beyaz sarayı nasıl gözetlersiniz?


Washington bürokratlarının elinden düşürmediği siyaset dergisi National Journal’dan grafik üstadı Brian McGill üşenmemiş, West Wing’in (Beyaz Saray’ın yönetici ofislerinin yer aldığı kanadı) bir interaktif haritasını hazırlamış. Mouse ile odaların üzerine gelince, Obama'nın ekibi hakkında “kim kimdir eserleri nelerdir” kabilinden notlar da beliriyor.

Gereksiz… Eğlenceli… National Journal gibi sıkıcı bir dergiden zihin jimnastiği. Dergiler ilgi çekmek için ne yapabilir, sorusuna basit bir cevap.

Haritaya buradan buyurun.

orada devrim mi oluyor?



Suriye gazetecilere yasak. Bilgiler sadece Facebook ve benzeri paylaşım siteleri üzerinden dışarı çıkıyor. Her şey çok karışık. Arap sitesi elaph.com, Dara şehrini kuşatanlar arasında İran Devrim muhafızları olduğunu, şehirde de (hatta Halep’te de) Hizbullah unsurları olduğunu bildiriyor. Dedim ya, karışık.

Şimdi sadece insanlar var. Batılı gazeteciler devre dışı. Libya’dan seken domino taşı Suriye’nin üzerine devrilir mi? Batı meseleye abanınca, işin özü değişir mi? Yukarıdaki resmin devrimi Suriye'ye gelir mi?

Dış basın bugünden ufak ufak harlandığına göre, gelecek haftanın esas gündemi, belli ki, Suriye.

Kaynak: World Crunch

yedekleyin!

Yeni başlayan gazeteci arkadaşlara:

Yıllarca çalışacaksınız; sayfalarca yazacaksınız. Yazdıklarınız, çalıştığınız kurumların internet sitelerinde yayımlanacak.

Çalışırken dönüp dönüp o sitelere girip, o yazılara bakacaksınız. İhtiyacınız olduğunda o siteleri kullanacaksınız.

Yazılarınızı oralarda bırakmayın. Kopyasını alın. Yedekli çalışın.

Burası Türkiye. Yüzlerce yıllık tarihe sahip gazete ve dergilere sahip değiliz. Çalıştığınız kurum gün geliyor kapanıyor. Kapanınca, nedense internet sitesini de kapatıyorlar.

Kopyasını almadıysanız arşiviniz uçup gidiyor.

Emeğinizi neden başkasının insafına bırakasınız ki?

Ben yaptım siz yapmayın, yedekleyin… Evde, başka bir işte, mahkemede… İlla ki ihtiyacınız var o yazılara.

beş dakkada değişir bütün işler


Kaddafi, önce...


Kaddafi, sonra...

Mazhar Alanson, beş dakkada değişir bütün işler, diyordu. Libya’da işler beş dakikada olmasa da beş haftada değişti. Dünya basınının Albay Kaddafi karşıtı ilk gösterilerden sonraki yayını, Libya liderinin tepeleneceği yönündeydi. Çok heyecanlandılar; süreci doğru okumadılar. Kaddafi’nin, bir Hüsnü Mübarek olmadığı ortada. Şimdi hemen herkesin katıldığı Şafak Yolculuğu operasyonuna rağmen kimse sonuçtan emin değil. Time’in bir ay arayla yaptığı iki kapak bunun kanıtı. İlkinde “Kaddafi’nin son direnişi” diyorlardı; bu hafta “Gitmezse ne olur” diye soruyorlar. Olan Libya halkına olacak, orası belli de, fena halde şişen dünya basını bu ayıbını nasıl örtecek? Yine Alanson’la bağlayalım: “Bu işler dedi anladın mı, adamı bazen geriden şişler…”

gazeteciler için gerçek bir iş ilânı


Bugüne kadar birçok iş ilânı okudum; ama aşağıdaki kadar sahicisini görmemiştim. Florida Eyaleti'nde yayımlanan Saratosa Herald Tribune, çalışma arkadaşları arıyor. Ararken de sahici bir gazetecilik tarifi yapıyor. Kendine güvenen başvursun derim, öğrendiğim kadarıyla pozisyon halen açık:

"Biz burada çabuk tarafından araştırmacı gazetecilik yapıyoruz; lazım geldiğinde de birkaç gün yayımlanacak mini projeler hazırlıyoruz. Ama her yıl, bizim çapımızda bir gazete için çok hırslı sayılabilecek işler kotarmaya da çalışıyoruz ki bir gün Walt Bogdanich şöyle demek zorunda kalsın: “Saratosa bilmem ne gazetesinin benim yirminci Pulitzer’imi elimden aldığına inanamıyorum.” Birçoğunuzun halihazırda bildiği üzere, bu tip işler cehennem azabıdır, ruhunuzu emer, kendinizden şüpheye düşürtür. Ama eğer siz, temizlikten uzak muhabirlerle dolu, ufak, kapalı bir ofise tıkılıp, çoktan ölmüş olmanızı isteyen güçlü kuvvetli kurum ve insanlara kafa tutan veritabanlarını, binlerce dokümanı tek tek girerek sıfırdan oluşturmayı kabul eden bir tür sapıksanız; üstelik bütün bunları da ödül kazanması muhtemel işinize şöyle bir bakıp bulmaca sayfasına yollanan okurlara sahip olma şerefi adına yapıyorsanız, yani bu size gazetecilik gibi geliyorsa, tamamdır, bizim aradığımız sapık sizsiniz.

Florida’nın şöhretinden bihaber olanlara not: Burası ülkenin en çok haber üreten eyaleti ve bunun sebebi de muhteşem kamu arşivi yasaları değil. Bizde her türlü yolsuzluk, şiddet ve şerefsizlik bulunur. 11 Eylül’ü yapan teröristler burada eğitildi. 11 Eylül’ün olduğu dakikalarda Bush anaokulu çocuklarına burada hikâye okuyordu. Yeni valimiz bir zamanlar, yaptığı vurgunlardan dolayı rekor cezaya çarptırılmış bir sağlık şirketi işletiyordu. Kasırgalarımız, yangınlarımız, petrol sızıntılarımız, tahtakurularımız, hastalıklı narenciye ağaçlarımız ve hamamböceği istilalarımız eksik olmaz (sadece birini uydurduk) Disney World de burada ve plajlarımız da, yani bütün ailenizi getirin."

Kaynak: Forbes

sosyal medyacılar, dünya size rahat

“Bu çok sıkıcı… İşin açıkçası, tüm internet erişimini istedikleri zaman kesebiliyorlar. İki internetli bir dünyaya doğru gidiyoruz.” Çin’de yaşayan bir internet uzmanı, Bill Bishop, ülkenin internet politikası hakkında böyle diyor.

Fena olan, bu konuda Türkiye’yi Çin’le karşılaştırabilmemiz. Aynen öyle işte. Burası da iki internetli bir ülke… Sistem istediği zaman istediği kadarını kesiyor. Üç hafta geçti, bloglara erişim halen sağlanmadı. Millet yasağın köşesinden dolaşmak için, sinsi sinsi internet ayarlarını değiştiriyor. Bu mudur özgür bilgi akışı?

Daha fenası artık kimsenin bu konuyu sallamaması. "Bloguma dokunma" grubunu kuranlar, "yahu bu işin akıbeti ne oldu" diye sızlanıp duruyor. Haklılar. Gazetede haber yok, televizyonda yayın yok. Dünyanın en kolay şeyi, kartvizite “yeni medya” ya da “sosyal medya” diye yazmak. Ama böyle yazdın mı da, elini taşın altına sokacaksın. Yasak konusunda da haber takibi yapmayacaksanız, sadece facebook, twitter geyiğinizi mi dinleyeceğiz sizin? Bu kadar rahat bir iş mi gazeteci olmak?

asker arkadaşım george


İki sene evveldi. Sudan’da işler iyice kızışmışken George Clooney de, adeti olduğu üzere, bölgedeydi. Bir yandan Devlet Başkanı El Beşir’e sövüp sayıyor bir yandan da BM’ye direktifler yağdırıyordu. Şaka yapmıyorum, o günlerde Clooney güçlü bir herifti.

Dergide oturuyorduk; dedik ki Clooney’le konuşalım; hatta daha iyisi bizim için bir makale yazsın. İşi ne!

İhale bana kaldı. Ajansının numarasını buldum. Yazıştık çiziştik bir iki gün; sonra asistanına ulaştım. Nemrutluğu hattın öbür ucundan kulağıma damlayan bir kadındı; geçit vermiyordu. Aramızda cereyan eden diyalogu Erzurumlu Emrah misali aktarmak isterim:

dedim George Clooney dedi Sudan’da,
dedim telefonu dedi yanında,
dedim dönecek mi dedi haftaya
dedim bize yazsın söyledi yok yok

Burada Cem Karaca misali gönülden bir “yok yok yok” patlattığımı hayal edin. Olmadı. “Sonra ulaştım da, konuştuk da” diyebildiğim bir hikâye değil, bir başarısızlık hikâyesi… Benimkiler de böyle, ne yapalım?

Hatırlamamın sebebine gelince… Geçenlerde şu yukarıdaki fotoğrafa rastladım. Clooney Efendi, New York Times’ın dünyanın en kahırlı yerlerini dere tepe dolaşan yazarı Nick Kristof’la Sudan’da… Üstelik pek bir asker arkadaşı havasında... Salaş tepeş, sarmaş dolaş, pek bir ulaşılabilir duruyor. Fotoğrafı görünce “”biraz daha zorlasaydım keşke” dedim.

Ha bu arada, hakkını yemeyelim; Clooney, BM helikopteriyle gelip, iki saat çocukların başını okşadıktan sonra geri dönen iyiniyet elçileri gibi değildi. Sudan’da çok zaman geçirdi. Sıtmaya yakalandı.

diktatörün uyduruk sanatı



Bir diktatörün oğluysanız şu boktan resimleri yapıp, insan içine hiç de utanmadan çıkarmaya hakkınız vardır. Seyfülislam Kaddafi yarı zamanlı uğraştığı doktora ve isyan bastırma işlerine bazen ara verip sanata da yoğunlaşıyormuş meğer. Fotoğraflar resimlerin sergilendiği Moskova ve Sao Paolo’dan…

Şu yorum da Guardian’dan… 2002’de Londra Kensington Gardens’a deve yüküyle para dökülüp bu işler sergilendiğinde kaleme alınmış: “Albay Kaddafi’nin oğlu işbilir bir kültürel elçi olabilir belki ama resimde yetenekli bir amatör bile sayılmaz; teknik yetersizliği duygusallığını bile aşıyor.”

Yahu, insan utanır. Bu nasıl bir özgüvenmiş kardeşim.

Kaynak: FP Passport




suşi önemli


Elif Key, bu hafta sonu Habertürk Pazar’da şunları yazmıştı:

“Japonya beni bitirdi. Zira kendi kendime vardığım sonuca göre; bu, dünyanın aldığı son virajdı ve viraja çok sert girildi. Bizi daha iyi günler beklemiyor. Ben belki hayatımda Tokyo'yu görmeyeceğim ama şehrin batışına şahit olmam sadece bir zap uzaklığında. Elimde değil, kendimi alamıyorum onları düşünmekten... Bir ulus bunca yıldır buna mı hazırlandı, bunun için mi terbiye etti kendini? Neden ve nasıl hâlâ kibarlıklarını bozmuyorlar? Şehirde bir tek korna sesinin bile duyulmamasının altında nasıl bir terbiye yatıyor? O yaşlı kadın, ayağı kırıldığı için evine gelen sağlık görevlilerinden "Sizi de rahatsız ettim evladım" diyerek neden özür diliyor? Bunları çözemiyorum. Japonya'yı takip ettikçe insanlığımdan utanıyorum. Bıraksanız beni, sabahtan akşama kadar BBC'ye bakarım. Bizim kanallarımıza da tahammül edemiyorum. Sabah dövüşüp, öğlen öpüşüp, akşamına saçmalamakta üstümüze yok! Ülkenin kanallarına kanal tedavisi lazım.”

Elif, ve birkaç kişi daha belki, düşünmeye devam ediyordur ama dünya meseleyi unuttu çoktan. Herkes kendi memleketinin dertleriyle dertli. Normal mi?

Dünya gündeminden işi gereği kaçamayan biri, BBC yöneticisi Fran Unsworth, dün şöyle diyordu: “Kariyerim boyunca, dünyanın her tarafında aynı anda bu kadar çok büyük haber geliştiğini anımsamıyorum.”

Bu kadar çok olunca insanın taksimetreyi sıfırlayası geliyor. Ama hemen de yapılmaz ki… Biz yapıyoruz. Küreselleşme ağır geldi belki.

Japonya’daki iş bitmedi. Japonlar, Elif’in de yazdığı gibi hakikaten seslerini çıkartmıyor. Yöneticisi ayıp kapatmak için, halkı dünyaya yük olmamak için susuyor. Medya da oraya bakmıyor artık.

Tabii iş suşiye gelince değişiyor. Suşi önemli bir şey.

New Yorker’ın bu haftaki kapağı Christoph Niemann imzalı.

iyi geceler, iyi şanslar...



Bugün zihniyet olarak gelip önünde durduğumuz eşik budur. Bilenler yukarıda yazanların ne anlama geldiğini zaten biliyor; bilmeyenler de, öyle görünüyor ki, yakında öğrenecek. Eşiğin üzerinden geçmemek için, herkese iyi geceler, iyi şanslar…

başka kimse kalmadı



Yaşı en azından otuzuna gelmemiş okur için, Liberation’un bugünkü ön sayfasını anlamak zor. Ciddiyetiyle bilinen Fransız gazete, ortada Libya ve Japonya meseleleri dururken neden Elizabeth Taylor’un ölümüne bütün bir kapağını ayırdı? Bu aslında gazete yöneticilerinin yaş gruplarıyla ilgili bir konu. Hani "bir dönem kapandı" klişesi vardır ya, tam da öyle oldu. Yaşı bugün altmış civarında dolanan gazetecilerin bildiği son büyük oyuncu da dün öldü.

Bizim kuşağın pek idrak edebildiği bir durum değil. Biz, Elizabeth Taylor’u “Michael Jackson’un kankası” eski oyuncu diye biliriz. Tabii bir de menekşe gözlü kadın olarak. Oyun gücünden de, bizden yaşlı sinemaseverlere ne anlam ifade ettiğinden de haberimiz yoktur. Liberation’un bugünkü sayısı işte bu yüzden önemli. Çünkü bu manşeti hazırlayan kuşağın, eski büyüklerden kimsesi kalmadı artık. Yapabilecekleri son saygı duruşunu da bugün yaptılar.

Şöyle örnek vereyim. USA Today, “daha büyük bir oyuncu yoktu” diye manşet atmış, Daily Mail “tanrıça öldü” diyor. New York Times kimselere layık görmediği iki koca sayfasını ölüm yazısına ayırmış. New York Post, dile kolay, tam 10 sayfa görmüş haberi…

Bir ipucu: Bizdeki haberlerin ne kadar büyük olduğuna bakarak, gazetedeki etkin yaş grubunu çıkartabilirsiniz.

evet mi, hayır mı, söyle bana nedir senin cevabın?



Anket hazırlamak, gazeteciliğin en sıkıcı işlerinden biri. Daha da sıkıcısı, bir anlam ifade ediyor iddiasıyla bu anketin sonuçlarını yayımlamak. Ne sorarsan sor, ya yeterince oy gelmez, ya da birtakım tarafgir okurlar defalarca oy kullanır. Her şey düzgün yürüdü diyelim, sonuçların kimi temsil ettiğini söyleyebilir misiniz? Kısacası, bir halta yaramaz anketler. Düzelteyim, bir halta yarar: Aylak okurun ilgisini diri tutar. Newsweek Türkiye’de bu hataya düşüyorduk, ileride yine düşeriz, biliyorum.

Anketlere gıcık olan İngiliz tabloid Daily Mail arada bir okurlarına tuzak kuruyor. Yukarıda da tuzaklardan biri var. Çocukların kendi televizyonuna sahip olabilecekleri en küçük yaş ne kadar küçüktür? Evet! Hayır! Cevap verenlerin yüzde 73’ü evet demiş.

Daha güzeli aşağıda. Aklınızla mı güzelliğinizle mi tanınmak istersiniz? Aynı tuzak. Millet yine oyunu kullanmış. Okur da belki dalga geçiyordur demeyin. Sakın! Bir şey biliyoruz da söylüyoruz…

Kaynak: The Media Blog

bu da mı gol değil?


Üç gün evvel, gazeteler savaş konusunda çok gayretkeş diye yazmıştım. Bir operasyon olmaya görsün, ön sayfaları hemen füzeler, bombalar, uçaklar kaplıyor. Kaddafi güçlerini hedef alan Şafak Yolculuğu harekâtı da aynı minval üzere sürüp gidiyor.

Yalnız bir sorun var. İspanyol gazeteleri de diğer Avrupalılar gibi savaş çığlıkları atarken, Zapatero’nun dünkü sözleri kılçık gibi battı boğazlarına. Pardon, savaşta değiliz, anlamına gelen ifadeler kullandı başbakan. Operasyon ayrı, savaş ayrı hesabı…

Tam da üniformaları çekmiş, botları bağlamışken yapılır mı bu şimdi? Madrid’li gazete La Razon da çok bozulmuş; ön sayfasını savaş kanıtına ayırmış. Mesele şu: Savaş gemisi hazır mı? Hazır. Asker var mı? Var. Yavuklusu gelmiş mi? Gelmiş. Öpüşüyorlar mı? Hem de nasıl… E şimdi savaş değilse nedir bu?

Savaş medya için bir çocukluk hastalığı herhalde. Sağlamasını bizim gazetelerde de yapabilirsiniz.

amsterdam'da pek sidikli bir dükkân




Amsterdam neşeli bir şehir. Güneş yüzünü günler sonra gösterdiğinde daha da neşelendi, hatta zıpırlaştı. Böyle günlerde şapkasından tavşan çıkarıyor. Kanallar üzerinde Totaliter Sanat Galerisi gibi dükkânlar keşfedebiliyorsunuz.

Ama Amsterdam’ın, en uyduruk caddesi Kalverstraat’ta (alışverişe indirgenmiş bir İstiklal Caddesi olarak okuyun) bile bize bir sürpriz hazırlayacağını tahmin etmezdim...

Bir dükkan kapısında temiz beyaz önlüğüyle pek heyecanlı bir abi… Buralardaki adetin tersine çığırtkanlık yapıyor. Sesini de duyuruyor doğrusu; gelip geçen herkes vitrinine bakıyor dükkânın. Ne satıyor peki? Eh, biz de bunu merak etmiştik işte.

Biraz bakınınca mesele aydınlandı. Meğer ki pratik Hollandalılar’dan dünyaya bir hediyeymiş. Tuvalet dükkanı, 2theloo. Temiz, ferah bir mekânda hacet giderme imkânı sağlıyor. Üstüne bir de kola, gazoz, mendil, sakız vs. gibi bir şeyler isterseniz, büfesinde hazır. Üstelik tuvalete girene indirimli. Yok, ben illa da gereksiz bir şey alırım, banyo süsü, süt kupası var mı, diyorsanız, onlar da mevcut. Diyen yok mu sanki? Olmaz mı?

Sonuç: Denedik, iş görüyor. Günahı bir euro. Biraz nette de araştırdım: Amsterdam’dan dünyaya açılacağız diyor mekânın sahipleri. Hazır İstiklâl’in içine ediliyorken, böyle bir konsept İstanbul’da da tutar.

ne ara girdik biz bu savaşa?



280 küsur gündür hükümetsiz yönetilen Belçika da, Libya’ya yapılan operasyona katıldı. İyi de, ortada hükümet yokken savaşa kim girdi? Parlamentoda bir toplantı yapılmış; 126 parlamentodan 125’i oluru vermiş. “Sürreel bir karar” diyor memleketin gazetesi De Standaard. “Demek ki ortada işleyen bir mekanizma varmış. Kendi ülkesinde hükümet kuramayan ama Libya hakkında ortak görüşü olan bir mekanizma.”

Bana sorarsanız, Belçika’nın zaten hükümete ihtiyacı yok. 280 gündür bir şey fark etmedi, bundan sonra da etmez. Yalnız Belçikalılar da bunu anladıklarında fena içerleyecekler. Bu ülkeye de ihtiyacımız yokmuş madem, diyip, bölünürler o vakit.

bana çek göndermeyin


New York Times Reklam Şefi Denise Warren anlatıyor: "Bazı okurlar bize kendiliğinden çek yolluyor. Mesela Kanada’da bir kadın iki defa 50 dolarlık çek gönderdi. Gazeteciliğimizden neden bedava yararlandığını anlamıyormuş. Her defasında, çekini kabul edemeyeceğimi söyledim.”

Bu New York Times internet sitesinin ücretli aboneliğe geçme ilânından önceydi tabii. Artık toplayabildiklerince toplayacaklar çekleri. Mart’ın 27’sinden sonra site ücretli oluyor.

O kadını onursal abone yapmazsa çok büyük günaha girer New York Times. Web hizmeti bir kenara, yaşadığı sürece, yaptıkları bütün gazeteleri ayağına sermeliler. Gazetenin, gazetecinin emeğine daha nasıl saygı gösterebilir bir okur?

Bizde ne kadar gazeteci farkında bilmem ama çok büyük bir deney başlıyor dünya basınında. nytimes.com, şu anda, ayda 30 milyon ziyaretçisiyle, küresel ölçekte en çok itibar edilen gazete sitesi. Gözlerini kararttılar. Sonuçlarından hepimiz etkileneceğiz.

ben bir süre eve gelemeyeceğim...


Fukuşima nükleer santralindeki ilk patlamadan sonra, arkadaşlarla Japon mühendis ve teknisyenlerin reaktörlere girip girmeyeceğini konuştuk. Hayatlarını hiçe sayıp gireceklerini düşünüyorduk. Nitekim öyle de yaptılar. Günlerdir birbiri ardına patlayan reaktörleri tamir etmek için uğraşıyorlar.

Aynısı Avrupa’da, mesela Fransa, Almanya veya Hollanda’da yaşansa bu kadar gözü kara biçimde müdahale edilir miydi peki? Bu defa cevabımız hayırdı. Avrupa’da, hiçbir işçinin, can güvenliğini göz ardı edip o santrale dalmayacağını konuştuk. Ne olurdu, nasıl durdurulurdu? Meçhul…

Şimdi dünya basını, santraldeki radyasyon sızıntısını ve olası erimeyi önlemeye çalışan kahraman Japonlar’ı konuşuyor. Kimisi kamikaze kültürü diyor, kimisi Japonlar’a özgü bir adanmışlık diye adlandırıyor… Ama şurası kesin ki, bu adamların hepsi geri dönüşü olmayan bir yola bile bile girdiler. Hiçbir Holywood filminde bu denli sert bir seçim yapılmıyor.

Basın onlara Fukuşima 50’si adını taktı. Aslında 200 civarındalar. Radyasyonun en yoğun olduğu kısma 50’li rotasyonlarla giriyorlar. Bir santral işçisinin kariyeri boyunca maruz kalacağı radyasyonun kat be katıyla sadece bir saat içinde karşılaşıyorlar. Çoğunun gönüllü olduğu söyleniyor. İsimleri yok. Japon hükümeti kimlikleri açıklamıyor; kendini rahatlatacak başka işlerle uğraşıyor. Mesela onlar çalışabilsin diye bir işçinin çalışırken maruz kalabileceği söylenen makul radyasyon seviyesini yükselttiler. Makul radyasyon diye bir şey elbette yok; ama hükümetin bile kendini inandırması gerekiyor herhalde.

Independent gazetesi geçenlerde bu işçilerden birinin evine gönderdiği mesajı yayımladı: “Lütfen kendinize iyi bakın; ben bir süre gelemeyeceğim.” Hepsi bu kadar… Aynı gazetede bir işçinin kızının twitter mesajı da yer alıyordu: “Babam santrale gitti. Annemin bu kadar ağladığını hiç görmemiştim. Santraldekiler hayatlarını sizin için feda ediyor. Baba, lütfen eve sağ salim gel.”

Onları Şilili 33 madenciye benzetenler var. Ama Independent bu benzetmenin yersiz olduğunu söylüyor. “Şili’de bir ulus kapana kısılmış insanların canı için dua etmişti; şimdi bir ulus kapana kısılmış insanların ulusun canını kurtarması için dua ediyor…” Sonuna kadar haklı bir analiz.

Winston Churchill’in bir zamanlar şöyle dediğini de hatırlatıyor Independent: “Bu kadar çok insanın bu kadar az kişiye borçlu olduğu bir durum hiç olmamıştı.”

Bugüne kadar 31 kişi santralde hayatını kaybetti.


Fotoğraf: Çernobil’de hayatını kaybeden işçilerin anısına yapılan heykel. Bu işçilere sağlık riskinin yeterince anlatılmadığını da not edelim.

mesajınız var!



Savaş başladı. Beşli koalisyon Libya'ya bomba yağdırıyor. Savaş uçakları, bombalar, füzeler yıllar sonra yine gazetelerin ön sayfalarında. Ne kadar eleştirse de, basın aslında bugünleri seviyor. Gökten yağan ateşi, Batı'nın üstünlük işareti olarak kullanıyor.

En bilinen analiz işe hâlâ yarıyor. Ne demişti Marshall McLuhan: Araç, mesajın kendisidir.





kurosawa'nın nükleer cehennemi



Sanat yine hayatın ötesinde... Japon yönetmen Akira Kurosawa, 1990 yapımı Düşler'de nükleer belasını da anlatmıştı. Filmde, Fuji Dağı'nın eteğindeki santralin altı reaktörü birden patlıyor. Patlamalar sonrası cehenneme dönen okyanus kıyısında, hiçbir yere kaçamayan üç kişi (iki de çocuk) aralarında konuşuyorlar.

Eteğinde iki çocukla, kadın, ağlamaklı: Nükleer santral güvenli, dediler. Sorun insanda, insan hatası olmazsa, hiç sorun yaşanmaz dediler. Ne yalancılarmış!

Kurosawa, Hiroşima'yı görmüştü tabii. Nükleer enerjiyi kullanan ülkesine de bu yüzden çok kızgındı. O çaresiz insanları "yalancılar" diye haykırtması boşuna değil. Ama yalana devam! Orada da, burada da.

japon çocuklara kötü masallar



Japonya'da anne baba olmak ne zordur şimdi. Çocukları, saklasalar da herkesin yüzünden okunan korkunun, paniğin nedenini öğrenmek için soruyordur da soruyordur. Ne anlatacaksın? Nükleer santral desen, atom enerjisi desen ne fayda.

Onca derdin arasında bu problemi de çözmek için bazı hayır sahipleri oturmuş aşağıdaki videoyu üretmiş. Fukuşima'da neler olup bittiği bir çocuğa ne kadar anlatılabilirse, o kadar anlatmayı başarmışlar. Hem özetlemişler, hem de umut vermişler. Üstelik en kötü senaryoyu açıklamayı da ihmal etmemişler. Kısacası, evladım, santral gaz kaçırıyor, aman altına yapmasın, bezinden de akıtmasın, diyorlar. İşte o zaman, Fukuşima'da yaşayanlara çok yazık olacak, diye şimdiden söylüyorlar. Riski anlatıyorlar.

Bize şu kadarcığını bile anlatmıyorlar, hesap edin gerisini.

başbakana göndermek istediğim gazeteler



Malum, Başbakan gazete okumuyor. Danışmanları gazetelerde yazılıp çizilenleri özetliyor ve ona rapor halinde sunuyor. Acaba diyorum, hepimizin yaptığı gibi, belki bir sabah kahvesi eşliğinde sayfaları çevire çevire, hakkını vere vere gazetesini okusaydı Başbakan, nükleer enerji hakkında daha ihtiyatlı konuşur muydu? Hatta fikirleri değişir miydi?

Bugünlerde Türkiye basınında, İbrahim Tatlıses'in vurulması deprem ve nükleer krizin önüne geçtiği için fikri muhtemelen değişmeyecekti. Ama şu gazeteleri bir görseydi... Okumasına da gerek yok. Ön sayfalarına baksa yeter.






tüp ama deney tüpü


Nükleer projelerin rafa kaldırılmamasını savunan bir Çek gazetesi, Hospodarske Noviny dün şunları yazmak zorunda kaldı:

“Alman hükümeti ülkedeki santrallerin çalışma süresini uzatma yönündeki kararını askıya aldığını açıkladı. Avusturya, Avrupa’daki bütün nükleer santrallerin stres testine tabi tutulmasını istiyor. Uzmanlar bu hafta Brüksel’de buluşacak. Amerika’da bile yeni filizlenen nükleer rönesans kaynağında kuruyor. Japonya, ileride bir gün kurbanlarının kesin sayısını da bu işin ekonomik etkilerini de açıklayacak ama nükleer enerjiye yönelik bu dramatik karşı çıkış sayılara indirgenemez. Nükleer enerji kullanan toplumların psikolojisi atomun kendisi kadar kararsız. Tek gereken bir nöronluk belirsizlik; ondan sonra korku ile şüphenin zincirleme reaksiyonunun önü artık alınamaz.”

Nükleerciler bile durup bir defa daha düşünüyor; toplumun psikolojisinin karşısında durulmaması gerektiğini anlıyor. Bizdeyse nükleeri savunanlar, hem de en üst düzeyde şöyle söylüyor: “Riski olmayan yatırım yoktur, o zaman evinize tüp de koymamanız gerekir.”

Tüp… Japonya yanarken tek karşı argüman tüpse, durum gerçekten vahim demektir. O yatırımın riski gerçekleştiğinde, “tüp patladı, böyle oldu” demek yetmeyecek çünkü.

Deney tüpü değil bu ülke.

fukuşima, 12 mart, 15:36


Enerji Bakanı Taner Yıldız, depremden sonra şu yönde bir açıklama yaptı: "Japonya kendini depremde test etti ve başarılı oldu; Türkiye'deki nükleer santral projeleri devam edecek."

Hiç boşa konuşmasın. Japonlar bile kendi santrallerine Bakan Yıldız kadar güvenmiyor. Avrupa basını nükleer santrallerin ipini çekmek için devrede. Zaten Alman dergisi Der Spiegel de bugünkü kapağıyla son noktayı koydu. Dergi kapaktan "Das ende des Atomzeitalters" diyor. Yani, atom çağının sonu. Fukuşima'da. 12 Mart 2011'de. Saat 15.36'da.

Taner Yıldız bu tarihi ezberlesin ve gerçekten halkın zamanından çalmasın. Bu iş bitti artık.

tahliyenin vicdanı



Kapılar artık gerçekten kapandı. Libya’da vatandaşı bulunan ülkeler tahliye işlemlerini neredeyse bitirdi. Çin 32 bin, Türkiye 19 bin vatandaşını memleketlerine götürdü. Brezilya 3 bin, İtalya bin beş yüz kişiyi tahliye etti. Yunanistan, Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin orada zaten pek kimi kimsesi yoktu; olanı getirdiler. İngiltere, basınının isterik çığlıkları eşliğinde yaklaşık beş yüz vatandaşı için çölde askeri operasyon yaptı. Geciktiler ama sonuç aldılar.

Yani artık kurtaracak kimse kalmadı. En fakirleri saymazsanız… Burkina Fasolu, Ganalı, Malili, Nijeryalı, Vietnamlı, Bangladeşli, Taylandlı petrol işçileri kapanan kapıların ardında bekleşip duruyorlar. Hükümetleri dahil, onların canını umursayan kimse yok. Zaten hükümetlerinin elinden de pek bir şey gelmiyor. Trablus’taki Gana büyükelçisi “ne yapacağını bilmediğini” söyledi mesela. Uluslararası Göç Organizasyonu bu durumda bir buçuk milyon işçinin olduğunu duyurdu.

International Herald Tribune, hemen hepsi erkek olan bu işçilerin perişan durumda olduklarını yazdı. Bir uçak veya feribotun kendilerini alacağı ümidini çoktan yitirmişler. Bir arada durmaya, geceleri Mısır ya da Tunus sınırına ilerlemeye çalışıyorlar. Ellerinde avuçlarında olan da çalınıyor. Dahası, siyah Afrikalılar, Libyalıların yine siyah paralı askerlere yönelik öfkesi sonucu, mermilerin ve bıçakların hedefinde.

Petrol firması yöneticileri bu adamları o büyük hapishanenin içinde savunmasız bırakarak tabanları yağladı. Herald Tribune, geride kalanları düşünmeden kaçanların çoğunun Türk firmaları olduğunu yazmıştı. Bugünkü haberinde Türkiye’nin gönderdiği feribotların 2530 yabancıyı da taşıdığını söyleyerek, suçlamayı biraz hafiflettiler. Ankara’dan bir tanıdığım, bazı Türklerin, işçilerini de tahliye etmek için kendisinden torpil istediğini söylüyor. "Yöneticiler de çaresiz," diyor.

Her halükarda bizim basın bu işlere hiç girmedi. Kendi vatandaşlarının derdindeki diğer ülkelerin basını da yanaşmıyor.

İşçilerin nispeten şanslı olanları bugün Tunus ve Mısır sınırına yığılmış durumda. Sınırlardan her gün on beş bin kişi kaçıyor ve elbette Tunus’un, Mısır’ın dertleri kendilerine yeten yetkilileri de onları istemiyor.

Tahliye ederken de biraz vicdan lazım, değil mi? Petrol firmalarını geçtim ama vicdan, gözü kendi vatandaşlarından başkasını görmeyen gazetelere de lazım. Petrol fiyatlarının yükseldiğini yazmak kolay, o petrolü çıkartanların durumunu da yazın. Hiç zor değil.

mutsuz bir lider için isim çalışması



Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bu günlerde diye söylenip durulur ya, o günün bugün olacağı aklıma gelmezdi. Kim ne derse desin, Türkiye basını Libya meselesinden birlik ve beraberlik içinde çıktı. En azından telaffuz açısından...

Yorumlar farklıydı ama hiç kimse Libya'nın başı dertte liderine 'Kaddafi'den başka bir isimle seslenmedi. Beri yandan, yabancı basını okurken telaffuz bolluğundan başım döndü. Ama bu konuda kimse Hollandalılar'ın yanına yaklaşamaz. Hollanda basınında her gazete Libya liderinin ismini kafasına göre yazdı. Kendi isimlerini telaffuz ederken bile kafaları karışıyor, belki ondandır.

Kaddafi listesine buyurun:

Trouw: Kadafi (Trouw'un sade dizaynına bu basit söyleyiş yakışırdı zaten)
De Telegraaf: Gadaffi (Egzotik bir yaklaşım, gazetenin hiçbir şeyden anlamayan çizgisine yakışıyor)
Metro: Kaddafi (Kesin bir Türk çalışıyor orada)
Algemeen Dagblad: Khadaffi (en zoru bu, bu söyleyişe nasıl ulaştılar, çok merak ediyorum)
Volkskrant: Kadhafi (bunu hiç bir Hollandalı telaffuz edemez, fazla entelektüel olmak tam da böyle bir şey, Volkkrant'ın kendisi gibi)

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...