bir didişme içinde (Haritos’a taş çıkartacak huysuzluğu, kimseyi beğenmezliği, dediğim dedikliği ve zaman zaman baş gösteren fırsatçılığıyla Adriani de muazzam bir karakter). Kimseye güvenmiyor, ne suçlulara ne de polislere; hatta ekip arkadaşlarına bile… Becerisi, tecrübesi, yanılgıları ve güçsüzlüğüyle gerçek bir insan Haritos… 

Gelelim yazarın kendisine, yani günün birinde onunla bir röportaj yapmayı çok istediğim Markaris’e. Heybeliada doğumlu. Avusturya Lisesi’nden mezun. Büyük yönetmen Theo Angelopoulos’un filmleri ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’,  ‘Ağlayan Çayır’ ve ‘Leyleğin Geciken Adımı’nın senaryosunu o yazmış. İstanbul’la bağı kopmamış hiç. Geçen mayıs, Agos’tan Evrim Kaya’ya verdiği röportajda söyledikleri çok önemli: 

“ (…) ‘Vatan’ sözcüğü bana bir şey ifade etmiyor. Yurdum neresi bilmem. Çünkü Türkiye’de milliyetçilik zamanında büyüdüm ben. Beni bu sözcükten soğuttu o milliyetçilik. Yunanistan da yurdum olmadı, çünkü orayla bağlantım sadece dildir. Şimdi Yunanlı arkadaşlarımla tartışırken, “Siz Yunanlılar” diye kızıyorum onlara. “Ya sen nesin?” diye soruyorlar, “Ben İstanbulluyum” diyorum. Haymatlos (vatansız) değilim ama benim için Heimat (vatan) bir şehirdir, o da İstanbul…”


İstanbul’un bereketi işte… Bağrından çok kıymetli evlatlar çıkartıyor. Sağa sola savrulsa da bu evlatlar, ne başka bir deniz bulabiliyorlar ne başka bir şehir… İşte bakın, günümüzde yaşayan Atinalı bir komiseri okurken bile, tuhaf bir memleket duygusuyla, nostaljiyle burnunuzun direği sızlıyor. Memleketteyken bile… 



yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...