çelişkiler keskinleşsin diye...



Şimdi ben bunları masamda yazıyorum. Müzik açık. İlgilenen varsa "The Heart of Saturday Night" çalıyor. İçerisi serin.

Evdeki masamda olmasaydım, gazetedeki/dergideki masamda olurdum (işsizlik işte!) Masa da masaymış ha, sadece beni değil, hepimizi alırdı. Birbirimize laf atardık; arada sigara içerdik; birkaç cümle yazar, beğenmeyip silerdik.

Haber için şartların olgunlaşmasını beklerdik.

Şartlar hiç olgunlaşmayacak.

Olgunlaştığı yerlerde koşturup duruyor insanlar. Buyurun işte, yukarıdaki videoda var. Daha binlercesinde var. Vatandaş gazeteciliği denilen mesele hani, bu işte onun saf hali... Kıskanmıyorum desem yalan ama masa da çekici tabii çoğu zaman. Kıyaslamak gerekli mi, onu da bilmiyorum aslında.

Her neyse, video Suriye'den. Çatışmaların sürdüğü Talbisa'dan. Kaydı alan Suriyeli'de küfür kıyamet; askerlere fena sallıyor. Ateş edenleri görüntülüyor. Bir yandan da kurşun deliklerini, afişleri, duvar yazılarını... Namlular ondan tarafa çevrilince kirişi kırıyor hemen. Can tatlı...

Ama dakika üç buçuktan sonra (denk gelmiş!) kaçtığı o sokağa tekrar girmek de yürek ister. Bu adam giriyor.

Masamdan alkışlarımı gönderiyorum.

Videoda konuşulanların ingilizce kaydı için buraya.






anna politkovskaya boşuna mı öldü?


Putin ile Medvedev, ülke değil sirk yönetimine talip olduklarını andıran neşeli fotoğraflar çektirip dururken, gazeteci Anna Politkovskaya'nın katlinin bitmek bilmez davası da devam ediyor.

Bildiğimiz bir başka ülkeye ve onun ilerlemeyen davalarına fena halde benzeyen bu hikayede dün nihayet bir aşamaya gelindi.

7 Ocak 2006'da apartmanındaki asansörde vurup öldürmüşlerdi. Demek ki beş yıl olmuş. Bu beş yıl içinde şüpheliler kaçtı; kanıtlar muhtemelen temizlendi. Ama yoğun kamuoyu baskısı azıcık da olsa sonuç verdi. Mahkemede tanık olarak dinlenen polislerden biri artık "şüpheli."

Politkovskaya'nın gazetesi (ülkenin nadir muhalif seslerinden) Novaya Gazeta bunu hep söylüyordu. Başkalarına da işaret ediyordu ayrıca. O başkaları artık piyasada değil tabii.

Politkovskaya'nın canına mal olan Çeçen davası da tedavülden kalktı zaten. Rusya'nın Çeçen savaşındaki kirli işlerini araştırken defalarca ölüm tehdidi almıştı Politkovskaya. Dinlemedi. Sonunda öldürdüler. Şimdi Putin'in has adamı Ramazan Kadirov Çeçenistan'ın başında. Ruud Gullit'i ülkesine transfer edip sonra kovmasından, bir de Roberto Carlos'la top oynamasından hatırlarsınız. Böyle işlerle uğraşılıyor artık Çeçenistan'da. Kimse de dönüp bakmıyor orada neler oluyor diye.

Boşuna ölmüş Politkovskaya. Bari faillerini bulsalar.

günlerin akışına kısa bir ara



Benim için saati durduracak az şey var. İşte onlardan biri. Günlerin akışına kısa bir ara... Ama şimdi değil, Ekim ayında. Tam olarak 25 Ekim'de. Tom Waits, 7 yıl sonra yeni stüdyo albümüyle dönüyor. "Bad As Me" ile.

Yukarıdaki videoda Waits kendi üslubuyla meseleyi duyuruyor. Başkaları söylerse tadım kaçardı, benden duyun istedim, diyor. Eyvallah. Siz de ondan duyun istedim.

karakoyunlar için vatandaşlık testi



Seks satar. Her zaman sattı. Üstelik artık politikada da satıyor.

İsviçreli Blick gazetesine göre, ülkenin genç kızlarının politikaya ilgisi kaybolmuş. Sandığa erkeklerden daha az ilgi duyar olmuşlar.

Bunu duyan popülist kampanyacı durur mu? Durmamış haliyle. Genel seçimlere şunun şurasında iki ay kalmışken, cin fikirlerini sokmuş devreye.

Halihazırda İsviçre sinemalarında dönen, yukarıdaki şu “siyasi” reklamla, İsviçre Halk Partisi (SVP) genç seçmenlere ulaşmayı hedefliyor. Öykü basit; olay Zürih kantonundaki Hüttnersee Gölü kıyısında geçiyor. Kaslı mı kaslı bir delikanlı, güneşlenen üç genç kızın aklını başından aldı alacak. Ta ki Avrupa Birliği amblemli havlusunu açana kadar… Amblemi gören hanımların ilgisi kayboluyor tabii; kafalarını öteye çeviriyorlar. Vatanın AB’ye prim vermeyen genç ve kararlı evlatları…

Reklamın sonunda tok bir ses (partinin tok sesi) “İsviçre için gerçek değerlerin vakti” diye dikkatimizi çekiyor. Sonra bir de şunu ekliyor: “İsviçreli kadınlar SVP’ye oy verir.”

Eh, versinler bakalım. Yalnız ufak bir problem var. Söz konusu SVP, göçmen karşıtı bir parti. Faşist kampanyalar konusunda sicilleri kabarık. Göçmenleri “karakoyun” olarak gösteren siyasi afişi hatırlar mısınız? İşte o SVP’nindi.

Probleme geleyim. Hani videoda Bond kızı misali gölden çıkan bir kadın var ya… İşte o, tahmin edersiniz, bir “karakoyun.” Yani Türk kökenli.

Seçmenler bu durumdan rahatsız olmuş; partiye yükleniyor. Parti ise kendisini “oyuncunun İsviçre pasaportu var” diye savunuyor. Oysa önceden, pasaport sahibi olanlara bile gıcık olduklarını her fırsatta tekrarlarlardı. Genel seçimlerde göçmen oyuna da muhtaç olduklarından ezberleri bozulmuş. İyi ama nasıl olacak bu işler? SVP'ye oy verecek göçmen var mı ki?

Peki İsviçre’nin en faşist kafasında bile şu denklemi mi aramalıyız? Yeterince seksiysen, İsviçreli de olabilirsin.

Faşistlerin kafası hep karışıktır da testosteron daha da karıştırmış olmalı.

Daha önce bahsettiğim, bu defa Katalan usulü bir diğer “ateşli” siyasi reklam için şuraya bakabilirsiniz. SVP’nin karakoyun saçmalığı da aşağıda. Bonus olarak minare nefretini de görebilirsiniz.



okumaktan nefret ediyorum II - operation turkey


Batı'nın teknolojisini alalım, aman ahlakı kalsın, diyen yanlış mı demiş? Facebook sayfası açınca, facebook ahlakı da bonus olarak geliyor sanırım.

Biraz haber takibi yapalım.

İki gün evvel, şurada, birtakım isimsiz cisimsiz hergelelerin Facebook üzerinde "okumaktan nefret ediyorum" diye bir grup kurduğunu, üye sayısının da 450 binlere dayandığını yazmıştım. Buna karşılık, okumayı sevenler de örgütlenmiş ama mahcup bir 45 binde kalmışlardı.

Blogun okurları sağolsun, "bizde de var aynısı kuzum" diye uyardılar.

Olmaz olasıcalar, gerçekten bizde de varmış. Batıdan hızlıca bir ahlaksızlık transferi yapmışız yine. An itibariyle "kitap okumaktan nefret ederim" grubu 915 kişi; "kitap okumaktan hoşlanırım" grubu 92 kişi.

Garip olan, dünyada sanırım böyle tuhaf bir oran var. Okumaktan nefret ettiğini beyan eden her 10 hıyara karşı ancak 1 adet kitapsever çıkıyor.

Türkiye hariç değil.

gezme ceylan


Afganistan Irak'ı unutturdu. Libya Afganistan'ı unutturdu. Suriye Libya'yı unutturdu.

Savaş her yerde devam ediyor. Bu Trablus ceylanına bakın, anlayın.

Fotoğraf: Dario Lopez-Mills, AP

okumaktan nefret ediyorum!



Ahlakçı biri değilim. Kimin neyi sevdiği ve nelerden nefret ettiği umurumda değildir. Zaten karışmak ne haddime. Facebook'ta türlü çeşitli gazla yürütülen nefret kampanyalarını görünce "aman be" der, geçer giderim. İnsan böyle böyle kimlik üretiyor; ama yanlış ama doğru, yapacak bir şey yok. Yine de şu aşağıdaki kampanyaya 445 bin kişinin katılması ağırıma gitti.

Evet, 445 bin kişi, bir Facebook sayfasında "Okumaktan nefret ediyorum" diyor. Sayfayı organize eden muhterem, herhangi bir açıklama koyma gereği görmemiş. "Like"layıp geçiyorsun. Görüş bildirecek bir bölüm de yok. Muhtemelen yazmaktan da nefret ediyorlar.

Niye ki?

Ses yok.

Online sahaf Abebooks da dert edinmiş bunu kendine ve yukarıda izlediğiniz videoyu hazırlamış. Şık bir cevap. Kuyuya atılan taş... Bir diğer Facebook sayfası da "okumayı seviyorum" diyenleri organize etmeye çalışmış aynı üslupla. 45 bin kişi toplayabilmişler. Yazık.

Kuyu karanlık tabii.

Bu 445 bin kişinin yatacak yeri yok benim gözümde de, ne desek boş artık.

Lüzum üzerine Türkiye güncellemesi şurada: Bizdeki Facebook grupları

gandhi... yeniden...



Son günlerde okuduğum en umut verici hikâye işte bu.

Tek bir adam bütün bir ülkenin gündemini avuçları arasına aldı. İstediği kıvamı veriyor.

Ülke Hindistan, adam siyasi aktivist Anna Hazare. Mesele yolsuzluk... Emekli subay Hazare, ülkesinde, devlet adamlarının çokça karıştığı rüşvet çarkını kurcalamasıyla tanınıyor. Memleketlilerinin geneli (burada da yaşandığı üzere) kokudan bayılmamak için burnunu tıkamakla yetinirken, Hazare, daha zorlayıcı bir kampanya güdüyordu. Ses de getirdi. Nihayet rüşvetleri soruşturacak komisyonun yarısının halkın içinden gelmesini kabul ettirdi.

İkinci aşamanın daha sert geçeceği belliydi. Hazare bu defa, hükümetin parlamentodan kendi üslubunca geçirmeye çalıştığı yolsuzlukla mücadele yasa tasarısına karşı çıkıyordu. Tasarıda üst düzey devlet görevlileri soruşturmalardan muaf tutuluyordu. O bildik dokunulmazlık hikayesi yani.

Sokağa giderim, dedi Hazare. Gitti de. Başkent Yeni Delhi'nin bir parkında ölüm orucuna başlayacaktı. Binlerce destekçisi parkı doldurmuştu ki, devlet olaya el koydu. Hazare göz altına alındı.

Sonrası çok güzel bir hikaye...

Tepkinin çığ gibi büyüdüğünü gören polis "buyurun sizi tekrar dışarı alalım" demek zorunda kaldı.

Hazare çıkmayı reddetti. "Siz benim koşullarımı kabul edene kadar çıkmayacağım" diyordu. Ölüm orucu protestosuna planladığı gibi devam etmek istiyordu.

Yeni Delhi sokaklarında protestolar büyür, gazete manşetleri sadece Hazare'den bahsederken, papucun pahalı olduğunu gören devlet yetkilileri kafa kafaya verdi; bir çıkar yol aradılar. Öyle bir yol bulunamadı. En sonunda Hazare'nin bütün şartlarını kabul ettiler.

Şimdi aktivistin iki haftalık protestosu yeniden başlayacak. Yanında da 25 bin kişi olacak (Hindistan kanunlarına göre toplu gösteriler üç gün ve beş bin kişiyle sınırlı.)

Yasa tasarısı da muhtemelen değişecek.

Hazare'nin gücünden çekinenlerin sayısı da artacak elbette. Öncelikle Başbakan Manmohan Singh. Hazret, aktivistlere kızmış; "değişiklik sokakta gösterilerle değil, parlamentoda siyasi partiler kanalıyla yapılır" diye söyleniyor.

Bu sözleri söylerken dudağını ısırmayacak bir Hindistan başbakanı var mıdır? Gandhi Amerikalı falan değildi herhalde.


madrid medyası düştü



Yıllardır böylesi olmuyordu. Madrid'in Real Madrid'li spor gazeteleri As ile Marca dünkü maçtan sonra manşetlerini Barcelona üzerinden atmış. Birinin ön sayfasında Messi ile Fabregas zaferi kutluyor; diğerinde çaresiz bir Casillas kalesine yürüyüp giden topa bakıyor. Mağrur Mourinho'dan eser yok. Daha doğrusu azıcık da olsa var; As'ın ön sayfasında çirkefliğiyle yer bulmuş kendine.

Kraldan çok kralcı Madrid medyası, sayfasını artık böyle hazırlıyorsa; Barcelona'nın üstünlüğünü nihayet kabul etmişler demektir. Ya da çokbilmiş bir yorum yapayım: Belli ki Mourinho'nun suyu ısınmış.

Böyle manşetler de bir daha gelmez ama. Ağlamışlardır atarken.

şimdi al bu zırvalarını...



Bir ret mektubundan daha acıtıcı ne olabilir? İyi bir yazarın elinden çıkma bir ret mektubu…

Mike Peterson bir gün bir makale yazdı ve Rolling Stone’a yolladı. Sene 1971’di… Derginin hızlı zamanları… O senenin kapaklarından birkaçını sayayım: Keith Richards, Jim Morrison (ölümü üzerine) ve Jackson Five’ın prensi küçük Michael… Dahası, Gonzo gazeteciliğin mucidi ve isim babası Hunter S. Thompson da o yıllarda Rolling Stone’a yazıyordu.

Peterson’ın yazısına gelen cevap sarsıcıydı. Makale reddedilmekle kalmıyor, bir de fena halde aşağılanıyordu. Ret mektubunu yazanın Thompson olduğu tahmin ediliyor ki üsluba bakınca başka tahmine de yer kalmıyor zaten. Peterson’un sonradan çerçeveletip astığı cevap, serbest çeviriyle aşağıda (hem metnin orijinalini hem de haberin daha ayrıntılı halini okumak için Huffington Post’a uğrayabilirsiniz) :

Seni beş para etmez, hapçı cahil! Sakin buraya bir daha beyinsiz zırvalamalarını gönderme. Vaktim olsa, oraya gelir alnının çatına odunu indirirdim. Niye bir işe girmiyorsun, Allahın belası mikrop? Kapı kapı reklam ilanı dağıtabilirsin. Ya da bir balmumu müzesinde bilet kesebilirsin. Siz güneyli moronlar işte hep böylesiniz. Aynen Rolling Stone ofisindeki uyuşturucundan beyni sulanmış o sersemler gibi. Senin yazını bana gönderdikleri için o piçleri öldürmek istiyorum… Hemen ardından da seni. Şimdi al bu hastalıklı zırvalarını bir tarafına sok; böylesi eminim okurlarının da hoşuna gidecektir.

Saygılarımla,

Yail Bloor III
Minister of Belles-Lettre (Edebiyat Bakanı)

PS: Güzel, böyle çalışmaya devam et. İyi günler.


Aşağıda 1971'den birkaç Rolling Stone kapağı




süpermen süpermen olmak lazım bazen


Gazeteciler birbirlerini nasıl görüyor? Digidave kendine iş edinmiş ve şu esprili tabloyu hazırlamış. İyi de yapmış. Gazeteciler birbirini hakikaten böyle görüyor. Tabii, Türkiye'de "data journalist" denilen kategori yok; onu da matbuatta çalışanların hesabına yazmak gerek. Yani süper kahramanlık katsayımız giderek artıyor.

Ve evet, televizyoncular tembel gerçekten.


okur namlunun ucunda



Gazete üç gün öncesinin. Yeni gördüm.

Salkım Hanımın Taneleri'nin kötü adamı Zafer Algöz, bir sahnede "dünyanın bütün günahları bana mı yazılacak ulan" diye haykırıyordu. İngiltere'de bütün günahlar Murdoch'a yazıldı. Ama Daily Star'da şu ön sayfayı hazırlayanların, manşeti atanların yatacak yeri var mı, merak ediyorum.

"Yağmacıları vuracağız" diyor gazete (Polis teşkilatının ağzından diyor gerçi, ama geçelim bir kalem, polis bile bu kadar kolay diyemiyor bunu.)

Okurun namlunun ucunda olduğu bir gazete görmüş müydünüz hiç? İsyanlar iki gün daha sürseydi belki silah da dağıtırlardı.

tahrir'de iyi londra'da ayıp



İşte şimdi ince bir çizginin üzerindeyiz.

Liberal (hatta sol liberal) Independent, Londra isyanlarıyla beraber, blogger'ı Jody McIntyre'yle ilişkisini kesti.

Çok kısa anlatayım:

Kendini gazeteci ve siyasi aktivist diye tanımlayan McIntyre olayların başından itibaren heyecanlı tweet'ler attı; atmaya devam ediyor.

Bir tweet'inde şöyle diyordu örneğin: Tottenham'da yaşananlardan ilham alın ve kendi mahallenizde ayaklanın.

Ya da şu: Tottendam'daki vahşi başbelalarını kınıyorum. Yani üzerinde 'Metropolitan Polisi' yazan üniforma giyenleri.

Ve şu: Polis insanlara her gün eziyet ediyor. Siz de benim Tescos'a ve T-Mobile'a sempati duymamı bekliyorsunuz.

Independent hiç beklemedi, blogger'ın yazılarına son verdiğini açıkladı. Kendini özgürlükçü diye tanımlayan gazetenin demek istediği özetle şu: Gazeteci bir isyanı destekleyemez, düzeni değiştirmek için yayın yapamaz, hiç kimseyi ayaklanmaya teşvik edemez.

Bütün bunlar doğru ve geçerli kurallar olabilir. Ama İngiltere basını, insanları Tahrir Meydanı'nda ayaklanmaya çağıran Mısırlı (ve Tunuslu ve Libyalı ve Yemenli ve Bahreynli ve Suriyeli) gazetecilere övgüler düzerken de bu kurallar geçerli değil miydi?

Pardon, Robert Fisk nerede yazıyordu? Independent'ta değil mi?

Independent o ince çizginin öteki tarafına geçti.

Kaynak: The Media Blog


Jody McIntyre'nin twitter hesabı ve Life on Wheels isimli blogu






london bridge is falling down, falling down, falling down...






Polis bir genci vurunca, Tottenham yanmaya başladı. İki gecedir de yanıyor. İngiliz gazetecilerin boşluğuna geldi; bu konularda hassas Guardian yazarları bile "bir şey çıkmaz bu işten" diyordu ki... Eylemler patladı. Beş sene evvelki Paris banliyö eylemlerine çeyrek var. Şimdi herkes kendinden bekleneni yapıyor. Sol eğilimliler itidal telkin ederken, muhafazakâr İngiliz gazeteleri polisin yumuşak tavrını eleştiriyor. "Böyle polis olmaz olsun, yağmacılara nasıl göz yumarlar" diye yükleniyorlar. Bu kadar insan neden sokakta, elbette umurlarında değil. Hiçbir zaman olmamıştı zaten.

Şimdi Elif Şafak'a sormanın zamanıdır: İskender de sokakta mı acaba? Cevabını gerçekten merak ediyorum. Zadie Smith'in Millat'ı bir iki cam çerçeve indirmiştir halihazırda.

esas kötülük




Murdoch İmparatorluğu her gün yeni bir darbe alıyor. News International'ın ABD ayağı için de artık çember daralmakta; art arda yeni soruşturmalar açılıyor.

Bu işler bir günde olmadı; ayrıca hiçbir şey kendi kendine de ortaya çıkmadı. Aslan payı ünlü bir gazetecinin. Yani Guardian yazarı ve muhteşem kitap "Flat Earth News"in sahibi Nick Davies'in. Öldürücü darbeyi, Murdoch'un haber ağını yıllardır didik didik inceledikten sonra o vurmuştu. Gerisi de çorap söküğü gibi geldi. Davies şimdilerde ABD'de; doğal olarak, işin Atlantik ötesindeki kısmını da araştırıyor. Aşağıya güncel bir demecini aldım. Okuduktan sonra, Türkiye'de de benzer bir tablo oluştuğunu göreceksiniz. İsimleri değiştirmeniz yeterli.

"Rupert Murdoch, Britanya'yı daha ırkçı, daha seksist ve daha ahmak bir yer haline getirdi. Sadece Sun'a yaptıkları yüzünden değil; Sun'ın diğer gazeteleri de etkilemesi yüzünden."

çok gizli mavi anadoluculuk tarikatı

The Village from Pedro Sousa | visuals on Vimeo.



Arkadaşlarım bir bir tatile gidiyor. Öyle tatil köyü, otel motel sevmiyorlar. Küçücük köylere, gizli koylara gidiyorlar. Sonra da tatlı tatlı anlatıyorlar. Mavi Anadoluculuk akımını gizliden yaşattıklarını tahmin ediyorum; göreceğiz. Anlayana kadar şu Portekiz köyüyle oyalanalım. İmza Pedro Sousa imiş.

Elif Şafak tantanası tam gaz devam ediyor. İntihaldir, kitap kapağıdır ilgilenmiyorum ama gidişattan anladığım şudur: Elif Şafak'ın yazarlık kariyeri Orhan Pamuk'un Nobel'inin (2006) öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılabiir. Kitaplarının konularını ve edebi iddialarını alt alta sıralarsanız manzara çıkar. Zira Orhan Pamuk'un Nobel'i sadece Yaşar Kemal'in Nobel'ini önüne set çekmedi; esasen Elif Şafak'ın muhtemel Nobel'ini öldürdü. Oysa onun için ortam daha müsaaitti.

Bizim TSK mensupları umarım yabancı basını takip etmiyordur. Çünkü fena gaz veriyorlar dışarıda. Oturaklı gazete ve dergilerden art arda gelen şu ifadelere bakın: Erdoğan TSK'nın imajını yerle bir etti, damga vurdu, ordunun yeni patronu oldu vs... Dışarıda hafiften "Türkiye'de bir darbe olsa da, bize de ekmek çıksa" havası var. Hem de fena halde.

Sokakta kendi kendine konuşarak, sağa sola laf atarak yürüyenler, genelde berduş görünümlüdür. Ya sıyırmışlardır ya da çeyrek kalmıştır. Dün gördüğüm kadın hem çok güzeldi hem de gayet düzgün giyinmişti. Caddeyi bir baştan bir başa yıkıla yıkıla geçti. Ve hayır, telefonda değildi. Bir yukarı bir aşağı bakarak konuşuyordu.

İçimizdeki çocuklar büyüyüp köşe yazarı oldu sanırım; benim içimdekini az önce dinlediniz.

flanders ovası çocukların yuvası




In Brugge’u seyredenler bilir. Colin Farrell’in oynadığı suikastçı (ismi Ray’di), şehirden nefret ediyordu. Ne romantik köprüler ne de o bin yıllık sessizlik, Belçikalılar’a hababam sövüp duran Ray’in ilgisini çekiyordu. Zaten adam herhangi bir şeyden etkileniyordu denemez ya. Çocuklar hariç…

Suikastçi Ray, geçen hafta sonu Brugge’de yaşananları bilseydi, küfür dağarcığımızı daha da zenginleştirirdi herhalde. Şöyle ki, yüzlerce insan meydanda toplanıp birkaç yıldır ardı ardına gelen yargı kararlarını protesto etti. Bu kararlar, kreşleri birer gürültü yuvası sayıyor; hafta sonlarıyla, okul tatillerinde çocukların orada bakılmasını yasaklıyor.

Brugge ahalisinin çocuk gürültüsünden belli ki sıtkı sıyrılmış. Kreşe komşu evlerde yaşayanlar “çekemem kardeşim” diye doğrudan yargıya başvuruyor. Çoğu yargıç da “gürültü yapmayın, gidin evinizin önünde oynayın” şeklinde karar veriyor. Yani ya kreşleri belirli günlerde kapatıyor ya çocukların dışarıya çıkmasını yasaklıyor ya da izolasyon zorunluluğu getiriyor. Hepsine birden hükmeden yargıçlar da mevcut.

Her neyse, liberal Open VLD partisinden iki parlamenter (Mercedes Van Volcem ve Ann Brusseel) bu gidişe dur demek için kolları sıvadı. Parlamentoya kanun teklifi verdi. Teklifte özetle şöyle deniyor: Çocukların oyun sesleri gürültü sayılmamalı; ambulans sireni ve kilise çanı kategorisine sokulmalı, yani gürültüye kafası bozulan soluğu mahkemede alamamalı.”

Konu güzel, kanun teklifi enteresan. Türkiye’de akla hayale gelmezdi herhalde. Ama hükümet kurmada ittifak sağlayamayan Belçika parlamentosunun bu teklif için ne yapacağı şüpheli. Ama ben uyarayım yine de: Farrell’in suikastçisi Ray çocuklara kast eden bu kararları duyarsa, Brugge’de taş üstünde taş bırakmaz. Zaten adam ne tarihi ne de köprüleri takıyor.

Kaynak: De Morgen

hollanda'dan türkiye manzaraları



Türk Silahlı Kuvvetleri'ndeki istifalar dışarıda da ses getirdi; haberi ufak da olsa görmeyen gazete yoktu. Ama Hollanda'dan nrcnext çıtayı yükseğe koydu; dünkü ön sayfasını bu konuya ayırdı. Manşette "ordu artık patron değil" diyorlar. Bu tespite çok önem veriyor olmalılar ki, Türkiye'ye bu kadar uzak ülkelerinde bile günün haberi saymışlar. 2008'de Hollanda'da "yılın gazetecisi" ödülünü alan Bram Vermeulen'in İstanbul'dan gönderdiği makale epey uzun, iki sayfaya yayılıyor. Kırık dökük Felemenkçemle sökmeye uğraştığım satırbaşları aşağıda:

- Türkiye değişti diyor makale, bunun en sağlam örneği olarak da istifalardan sonra kimsenin sokağa çıkmamasını gösteriyor.

- Gazete, halkın da artık orduyu "düzenin koruyucusu" olarak görmediğini iddia ediyor.

- Beri yandan, ordu zaten değişmişti, de deniyor. Bram Vermeulen'e göre "komplo teorileri ve müdahalelere uzak" Gen. Işık Koşaner şahinlerin üstünü çizdiği bir isimken Genelkurmay Başkanı olabildi.

- Vermeulen, bu değişimde Erdoğan'ın taktisyenliğinin önemli rolü olduğunu da söylüyor.

- Uzaklığın getirdiği handikaplar da var tabii. Makaleye göre Soğuk Savaş döneminde TSK tam dört darbe yapmış. Şu anda da her köyde bir askeri birlik bulunuyormuş.

- İçeride ne zırvalarsa zırvalasın, Taraf dışarıda iki sıfatla tanınıyor: Antimiliter, antiotoriter. Bu kervana nrcnext de kapılmış. Koyunun olmadığı yerde keçinin durumu malumdur, doğal.

- Makalede hükümet biraz kayrılır gibiyken, yandaki kutu-haber (konu Tutuklu Gazete, yazarı yine Vermeulen) hükümete (ve Türkiye'ye) fena yükleniyor. İşte başlık ve spot: Hapishanede çıkan bir gazete. Türkiye'de demokrasi bu.

dans etmezsek kayboluruz



Wim Wenders'in Pina'sını bugün değil de mesela 20 yaşında seyretseydim; dansa kesinlikle merak sarardım. Yani en azından izleyici olarak. Ama o, ben 20 yaşındayken Buena Vista Social Club'ı çekti. Sonuç ortada.

Sahaf ganimeti: Henry Miller'den Tropic of Capricorn (esas Tropic of Cancer'ı yani Yengeç Dönencesi'ni arıyorum), Hemingway'in gazete yazılarının toplandığı By-Line (bu enteresan kitabın sanırım Türkçe'de baskısı yok) ve bir Robert Capa biyografisi (Blood and Champagne - The Life and Times of Robert Capa, yazarı Alex Kershaw.) Hemingway'i ufaktan okumaya başladım; diğerlerinin sırası kimbilir ne zaman gelir.

Artık bir bisiklet almanın vaktidir. Bugün Waterloo'da hayalimdeki külüstür bisiklete rastlarım diye gezindim ve sanırım çok yaklaştım. Belli ki, oralarda biraz daha turalamam gerekiyor.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...