afacan

Hava soğuk, eski bir İstanbul akşamından gelsin bu...

Dilek Pastanesi’nde yağmurlu bir akşam… Bizi yönlendiren garsona soruyoruz:

- Bahçeniz ne durumda?
- Yazdan kalma bir akşam yaşıyoruz.
- !!Sıcak mı yani?
- Valla ben esprilerimle ısıtmaya çalışıyorum…

Alkışlarımız afacan garsona…

merak cemiyetinin inançlı üyeleri ve dünyanın sonu - akşam kahvesi okumaları

Akşam kahvesi okumaları bu ara iş yükünün altında eziliyor. Bir iki gündür boş geçiyorum, bugün devam edeyim. Hem malum, dünyanın sonu yaklaşırken son bir hoş seda bırakmak lazım. Gerçi kubbe de baki kalmayacak deniyor ya neyse.

Evdeyken, hastayken, dışarıda lapa lapa kar yağıyorken, kıyamet yaklaşıyorken yapılacak en iyi şeyi güzel blog Koltukname tarif etmiş. Okumak. Ne okuyacağımızı da çevirmenlere, yayıncılara, yazarlara sormuş. Öneriler güzel. Bunlar bitsin yenileri de gelir. Sanat sonsuz hayat kısa. Koltukname'nin soruşturmasını burada bulabilirsiniz. 

Yazar Hikmet Hükümenoğlu'nun blogunu okuyorsunuz değil mi? Henüz tanışmadıysanız buradan başlayın. 2012 listesi yapmak için oturduğunu ama beceremediğini söylese de, tertemiz, özgün ve gayet kişisel bir liste hazırlamış. Ben okurken çok eğlendim, öğrendim. Hem birçok seçimine de katıldım. Yazarın seçkisi için buraya. 

Son günlerde, tanıdığım, sevdiğim insanlar en çok ondan bahsediyor. Yazar, çevirmen Armağan Ekici... Yeni çevirisi Ulysses, Norgunk Yayıncılık'tan henüz çıktı.  "Enteresan mevzular dergisi" Futuristika'da Barış Yarsel, Ekici'yle dört başı mamur bir röportaj yapmış bu vesileyle. Beğenerek okudum. "Merak Cemiyeti'nin inançlı üyeleri için..." Siz de beğenirsiniz, eminim. Buradan buyurun. 

Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bu alttaki şarkıyı bugün dinlemeyeceksek, başka ne zaman dinleyeceğiz (gerçi ben her gün sabah akşam dinliyorum.) U2'nun geçilmezi Until The End of the World. Yukarıdaki fotoğrafı da Hikmet Hükümenoğlu'nun blogundan hırsızladım. Affına sığınırım.





sar oradan üç tane bulutlu

Mark Zuckerberg gitgide Simpsons'daki o haris, meymenetsiz fabrikatöre dönüşüyor. Sürekli ellerini oğuşturuyor. Ellerini oğuşturuyor; sonra da gidip Facebook'un kullanıcılarından daha ne tırtıklarım diye hesaplarına dalıyor.

Şimdi bir milyar dolara satın aldığı Instagram'da da aynı çarkı çeviriyor. Çekilip sisteme yüklenen fotoğraflar, bilabedel şirkete geçecek. Instagram, canının çektiği firmaya okutacak onları. Oh ne ala!

Hiç öyle buluttur, kedidir, para etmez demeyin. Öyle bir eder ki... İçerik her zaman para eder. Ama bu işin sevimsiz bir sonucu olacak. Fotoğrafçılar için pazar kırılacak. Stok fotoğrafçılığı zaten işleri düşürmüştü; bu sistem stoklara da rahmet okutacak.

Fotoğraf da tıpkı yazı gibi değersiz bir ürüne dönüşecek. O kadar çok var ki, artık değeri yok. Profesyoneller için -çok bir şeye tekabül etmese de- halihazırda var olan değişim değeri de düşecek. Ne fotoğraf lazımsa, Instagram'ın sepetinden çıkar nasıl olsa... Instagram, stok fotoğrafçılarının da altında bir bedelle piyasaya sürerse onları sistem çöker.

Şimdi herkes iyi yazıyor, neşeli fotoğraf çekiyor gibi geliyor ama gerçekten iyi içeriği bir gün çok arayacağız.

Not: Instagram'ın CEO'su Systrom'un "ya bir yanlışlık olmuş" dediğini biliyorum. Bu durumu değiştirmez, sadece erteler. Bu arada, bu kadar terbiyesiz bir ifade de az duyulmuştur herhalde. Yahu nerede yanlışlık olmuş, ne çektinizse bizimdir, diye yazmışsın işte. Çocuk mu kandırıyorsun?

intikamın kürtçesi ve kozmik dans - akşam kahvesi okumaları

Bu akşam kahvesinde güncel mevzular yok. Zaten akşam da değil şu an, epey bir geceye geçtik. Dilerseniz başlığı gece viskisi olarak değiştirebilirsiniz.

İlkin eskilerden gelsin... Murat Uyurkulak'tan. Birazdan okuyacağınız, her şeyden önce, müthiş bir metin. Uyurkulak, ilk romanı 'Tol'u nasıl yazdığını anlatıyor. Her satırı güzel ve sahi... Şimdi söylemesi biraz ayıp olacak ama ben bu yazıyı defalarca okudum ama henüz Tol'u okumadım. İlk fırsatta kusurumu gideririm.




"(...) Tol’un ilk halini orada bitirdim, bilen biliyor, şarap ve makarnayla… Tat ketçaplara ve Calve mayonezlere de müteşekkirim… Nereye göndereceğim çoktan belliydi… Metis, Defter, zira oradakiler bizim için okuldu…

Ceyda beni Radikal Dışhaberlere aldı… Ben yazıyordum. Belgrad’a bombalar yağıyordu, ben yazıyordum… Hafiz Esad öldüğü gün güzel bir haber ve güzel bir bölüm yazdım… Yazdıklarımın çıkışını alıyordum arada bir, bu Gülriz’in dikkatini çekiyordu, tatlı tatlı gülüyordu.

Günün birinde, nasıl olduğunu anlamadan, nihai çıkışını aldım kitabın… İthafı vardı, ismi yoktu… Ali ve kardeşi Özgür’e gidip ‘İntikam Kürtçe ne demek’ diye sordum… Söylediler… Söylediklerini ilk sayfaya yazdım, tekrar gönderdim Müge’ye…"

Tamamını buradan okuyun: "Tol'u bir hayvan olarak yazdım"


İkinci önerim güzel blog Yazıhane'den. Onur Erdem, "bir şarkı için uygun konu nedir" diye soruyor. İyi de ediyor.
 
Bugün mesai kısa. Son olarak, az önce yazısını okuduğunuz Erdem'in Twitter'da (medreruno) gösterdiği bir link. Airpano.com Harika harika harika...

Çalışıyoruz, didiniyoruz, mevzu nerelere kadar gidiyor. Aşağıdaki fotoğraf belgesi olsun işte. Yukarıda da yapmak istediğim röportaj, atmak istediğim başlık. Vonnegut'la kozmik tapdans. 

stanley kubrick cevaplıyor: hayat yaşamaya değer mi?

Playboy, zamanında Stanley Kubrick’e şöyle sormuş: Hayatın bir amacı yoksa, yine de yaşamaya değer mi?Evet, fani olmakla bir şekilde başa çıkanlarımız için yaşamaya değer. Hayatın böylesi anlamsızlığı, insanı kendi anlamını yaratmaya zorluyor. Çocuklar hayata kirlenmemiş bir merak duygusuyla, yaprağın yeşil olması denli basit bir şeyden bile büyük keyif alma kabiliyetiyle başlıyor. Ama büyüdükçe, ölüm ve çürüme onların bilincine sızıp yaşama sevinçlerini, idealizmlerini ve ölümsüzlük varsayımlarını aşındırmaya başlıyor. Bir çocuk olgunlaştıkça, baktığı her yerde ölümü ve acıyı görüyor ve insanın nihai iyiliğine inancını yitirmeye başlıyor. Ama birazcık güçlüyse –ve de şanslıysa- ruhun bu alacakaranlığından çıkıp hayatın ateşine uyanabilir. Hem hayatın anlamsızlığı yüzünden hem de ona rağmen, taptaze bir amacı ve yemini ortaya çıkartabilir. Doğduğu andaki o saf merakı belki yeniden yakalayamaz ama daha da dayanıklı ve besleyici bir şeyleri şekillendirebilir. Evren hakkındaki en dehşet verici şey onun düşman değil aldırışsız olmasıdır. Ama bu aldırışsızlık haliyle uzlaşmayı becerir ve ölümün sınırları dahilinde yaşamın meydan okumalarını kabul edersek –insan bunları yapmak için ne denli kararsız olsa da- bir canlı türü olarak varlığımız gerçek bir anlama ve doyuma ulaşabilir. Karanlık uçsuz bucaksızsa da, kendi ışığımızı yakmalıyız.

birazcık yağmur kimseyi incitmez


Eski mahalleden, eski zamanlardan...

İlk damlalar kocaman ve nedense beyazdı. Kafamı gökyüzüne kaldırıp baktım, bulutlar o kadar da tehdit edici görünmüyordu. Şemsiyem yoktu. Birazcık yağar, geçer dedim. Yaz yağmuru.. . İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındaki ışıklara yürüdüm. Yayalara kırmızı ışık henüz yanmıştı, vızır vızır geçiyordu arabalar. Şimdiye dek orada çok durdum biliyorum, yeşil tam 90 saniye sonra yanacaktı.

Beklemeye başladım.

10. saniye: Yağmur hızını arttırdı. Omuzlarım hafiften ıslanıyor.
20. saniye: Yine kafamı kaldırdım, bulutlar hızla birleşiyor.
30. saniye: Sırılsıklam oldum. Yeşil yanınca sığınabilecek bir yer kestirmeye çalışıyorum. Nafile, her yer açık, saçak yok, dımdızlak ortasındayım yolun.
45. saniye: Üzerime kova kova su boşaltılıyor sanki. Muson yağmuru gibi müthiş bir basınçla yağıyor. Yapacak bir şey bulamayınca, ellerimi çaresiz, ceplerime soktum. Sırılsıklamım ve geriye dönüş yok artık.
60. saniye: Arkamda bekleyen yaşlı adam, gök gürültüsü gibi bir sesle “Amaaaaan” diye bağırdı. Bir histeri krizi geçiriyormuşçasına gülmeye başladı sonra. Ben de kendi halime gülüyorum. Ama sessizce.
70. saniye: Adam gülüyor…
80. saniye: Adam gülüyor…
90. saniye: Yeşil yandı. Adam gülüyor. Ben ok gibi fırladım karşıya doğru. Adam yerinde kaldı.

Caddenin karşısından dönüp baktım. Adam gülmeye, yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu. Damlalar nedense kocamandı.

ayakta yazmak


Büyük yazarlar nasıl yazardı? Nedense hiç unutmam, Victor Hugo'nun ayakta yazdığı söylenir. İşte orada, yüksek yazı sehpasının başında, koca Hugo, arada bir sakalını karıştırarak yazıp duruyor saatlerce.

Belki de adamda kuyruk sokumu ağrısı vardı. Ancak aklıma geldi

yalnız mum, sis düdüğü ve ayın ruhları - akşam kahvesi okumaları

* Yanmak isteyen bir yalnız mum... Kendini tutuşturmak için bir kibrit kutusundan yardım istiyor. Olayların nasıl geliştiğini daha sonra nasılsa okuyacağız. Danimarka'nın Odense şehrinde, emekli bir tarihçinin bir kutunun dibinde bulunan el yazmalarının Hans Christian Andersen'e ait olduğu tahmin ediliyor. Odense'deki Andersen müzesi yetkililerine göre masal kuvvetle muhtemel yazarın ilk eseri. (Gelişmeleri şu AP haberinden okuyabilirsiniz - İngilizce) Danimarka'nın -bizde bastığı karikatürlerle meşhur olan- Politiken gazetesi haberi elbette manşete çekmiş.

* Aktüel dergisindeki son işim Taraf'ın ilk gününe dairdi. O sırada yazdığım Medyatek köşesi için gitmiş, gazetenin çıkış heyecanına ortak olmuştum. Alev Abi (Er), Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ümit Kıvanç nasıl da mutlulardı. Altan, "bambaşka bir gazete yapacağız, ilk günden beceremeyeceğiz belki, ama ileride herkes anlayacak" demişti. Güzeldi. İlk zamanlarında ben de severek okudum. Zaten sevdiğim, inandığım insanların yaptığı bir gazeteydi. Derken her şeyin gazı kaçtı. Önce Alev Abi gitti, bir süre sonra Ümit Kıvanç. Bense uzun zamandır Taraf'ı ne benimsiyor, ne yayımladığı haberlerden, ne de kullandığı dilden hazzediyorum. Ayrıntıları hepiniz biliyorsunuz, uzun mesele. Ama özellikle Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır'a yönelik akla zarar helikopter düşürme suçlamasını, o koca koca insanların herhangi bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl bağdaştırabildiklerini, nasıl içlerine sindirerek yayımladıklarını halen anlamıyorum. Şimdi de Altan ve Çongar gidiyor. En başından bugüne kadar düşününce: İyi bir gazete olabilirdi, sadece yazık oldu.

Gazetenin sahibi Başar Arslan'ın TR4'ten Hazal Özvarış'a verdiği röportajı hatırlayalım. 

"Altan'la Taraf'taki ilişkinizde bir zaman sınırlamasında bulundunuz mu?
Ahmet Bey zaten bu işleri başkası yapsa çok hoşlanır. O, bu ülkede çocuklar ölmesin, herkesin huzurlu yaşayacağı demokratik bir ortam olsun diye çabalıyor. Diğer Altan ailesi üyeleri de böyle... Bunu başka birileri yapıyor olsa Ahmet Altan, 'Ben burada, bu işin başında olacağım' demez. Gençlere de devredebilir, başkasına da bırakabilir; roman yazmayı tercih eder. Sonuçta bunlar siyasi, sıkıcı konular. Böyle bir şeyi kim ister ki? İnsanlar bu yüzden inanamıyor, yapılan yakıştırmalar da bundan kaynaklanıyor. Ben öyle olmadığını biliyorum."
 
* Tom Waits'i severim. Seveni de severim. Cem Pekdoğru, güzel isimli güzel blog Yazıhane'de üstadın güzelliklerinin üzerinden şöyle bir geçmiş. Bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? (Benzer satırlar bu blogda da vardı, hatırlarsanız)

"Sevdiğiniz sesler? Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western'lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular."

* Özellikle spiritüel meselelerle ilgilenenler için, Aycan Aşkım Saroğlu müthiş bir blog yazmaya başladı. İyi gazeteci, iyi insan, iyi bir arkadaştır Aycan. Ayın ruhundan da anlar. soulsofthemoon'a buyurun

Allta son zamanların harika kapaklarından biri. Current

hep klinsmann'ın yüzünden - bir itiraz

Mahir Ünsal Eriş'in 'Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...' isimli kitabını okudum. Birçok arkadaşım tavsiye etmişti zaten. İyi öyküler... Ben özellikle ilkini beğendim. Ama sırf isminden dolayı bir başka öyküyü, 'Hep Klinsmann'ın Yüzünden'i merak ediyordum. Sabırla, sırası gelene kadar bekledim.

Çünkü bana "bütün dünyadan bir tane futbolcu seç" deseler, Klinsmann derim.

Eriş sağolsun, silkelemiş biraz Klinsmann'ı. Üstüne bir de (yine sempati duyduğum) Rudi Völler'i. Ama öyküsü güzel, bizim de elimiz bağlı, yapacak bir şey yok.

Aslında var. Kendimce itirazımı, altı sene evvel, Almanya'daki Dünya Kupası sırasında (Klinsi Alman takımını yönetiyordu) eski blogda yazdığım şu yazıyla dillendireyim.

Bu arada, söylemeye gerek bile yok, Bangır Bangır Ferdi'yi okuyun. Rakıyla. Sabaha karşı.

***

Alman milli futbol takımını oldum olası sevmem. Genellikle sıkıcı bir futbol oynarlar; saç kesimleri kötüdür, formaları kötüdür, taraftarları kötüdür ama futbolla biraz ilgili herkesin bildiği üzere HEP kazanırlar.

Disiplinli, takır takır işleyen, son ana kadar aynı düzende çalışan bir makine… Almanlar futbol oynuyor! Böyle makineleri de sevmem zaten, disiplini de. 90 Dünya Kupası’nda her tarafta o berbat Alman formaları vardı. Bütün bir millet, onu tişört olarak da giymeyi uygun görmüştük. Peeeehh! Mesela bir Franz Beckenbauer de futbol aleminin en sıkıcı adamıdır herhalde; bugünlerde ne sık rastlıyorum ona. Dortmund’da, Frankfurt’ta, Berlin’de her yerde, her statta aynı manasız bakışlarla sahayı tarıyor. Helikopterle bir oraya bir buraya koşturuyormuş bütün maçları seyretmek için. Biz de onu seyrediyoruz.

Ama bir adam daha var ki, onu her gördüğümde seviniyorum. Jurgen Klinsmann… O hiç sevmediğim Alman takımının sempatik forvetiydi. İyi futbolcuydu, biraz bizim Metin Tekin’e benzetirdim onu futbol oynadığı zamanlarda. Klinsmann nedense, o disiplinli Alman takımına başka bir yerlerden sızıvermiş gibi gelirdi bana. Hem çok iyi bir forvetti, hem de efendi, kendi halinde, sürekli yüzü gülen bir adamdı. Sanki bunlar futbol için çok önemli özelliklermiş gibi, şöyle iyi adamdı böyle güzel adamdı filan feşmekan deyip dururuz ya. İşte Klinsman da o kategoriden bir adamdır.

Şimdi bir zamanlar attığı gollerle dünya kupası şampiyonluğuna taşıdığı milli takımının başında. Kulübede ne zaman onu görsem, Almanya’ya karşı bir sempati duyuyorum. Ayrıca Allahı var, takımına da çok güzel top oynatıyor. Kupa başlayana kadar çok eleştirildi ama çok genç ve güldür güldür hücum eden bir takım kurmuş meğerse. Bu sene Arjantin, ABD ve Avustralya ile birlikte futbolseverlerin yüzünü ağartan bir futbol oynuyorlar (nedense de hepsi A ile başlıyor). Oyunu çirkinleştirmeden ve hep gol atmayı düşünerek.

Ve Klinsmann, Almanya her gol attığında bir yumruğunu havaya kaldırıyor, yanındaki oyunculara sarılıyor. Yüzü aydınlanıyor. Futbol yine Almanların kazandığı bir oyun olmaya devam ediyor ama hiç değilse Beckenbauer’in değil Klinsmann’ın başında olduğu Almanya kazanıyor. 

entelektüel denklik, yaratıcı yazarlık ve talihsiz serüvenler - akşam kahvesi okumaları

Yahu ne iyi röportajlar çıkıyor son günlerde. Bir tanesi de Vatan'dan Mine Şenocaklı'nın. Şenocaklı, Murat Belge ile Muhteşem Yüzyıl tartışmasından yola çıkarak söyleşmiş; çok da iyi cevaplar almış. Ama ben özellikle bir soruya bayıldım. Şenocaklı, Belge'nin daha önce anlattıklarından hareketle Pargalı ile Kanuni arasında Platon'un anlattığı türden entelektüel bir denklik olup olmadığını soruyor. Zekice.


" (...) Bu dizileri, filmleri yapanlar ortalıkta söylenenlerin aksine olumlu bir renge boyuyorlar tarihi kişilikleri aslında. Mesela Kanuni önce Pargalı'yı boğdurttu, o engel ortadan kalkınca da Mustafa'yı boğdurttu. İkisinin arası çok fazla değil. Kanuni'nin Pargalı'yla gençlik ilişkisinin ne olduğu da gayet şüphelidir." 

Bu röportaj için neden Murat Belge'ye başvurulduğunu anlamamıştım. Onu da gayet güzel izah etmiş Şenocaklı. Örneğin Belge'nin 'Osmanlı: Kurumlar ve Kültür' isimli bir kitap yazdığını da bilmiyordum; benim ayıbım olsun.

Sadece diziden bahsetmemiş Belge. Yeni Türkiye'den de konuşmuşlar:

(...) Geçenlerde Deniz Harp Okulu'ndaki törende 'Onları unutmadık' diye tutuklu komutanların fotoğrafları taşınmış, bir şeyler olmuş. Bu iş bitti falan denilebilecek bir durum yok. Umarım böyle bir şey olmaz. Bunu da tabii kimseyi korkutmak için söylemiyorum. Kendim korktuğum için söylüyorum. 'Böyle olursa' diye... Çünkü askeri darbe olursa sağ kalmayacakların başında ben de gelirim sanıyorum. (...) Onlar bir gelirlerse bu şartlarda tam bir temizlik yaparlar, tüm mikropları temizlemeye başlarlar, öyle değil mi? Beni yok etmeleri gayet normal. Ben de olsam yaparım. 

Bu röportajı muhakkak okuyun. Birinci bölüm. 
İkinci bölüm. 

* Zaman zaman benim de yazdığım sabitfikir dergisi bu ayki kapağını yaratıcı yazarlık kurslarına ayırmış. Burcu Arman'ın (beyazkadınçatalldilli) yazısı gayet meraklı. İsabet olmuş. (Şuradan okuyabilirsiniz)

" (...) Cem Akaş, Mesele Dergisi için yazdığı bir makalede bunu 'Ben edebiyatı' olarak isimlendirir. Yalnızca yazarların değil eğitmenlerin de kendilerinden yola çıkarak hazırladıkları egzersizleri eleştirirken şöyle anlatır: '… Daha ironik olanı, sürekli kendini anlatma merakında olan ve sayıları her gün artan insanların, karşılarında sürekli onları merak eden ve sayıları artan insanlar bulacaklarını varsaymaları. Oysa böyle olmuyor; yalnızca yaratıcı yazı mezunları birbirlerinin yazdıklarını okusaydı bile olurdu, ama onlar da okumuyor.' Akaş bu konuda yalnız değil. Barbaros Altuğ da kendini 'her olan bitenin iyi niyetli  bir girişim olduğunu düşünmeyen fena insanlardanım' diye tanımlarken atölyelerin artmasındaki temel nedenin son 15 yılda yazarlığın artık şöhret ve maddi imkânları da getiriyor olmasına bağlıyor."

* Cem Akaş demişken, güzel blogu Şefin Salatası'nda ilkokul önlüğü tartışmalarına bambaşka bir açı getirmiş, atlanmasın. Sanıldığının aksine, ya bu işten zenginler de çekiniyorsa diyor Akaş. (Burada)

* İlüstratöre aşk olsun. Resimlediği çocuk kitabında sevgilisine evlenme teklifinde bulunmuş. Başarılı da olmuş, bravo (Hikâyeye şuradan ulaşabilirsiniz) Üstelik mevzubahis kitap da, kitabın fikri de kapağı da pek güzel (yukarıda görüyorsunuz işte) Edgar Allan Poe sevenleri birleştirmiş, daha ne olsun.

Bugün Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümü; aşağıdaki karikatürü Kıvanç Koçak paylaşmış twitter'da. Buraya da aldım, pek güzel.

maaş meseleleri

Biraz sektör bilgisi vereyim. ABD ve Kanada'da dergilerde çalışanlarla gazetecilik öğrencilerini bir araya getiren Ed2010, bir çağrıda bulunmuş ve kimin ne kadar para kazandığını açıklamasını istemiş. İsimler yayımlanmıyor elbette ama gönderilen rakamlar üç aşağı beş yukarı bir fikir veriyor.

Newsweek'te çalışan bir tanıdığım 2008 krizi sonrasında maaşların (en çok da freelancer'ların kazançlarının) önemli ölçüde düştüğünü söylemişti. Doğruymuş (bizim memlekete göre gene de yüksek.) Ben rakamların yalancısıyım; tablo aşağıda. Gazeteci arkadaşlarım, kendi kazandıklarıyla karşılaştırır artık.

Hearst Grubu - Genel Yayın Yönetmeni  (150 bin dolar*)
Time Inc. - Yardımcı Editör  (36 bin dolar)
Conde Nast - Yardımcı Editör ** (38 bin dolar)
Life.com - Yardımcı Editör (30 bin dolar)
Robb Report - Yardımcı Editör (42 bin 700 dolar)
Time Inc. - Dış Muhabir (50 bin dolar)
Manhattan Media gazeteleri - Konular Editörü (30 bin dolar)
Hearst - Freelance Fotoğraf Editörü (150 dolar / gün)
Hearst - Freelance Online Fotoğraf Editörü (20 dolar / saat)
Conde Nast - Web Yapımcısı (28 dolar / saat)
Washingtonian - Stajyer (7.55 / Saat)
Time Inc. - Stajyer (10 dolar / saat)

Bu da yayınevlerinde çalışanlar için gelsin:

Harper Collins - Editör (52 bin dolar)
McGraw Hill - Proje Asistanı (30 bin dolar)

*Rakamlar yıllık
** Dışarıda associate editor ve assistant editor ünvanları bizde pek kullanılmayan yardımcı editör anlamına geliyor (Editörlük payesi bol keseden verilmediğinden)

- Yine Time Inc. ve Hearst'te benzer editör yardımcılığı pozisyonları için 30 binden 50 bine değişen rakamlar verilmiş. Farklı dergiler, farklı görevler.

Tam liste için buraya.

Son not: Özellikle ABD'de internet sitelerinde çalışanlar daha da kötü bir çarktan geçiyor; o da başka bir post'un konusu olsun.

karşılaşmalar - akşam kahvesi okumaları


* Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet'te çok güzel röportajlar yapıyor. Bir Pazartesi serisi; okumadan geçmeyin... Sonuncusu AKP'nin Dış İlişkilerden Sorumlusu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'leydi. Ufak bir not düşeyim: Çelik, Özkartal'ın siyaset bilimci Lipset'i içeren sorusuna "Lipset'i de biliriz Hannah Arendt'i" diye cevap vermiş. Böbürlenmesine hiç gerek yok. "Lipset'i de (Stein) Rokkan'ı da bilirim", deseydi artı puanı yazardım; zira onlar siyaset literatüründe Zeki-Metin gibi bir ikili haline gelmişti. Hem Arendt nere Lipset nere? Neyse, röportaja buradan buyurun. 

* Birazcık rötarla Hürriyet'ten Tolga Tanış'ın röportajı... Tanış Küba'ya gidip, adada Kolombiya hükümetiyle barış görüşmeleri yürüten FARC liderleriyle konuşmuş. Önemli, çünkü gazetelerimiz artık bu tip haberlere para harcamıyor. (Burada okuyabilirsiniz.)

* Semih Kaplanoğlu, benim bugüne kadar en severek okuduğum köşe yazılarını kaleme aldı. Daha sonra İletişim Yayınları'nın kitap olarak da bastığı 'Karşılaşmalar' köşesi efsanedir. Tadımlık bir yazı paylaşayım diye Radikal'in arşivine girmeye çalıştığımda epey dolanmak zorunda kaldım. Gazete sağolsun eskilere ulaşmamızı istemiyor; ama kapıyı da tam kapatmamış; bir aralık bulup sızıyorsun içeri. Bir eski yazıya buyurun. Bisiklet Üzerinde...

"(...) Aynı uçaktaydık ama bisikletleri kiraladığımız yerde tanıştık. Benden çok daha genç. İkimizin de K'ya gitmek için yola çıktığını, mesleklerimizi ve birbirimiz hakkındaki önemsiz bir sürü ayrıntıyı kiralama formlarını dolduran kızın sorularını yanıtlarken öğrendik. Yol boyu hiç konuşmadığımız ama ancak K'ya vardığımızda anlayacağımız bir ayrıntı ikimizi çok daha kuvvetli bir şekilde birbirimize yaklaştıracak..."

* İşte bu da müthiş bir başka hikâye. Semih Kaplanoğlu usülü bir karşılaşma diyelim. Yazıldıktan ancak 71 yıl sonra yayımlanabilen bir köşe yazısı. Washington Post'tan...

Altta, 82 yıl öncesinden çıkagelen bir Vogue kapağı. Harika!


beyaz kedi içeriye, siyahlar dışarıya

Biraz eskilerden bu...

Yeni yeni sökmeye başladığım Hollandacam bugün ilk defa işe yaradı. Sabah tramvay beklerken, karımla aramızda Türkçe konuştuğumuzu gören orta yaşlı bir kadın bize yanaştı ve "Hollandaca biliyor musunuz" diyerek elindeki kâğıt parçasını uzattı. Türkçesi de kırık döküktü biraz: "Temizliklere gidiyorum, ev sahibi geçen hafta bu notu yazıp verdi, kediler hakkında, ne diyor?"

Nota baktım; soru bildiğim yerden gelmişti. "Beyaz kediyi sakın dışarıya bırakma, diğer iki siyah kedi çıkabilir!" Tercüme ettim.

Kadın ferahladı. Sonra "Burada mı oturuyorsunuz" diye sordu neşeyle. "Yeni geldik" dedik. İçten gülen, mavi gözleri vardı. "Ben de Bulgar göçmeniyim" deyip koşturarak gidiverdi.

Bulgar göçmeni... Hollanda'ya yaptığı ikinci göçü olmuş ama esas uzaklığı ilki ölçüyor demek ki.

telegram, çevirmenin çilesi ve otosansür - akşam kahvesi okumaları

* Geçen haftadan kalan bir Ruşen Çakır röportajı. Çakır, Bolu F Tipi Cezaevi'nde tek kişilik hücresinde yıllardır yatan, Türkiye'deki İslamcı düşüncenin liderlerinden Salih Mirzabeyoğlu ile söyleşmiş. İki isim 25 yıl sonra yeniden buluşmuş. Röportajdaki "telegram işkencesi" bölümüne özel dikkat! (Buradan okuyabilirsiniz.)

"(...) 'Değişmemiş' diyorum ama tam bir çileyle geçmiş 14 yılın ondaki insani, duygusal yönü daha fazla ön plana çıkarmış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki, o duygusal atmosferde kendisine şu soruyu sorma cüreti bile gösterebildim: 'Bu süre içinde İslamiyet ile, Allah ile ilişkini yeniden düşündün mü?'"

 * Gazeteci Gülenay Börekçi'nin Egoistokur isimli sitesinden sekiz ay öncesinden gelen bir röportaj. Ben yeni gördüm ve çok sevdim. Börekçi, çevirmen Zeynep Heyzen Ateş ile söyleşiyor. Son olarak muazzam yazar Roberto Bolano'nun 2666'sını İspanyolca'dan Türkçe'ye çeviren Ateş, mesleğin çilesini anlatıyor. Bolano notları da cabası. Muhakkak okuyun. 

" (...) Para ise apayrı bir sorundu. Bir daha bu tür bir işe soyunmakta tereddüt edecek olmamın nedenlerinden biri de budur. Hiçbir yayınevi, size çıkarıp da iki yıllık masrafınızı karşılayacak para vermiyor. Gerçekten gönül verdiğiniz için bu tür projeleri kabul ediyorsunuz. 2666’nın kahrını en çok annem çekti bu anlamda. Otuz yaşında hâlâ anneniz size bakıyorsa artık tutkularınızı gözden geçirmenizin zamanı gelmiş demektir. Bir daha ona bunları yaşatır mıyım, bilmiyorum."

* Kaya Genç, Index On Censorship'in Uncut isimli bloguna memleketteki Muhteşem Yüzyıl tartışmasını yazmış. Görüş aldığı isimlerden yönetmen Ümit Önal "Türkiye'de bir sanatçı otosansür yapmıyorum diyorsa, yalan söylüyordur" diyor. (Buradan okuyun - İngilizce)

* Anglosakson basınının aklınıza gelecek her saygın yayınında işlerini yayımlamış David Cowles'un blogu son günlerin keşfi. Cowles, tumblr'da ünlü figürleri özel ilüstrasyonlar ile anıyor. Aşağıda Sammy Davis Jr ve Jim Morrison.

Üstte de güzel dergi Cultura da Bicicleta'nın kapağı.

duvardan geçmek için

Los Angeles Times, yazarlara neden okuduklarını sormuş. 'The Suitors' isimli romanın yazarı Ben Ehrenheich yanıtlıyor:

Tam hatırlamadığım bir kitap var; ama onu ilkokul kütüphanesinde nerede bulduğumu net hatırlıyorum. Kapıdan girdikten sonra iki buçuk metre kadar sağda, alttan üçüncü rafın tam ortasında. O zamanlarda da bugünkü gibi iflah olmaz bir okurdum.. Okul otobüsünde okurdum; yemek masasında, yorganın altında, kapısı kilitlenebilen tek odada saatler boyu okurdum. Ya da banyoda okurdum, hem de kız kardeşimin kapıyı yumruklayıp durmasına rağmen… Bahsettiğim kitap tıpkı benim gibi yalnız bir oğlan çocuğu hakkındaydı. Çocuk dokunduğu her şeyin üstünde ritm tutmak ve ritmi kuran her küçük darbeyi saymak gibi sıkıntılı bir alışkanlığa sahipti. Bir gün taştan bir duvara tıp tıp vurdu ve bir kapı ortaya çıktı. Kapının arkasında başka bir dünya vardı; daha iyi sayılmazdı ama daha parlak ve hareketliydi. Ben de onun etrafı tıpırdatıp durmasına neden olan dürtü yüzünden okuyorum; kapılar aramak ve duvarlardan geçmek için…

mimar, mumya ve çok para - akşam kahvesi okumaları

Hemen başlayalım. 

Memlekette dergilerden bahseden blog pek az. Apollo Boy uzun zamandır dergiler hakkında yazıyor, ne güzel. Onun kaleminden 2012'nin en iyi dergi kapakları seçkisine buradan buyurun. (Vakit bulursam belki ben de gönlümce bir sıralama yaparım.)

Blogunda daha fazla yazmasını isterim, ama sevgili Kafcamus'un işten güçten pek vakti kalmıyor sanırım. Bu ara bir yeni post yazmış neyse ki. Enver'in Mahallesi'ne buyurun.
"(...) doğuştan Cağaloğlulu adamın evin yakınındaki 'mektebe' gidişini, Divanyolu'nda koşturmasını, Ayasofya'ya bakışını, neden sonra Babıali'yi basışını, 'Enverland'a giden hikayeyi ve sonrasını ve sonrasını düşününce insanın gözü, gönlü bir hoş oluyor işte."

Klişeyle devam. "İyi şeyler de oluyor." Fifty Shades of Grey satış rekorları kırınca, yayıncısı Random House, çalışanlarına yılbaşı ikramiyesi olarak 5 biner dolar dağıtmaya karar vermiş. Depo işçisinden editöre herkes hesabın içinde. 

Yine Random House. 26 yaşındaki oyuncu/yazar/yönetmen Lena Dunham 66 sayfayla nasıl 3.7 milyon dolarlık anlaşma imzaladı?

Yukarıdaki kapak Brezilyalı dergi Epoca'nın... Geçtiğimiz günlerde ölen efsane mimar (ve de hemşehrileri) Oscar Niemeyer'i anıyorlar. Aşağıda da Fransa gazetesi Liberation "Mumya dönüyor" diyor. Berlusconi'nin bir türlü ölmeyen siyasi hırsı için.

bravo ne akıllar

Ben bu lafı sevdim. Muhlis Bey'i de severdim zaten. Ama bu belli ki Behiç Pek'in çizgisi. Laf da onundur.

Normalde dilime pelesenk olurdu. Sorun şu ki, burada bunu söyleyebileceğim pek az kişi var.

ben geldim gidiyorum

İstanbul'daki mahalleden, eskilerden... 

Mahallede, küçücük bir dükkânı olan yaşlı bir adam var. Dükkânında simitler, poğaçalar, bazen de ufak kurabiyeler pişiriyor. Sabahları satabildiği kadarını satıyor, öğleden sonra da kalanları sepetine doldurup sokaklarda dolaşmaya başlıyor.

Dolaşırken, sadece,

-Ben geldim, gidiyorum!

diye bağırıyor. Başka da hiçbir şey söylemiyor. Sesini tanıyanlar, ellerinde bozuk paralarla uzanıyor pencere ve balkonlardan. Onları görünce duruyor, sepetini karıştırmaya başlıyor.

alaska, karanlık ve yahudi polisler

Yekta Kopan, Fil Uçuşu isimli blogunda "bitirmekte zorlandığınız kitaplar hangileri" diye sormuş. Kendi cevabımı arada bir sıkıntıyla hatırladığım güzel bir soru. Kopan'ı zorlayan Joseph Conrad'ın Gizli Ajan'ıymış. Yorum bırakan okurları da bir dolu kitabı sıralıyor (şuradan bakabilirsiniz).

Benimkisi tartışmasız Boncuk Oyunu'ydu. Hermann Hesse'nin... Bırakıp bırakıp yeniden başlamış, sonunda 15 saatlik bir otobüs yolculuğunda, yanıma tek onu alarak, mecburen bitirmiştim. İyi miydi? Pek hatırlamıyorum. Ama bitirmenin verdiği rahatlama hissi halen aklımda. (Ben Afa baskısını okumuştum; şimdilerde YKY'deymiş.)

Bu cevap artık geçerli değil. Üç ay evvel Michael Chabon'un The Yiddish Policemen's Union'unu nihayet bitirebildim. Müthiş bir hikâyeydi; Chabon da doğrusu üstün bir yazar. Dördüncü denememde okuyabilmemin sebebi nedir peki? Belki de gereken ruh haline ancak girebildim, bilmiyorum. Açıklaması yok.

Daha da tuhafı, bugün okuma tavsiyesi sorsanız, size The Yiddish Policemen's Union'u öneririm. Bitiremezseniz bile Chabon'un kurduğu o benzersiz Alaska kasabasına bir gidin, etrafa bakın. Bakmak yetmez aslında, iyisi mi, gerekeni yapın. Bu kitabı okumasaydım, eksik hissederdim. Bazen başlanan işi gerçekten de bitirmek gerekiyor.

Umudu kesmek üzerine bir roman bu. Kesmeyen kazanıyor.

gazeteci harikalar diyarında ya da HARO

Yıllar evvel bir Aktüel sabahlamasında, beyinlerimiz artık peynir kıvamına gelmişken, Emre'yle (Ünsallı) oturmuş makara yapıyorduk. Haber yazma zahmetini nasıl en aza indirebilirdik? Görüş Merkezi fikri o zaman geldi. Öyle ya, yazdıklarımızı doğrulatmak için haldır haldır birilerini arayıp bulmak, tartışmak (ve bazen de haberden vazgeçmek) yoruyordu. Ama içinde bütün uzmanların yer aldığı bir görüş verme merkezi kurulsa, bir telefonla istediğimiz kişiye bağlanabilsek fena mı olurdu?

Askeri konular için lütfen 1'e...
Tıbbi konular için 2'ye...
Magazin meseleleri için 3'e...

..
..
..

Basın temsilcisine bağlanmak için lütfen hatta kalın.

Biz işin dalgasındaydık tabii. Yanılmışız. Hem de çok... ABD'deki birtakım uyanıklar, görüş merkezini çoktan hayata geçirmiş. Bir farkla. Biz belki ufuk darlığından belki zaten ciddi olmadığımızdan belki de meselenin bürokratik yapısından ötürü bir bina düşünmüştük. Postane gibi, Genelkurmay gibi ne bileyim Dışişleri Bakanlığı gibi... Işıkların hiç sönmediği bir görüş merkezi. 24 saat gazetecilerin hizmetinde.

Help A Reporter Out (kısaltılmış versiyonuyla HARO) ise internetin çocuğu.  Slogan basit: Herkes bir şeyde uzmandır! Gazeteciler soruyor, uzmanı cevaplıyor. Kurucusu tahmin edeceğiniz gibi bir PR uzmanı, Peter Shankman. Kuruluş tarihi (bu kadar geç bu işe uyandığım için kusura bakmayın) 2008. Servisi kullananlar arasında New York Times, Huffington Post gibi kalburüstü yayınlar var.

Sistem tembel gazeteciyi yemlemek prensibiyle işliyor. Muhabir cevap aradığı soruyu siteye yazıyor. Örneğin "2013'te kasırgalar hangi ülkelere zarar ne kadar zarar verebilir" diye soruyor. Meseleyi site üzerinden öğrenen uzman kişi, birkaç cümlelik (tercihe göre daha uzun) cevabını gönderiyor. "Amma çalışmışlar, herkese sormuşlar, bravo" diye okuduğunuz bazı haberlerin arkasında böyle tuhaf bir düzenek mevcut işte.

Haberlerin içinde "uzman" olarak geçmek isteyenler bu iş için para ödüyor. Gazeteciye ise beleş. Kimin bu işten ne çıkarı olduğunu artık siz hesaplayın.

Gazetecilikte dibi gördük diyordum. Görmemişiz. Bence daha da ineriz aşağıya.


yazarak yaşamak

Bir yazarın yaşamını idame ettirmesini sağlayan yazıların kendisi yaşamaz. Onlar hiçbir zaman yazarının en iyi yazıları değildir. (...) Yaşamak için kalemine dayananlar, edebi angaryalarla uğraşmaktan kaçamaz. En iyi ihtimalle, çoğunluğa hitap eden yazılar kaleme almak zorunda kalırlar.

John Stuart Mill, Autobiography

yan yana fotoğraf çektirelim

Soğuk bir sabah. Ben içeriye girdiğimde orta yaşlı Japon çift hesabını ödemiş, gitmek için ayaklanmıştı. Para üstü getiren garsona makinelerini gösterdiler. "Fotoğraf?"

Garson, "elbette" dedi. "Şöyle durun, orası daha aydınlık."

Çiftin erkeği gülümsedi. Japonların o çekingen haliyle, "yok" dedi. "Sizle karım, yan yana, olur mu?"

Garsonumuz, neşeli adam... Biraz şaşırdı, sonra omuz silkti. "Tabii, neden olmasın?"

Kadın, garsonun yanına geçti. Kocası da makinesiyle, beş adım öteye. Tam "çekiyorum" derken...  Garson, kadını bir hamlede kucağına aldı. "Böyle nasıl?"

Adam kafasını makineden kaldırdı, karısına baktı. Kadın bir an dağıldı, sonra kendini topladı, gülümsedi. Adam deklanşöre bastı. 

karanlıkta

"Karanlıkta bir başınıza olduğunuz bir salonda film seyretmenin farklı ve özel bir hissi var. Tiyatroda sosyal bir deneyim yaşıyorsunuz-ki bu da harika bir şey- ama sinemada hikâyeyle tamamen baş başasınız. Tıpkı bir roman ya da öykü okuduğunuzdaki gibi, kendi alanınızı koruyorsunuz."

Yaşayan en büyük oyuncu Philip Seymour Hoffman, Little White Lies'a anlatıyor. Ben de sabırsızlıkla Master'ı izlemeyi bekliyorum. 

allah bizi affetsin

O gün Can'la biraz da içtik tabii.
Laf her yere sıçradı.
Bir ara, hoyratça yırttığı paketten sevecen bir tavırla çektiği sigarayı ağzına götürdü ve şöyle dedi:

"Al şu kâğıdı, yaz, bunun tek çaresi umutsuzluğun algılanmasıdır. Umutsuzluk büyük bir kaynaktır. Bu noktada yaşayabilirsek her şey ortaya çıkacak. Umutsuzluk, benim gibi, Cemal gibi adamların zaten hayatının kendisidir. Türkiye bir Joconda'dır. İstedikleri kadar yüzüne bıyık sürsünler. Bütün şairler, arkadaşlar, Turgut, Oktay, Nazım, Cemal, hatta o aptal şey, hepsinin kararı şu: Biz Joconda'nın bıyığını silmek istiyoruz. Ki gözüksün Joconda! O güzel, o dünya, o felaket kadın -hepimizin aşık olduğu- masum biçimde yaşasın. Biz de maraz olarak defolup gidelim bu dünyadan! Biz uyumu, oyumu, doyumu olmayan birtakım kefereyiz. Allah bizi affetsin!"

176. gün'den. (Günler, Cemal Süreya)

şeylerin ruhu



Tanzanya’nın uzak bir köşesinde, dağların arasındaki Udzungwa Milli Parkı’nda, kaldığım odadan çıkmadan evvel etrafa son bir kez göz atıyorum. Tamamdır, geride hiçbir şey bırakmamışım. Telefon, şarj cihazı, defter, kalem… Toplamışım hepsini. Tek bir şey hariç. Arkamda ne bıraktığımı biliyorum. Canım sıkılıyor. Dönüp o koca dolabı belki beşinci defa açıyorum. Orada, içeride duruyor. Sırt çantam… İçi boş, iyice bırakmış kendini. Yırtık fermuarı kırık bir kol gibi sallanıyor. Canlı olsa, yorgunluktan dili dışarıya sarkmış derdim. Canlı değil elbette; yine de bir tuhaf oluyorum.  Çok gün geçirdik beraber. Böyle bırakıp gitmek koyuyor. Western’lerde yola devam edemeyecek atı vururlar ya… Fermuarını tekrar içine tıkıştırıyorum. Sırtına dostça pat pat vuruyorum. Dolabı kapatıyorum.

Benim hatam değil. Onun hatası da değil ama. Çok yıpranmıştı zaten. Yolculuğun daha başında önce bir fermuarı, sonra diğeri patladı. Mümkünü yok, tamir edemedim. Darüsselam’da idareten bir çanta aldım. Eskisini de, kıyamadığımdan, yol boyu yanımda taşıyacaktım. Bir süre taşıdım da. Ama Udzungwa’da, dünyanın bir ucundaki misafirhane odasında, iki çantayla seyahat etmek saçma geldi. Orada vedalaştık.

Yazar Chuck Palahniuk, Fight Club’da “sahip olduğunuz eşyalar eninde sonunda size sahip olur” der. Yaşantımı bir türlü böyle kuramasam da, katılıyorum bu önermeye. Bir iki istisna hariç. Onlardan birini anlattım işte az önce. Benzer başka eşyalarım da oldu. Sırtımda paralanana kadar kullandığım bir ceket, dikişleri tek tek patlayan bir spor ayakkabısı, bir muhtar çakmağı… Arada bir kafamı kurcalıyor bu mesele. Bir ruhu var mı eşyaların?

Geçenlerde bu konuya öteden beri kafa yoran birisinin yazdıklarını okudum. Psikometriden bahsediyordu. Eşyalardan hareket ederek onların sahibini anlamaya çalışmak, o sahibin sırlarını açıklamak gibi bir tarifi var. Bilim dalı olarak kabul etmek zor tabii; kaldı ki anlamam da bu işlerden. Dolayısıyla, aynı inançla, size de anlatamam. Ama yazıdaki bir iki ufak deney ilgimi çekti.

Birinde yazarın eline (bu tip şeylere inanmadığı eski zamanlarda) gözleri kapalıyken sırayla beş ayrı dolmakalem bırakıyorlar ve hangisinin “özel” olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. İçlerinden biri gerçekten farklı geliyor. Tahmini doğru çıkıyor. Ardından deneyi yapan arkadaşı, o kalemin henüz ölen birine ait olduğunu açıklıyor.

Bir başka deneyde, yazardan, yine gözleri kapalıyken, ağırlığı ve şekli birbirine çok benzer beş ayrı kitaptan hangisinin Başkan Marcos’un biyografisi olduğunu tahmin etmesini istiyorlar. Tahmini yine doğru (Bu deney biraz  mistik sulara girerek devam ediyor; ben o kadar meraklısı değilim; ama isteyen şurada okusun.)

Biz sorumuza dönelim. Bir ruhu var mı eşyaların? Safça bir soru. Yok elbette. Yine de üzerlerine bir yaşanmışlık siniyordur belki. Bu da bir şey. Dönüp dönüp dolabı açar mıydım yoksa?

dünyanın bütün günahları

Larry Hagman öldü. Oynadığı Ceyar'a dünyanın bütün günahlarını yazmıştık; onları yüklenebilecek bir başkası var mı? O kadar kuvvetle, inandırarak oynadı ki, bizde bile mahallenin kötüsü haline gelmişti. Çiçek Abbas'ta Ayşen Gruda, ağabeyi Şener Şen için "abi değilsin, ceyarsın sen" der. Zamanında Time'ın kapağına kadar çıkmış bir kötü adam; anlayın gerisini.

400 cumartesi



Cumartesi Anneleri, 400 haftadır çocuklarını arıyor. Daha ağır, daha acı ne var hayatta?

bildiğimiz dünyanın ilk günü

Çin'de liderler değişti. Yirmibirinci yüzyıl bu fotoğrafla (ve de resimle) başlıyor. Bu kitsch bürokrasiye yürek dayanmaz.

isli güzel bir şey



"(...) Zenith'in anteni kasanın içinde olduğundan, temiz bir yayın bulabilmek için bazen cihazın yönünü değiştirmek gerekiyordu. Masanın üzerinde ufak tefek manevralar yaptıktan sonra sonunda güzel bir Tom Waits buldum. Bu herifin sesi radyonun hışırtılarına karıştığında insanın kulağına her zamankinden daha da acayip geliyordu. Kendine özgü zarafeti ve en alçakgönüllü haliyle 'All The World Is Green' parçasını söylüyordu. Canım iki tek viski çekti, şöyle isli, güzel bir şey."

04:00 - Hikmet Hükümenoğlu (Everest Yayınları)

dünyaya atlayan adam

Adamın atlayışını bütün dünya canlı izlemiş, yorumlamış; ne yapsanız yetişemeyeceksiniz. Ne yapsanız anında eskiyecek.

Ama işte... Zekânın küçük zarif bir dokunuşu, tek bir basit hamlesi günü de haftayı da kurtarıyor. 39 kilometre yükseklikten dünyaya atlayan, ses sınırını safi vücut geçen tek insan Felix Baumgartner'a da böylesi yakışırdı. İspanyol El Mundo'nun haftasonu dergisi büyük kapak yapmış. Baş aşağıya dünya tarihi...

vergilius'la hapiste bir yıl

Çevrilemez denilen... Çevrilemez denilen... Çevrilemez denilen... Bizim kültür sanat basını bazen vur deyince öldürüyor. Bir haftadır büyülenmiş gibi, hep bir ağızdan tekrarlayıp durdular. Beynimde yankılanıyor artık bu sözler; nereye baksam aynı. "Ahmet Cemal, 'çevrilemez' denilen kitabı, Avusturyalı yazar Hermann Broch'un "Vergilius'un Ölümü"nü Türkçe'ye çevirdi."  Peki.

Papağan gibi tekrarlamak bir kenara, muhakkak önemli bir çalışmadır Ahmet Cemal'inki. Bazen çevirmenler böyle yorucu işlere soyunur, kazanan biz oluruz. Ben Broch'a aşina değilim ama başka bir meseleyi tesadüfen öğrenmiştim. Vergilius'un kendisini çevirmek de zor. En azından okuduğum en harika yazarlardan Daniel Pennac böyle söylüyor. Buyurun Silahlı Peri'ye: 

"Sizi tutuklamak zorundayız Bay Stojilkoviç," dedi Pastor.
"Tabii ki."
"Ruhsatsız silah bulundurmakla suçlanacaksınız."
"Bunun cezası ne kadardır?"
"Sizin durumunuzda sadece birkaç ay," diye cevap verdi Pastor.
Stojilkoviç biraz düşündü sonra çok doğal bir şekilde: "Birkaç ay hapis yetmez, en azından bir yıla ihtiyacım var," dedi.
Üç polis birbirine baktı.
"Neden?" diye sordu Pastor.
Stojilkoviç, gerek duyduğu süreyi dikkatle hesaplayarak biraz daha düşündü sonra sakin bas sesiyle şöyle dedi:
"Vergilius'u Sırp-Hırvat diline çevirmeye başladım; bu hem çok uzun hem de hayli karmaşık."
 Silahlı Peri - Daniel Pennac (Türkçe'ye çeviren Selda Arkan, Metis Yayınları)

ön sayfadan bağırmak

Hükümet, şirket, reklamveren... Ön sayfalar bunların. Gazeteyi insan okuyor da, onun insan için olduğu unutuluyor.

Bir memleketin en önemli olayı neyse onun çıkmasını beklersiniz manşete, ama çıkmaz. Ölüm oruçları mı can yakıyor mesela bugünkü gibi, grev mi, eğitim mi, sağlık mı; esas mesele her neyse kenarda kalır. Manşet çoğu kez bir uzlaşma zeminidir.

Komşu kasabadaki Ford fabrikası kapatılınca, Antwerp gazetesinin burasına gelmiş; yıkmış ön sayfadaki haberleri, tek bir fotoğraf koymuş. İçeriye de 11 sayfa açmış. Bir yazarı (Paul Geudens), fabrikayı birdenbire İspanya'ya taşıma kararı alan -ama bunu açıklamaya bile gelmeyen- şirketi fena keseliyor:

" Terbiyesiz. Kalpsiz. Korkak... İdam fermanını açıklamaya bile gelmeyen Ford Avrupa yönetimi için söyleyecek başka söz bulamıyorum. Böyle bir hakaret görülmemiştir."

Belçika'nın diğer gazeteleri de aynı havada. De Standaard, Le Libre, hatta İspanya'dan ABC bile...  Sessiz fotoğraflarla ön sayfadan bağırmışlar.

Unutulmayacak sayfalar yapmışlar... 

akşam kahvesi okumaları


* Sabah Pazar’da Fisun Yalçınkaya, işleri Espace Culturel Louis Vuitton’da sergilenen genç ressam İhsan Oturmak ile söyleşmiş. Uzun zamandır bu kadar samimi sözler okumamıştım:

“ (…) 20-30 tane iş yolladım. Onlar ‘Bize sadece Öğrenciler serisini yolla,’ dediler. Öğrenciler serisinde İsimsiz, Yaramazlar gibi birçok resim var. Elimde iki-üç tane iş de yarımdı. Ama çok samimiyetle yaptığım işlerdi. Onlara inanıyordum. Resim yaparken, bazen size o resim canlı bir şeymiş gibi geliyor. Küçük bir odam var, orada resim yapıyorum. Evimi üç arkadaşımla paylaşıyorum. Ama kimse olmadığında, yalnız kalınca, sanki o resim canlıymış gibi geliyor. Öğrenciler serisinde öyle hissettim. Okulu bitirirken, son konum olarak yapmıştım. O seriye evde devam ettim. Okulda görebileceğim nokta oydu.”

* Siren Yayınları’nın harika blogu Sirenin Sesi, Nobel Edebiyat ödülünün yankılarından bahsetmiş:

“(…) Mesele ilginç, nereden başlasam bilemiyorum. Mo Yan’ın gerçek ismi Guan Moye, ancak kitaplarını Çince ‘Konuşma!’ anlamına gelen Mo Yan mahlasıyla yazıyor. Çin’in durumu malum; Yan da sansürden nasibini almış bir yazar, o açıdan mahlası anlamlı. Öte yandan Çin cephesinde ödülün yarattığı kakafoni büyük - daha evvel (2000) Nobel Edebiyat Ödülü alan Gao Xingjian politik baskılar sonucu Fransa’ya sığındığı için Çin tarafından reddediliyor ve dolayısıyla Mo Yan’ın zaferi Çin için bir ilk olarak kutlanıyor. Frankfurter Allgemeine’nin haberine göre Çinli sanatçı/aktivist Ai Weiwei, Mo Yan’ın ödülü almasına ateş püskürmüş ve kendisini hükümet yandaşı olmakla, muhaliflere yeterli destek vermemekle suçlamış, Kuzey Avrupa’dan Herta Müller ise, ‘Favorim kesinlikle o değildi,’ diyerek Yan’ın yandaşlarından olmadığını belirtmiş. Mo Yan’ın ödülü almasına sevinenler de azımsanacak gibi değil; örneğin Publishers Weekly, Yan hakkında şöyle diyor: ‘Çin’in bir Kafka’sı varsa, o kişi Mo Yan olabilir.’”

* Hürriyet’ten Kanat Atkaya, “içime işlemiş, kırık bir güzelliktir” diyerek, Ermeni yazar Hagop Mintzuri’nin “İstanbul Anıları 1897 – 1940” isimli kitabını okura tanıtmış:  

" (...) Mıntzuri, o berbat küçümseyici ifadeyle ‘yoksulluk edebiyatı’ yapmaz, yoksuldur ve kalemi vardır, o kadar. ‘…Çoğumuz köylüyüz ve kasabalıyız. Mezelerle büyümemişiz. Tahıl ve sebzedir yediklerimiz. Etsiz veya ender olarak etle pişmiş. Eğer pişmiş bir şeyimiz yoksa çay ve ekmekle doyarız, yahut salatalık ve ekmekle, üzüm ve ekmekle. Hatta kuru ekmek ve su ile. Çoğumuz Doğulu, Asyalıyız köken olarak. Yoksulluk kuşaklarından gelmişiz. Bu kadarla yetinmeyi biliriz hiç dırdırlanmadan…’

‘... Ayakkabılarımız da eskidir. Genellikle boyarız; iki, üç, dört yıl giyeriz bir ayakkabıyı… İyice eskiyip veya delindiklerinde ikinci bir taban çektiririz birincisinin üstüne. Biraz daha ağırlaşmış olsa da daha o gün ayaklarımız alışır buna. Koyunun kuyruğu kendisine yük değildir, severek götürür…’”

* Habertürk’ten Elif Key, gayet cüretkâr bir yazıda, “anne terörü”nden bahsetmiş. İçimin yağlarını eriten bu yazı çok tepki çekecektir.

“(…) Aklı başında, sağduyulu, sakin büyütülen çocuklara, ileride sizin gibi ‘proje anneler’ tarafından büyütülen çocukların ağır mobbing uygulayacağını bugünden görüyoruz.”

Yukarıda gördüğünüz, Hollanda gazetesi Volkskrant'ın haftasonu dergisinin kapağı. NW isimli kitabını henüz yayımlayan Zadie Smith, kapaktan 'sadece yetenek yetmez' diyor. 

darüsselam'da pazartesi

Pazartesi gazetesi diye bir şey var memlekette. İncedir, tembeldir, katırkuturdur... Gazetecilerin çoğu -haklı olarak- Pazar günü tatil yaptığından, ertesi günün gazetesi az haberle çıkar.

Yukarıdaki fotoğraf, Tanzanya'nın İstanbul'u sayılan liman kenti Darüsselam'dan... Geçen Eylül'de bir pazartesi günü çektim. Darüsselam (Dar deniyor kısaca) çarşısı bu gazete bayileriyle dolu. Her iki bayinin arasında da derme çatma onlarca tezgâh var. Tek işleri gazete, dergi ve kitap satmak.

Pazartesi meselesine gelelim. Raflarda gördüğünüz gazeteler gayet kalın; oku oku bitmiyor (çoğu İngilizce olduğundan okuyabildim.) Gazete sayısı da Tanzanya nüfusuna oranla epey fazla.

Sabah erken uyanınca, bir iki saat boşluk buldum. Yanımda götürdüğüm bir memleket gazetesi (ki Pazar sayısıydı) bitti de Tanzanya'nın haftabaşı gazetesini bitiremedim. Çalışıyor gazeteciler.

Dahası okuyor Tanzanyalılar. Seviyorlar okumayı. Bizim gibi değiller.

dergiler hâlâ kral

Newsweek'in matbaadan çekilmesinden sonra herkes (ben dahil) kendi meşrebine uygun bir şeyler söyledi, söylüyor:

Cüneyt Özdemir'inki şu (Twitter'da söyledi): "Newsweek'in kağıt baskıyı bitirme kararından sonra 'yazılı basın öldü mü?' tartışmasını internette yapıyorsan zaten çoktan geçmiş olsun!"

Laf!

Elinde çekiç olan her şeyi çivi sanıyor. Özdemir, tablet yayıncılığa Türkiye'de ilk ve en çok inananlardan, kabul. Bir süredir Dipnot'la bu işin memleketteki sınırlarını da görmeye çalışıyor. Ama tablete iman ettiysen otomatikman matbaanın öldüğünü düşünmen de gerekmez. Özdemir, kendisi dijitale geçtiği için konvansiyonel yayıncılığın çoktan öldüğüne inanıyor olmalı ki, "bunun tartışmasını bile internette yapıyoruz" gibi naif bir cümle kuruyor.

Bugün dünyanın en kolay ve risksiz önermesi herhalde şudur: Dergilerin geleceği dijitalde!

Evet, gelecek dijitalde... Tablet kullanımı artacak, giderek kaçınılmaz hale gelecek ve hemen herkes bugünkü prototiplere benzeyen cihazlarda dergisini, gazetesini okuyacak ama "matbaa öldü, dergiler tek tek dijitale geçecek, Newsweek örneği de bunu gösteriyor" diye atıp tutmak öyle kolay değil. "Matbu dergileri artık gömelim" diyen de varsa -ki görüyoruz var- ya dünyayı tanımıyor ya da tabletten yayın yapıyor demektir.

İşler dergicilik için hiç de kötü gitmiyor.

Birkaç sebep sıralayayım:

- Newsweek yıllardır kan kaybediyordu; abonelik sayısı düşmüş, operasyonel giderleri artmıştı. Time'la rekabeti sürdürebilmek için birçok deneye girişti; hep kaybetti ve nihayet pes etti (gariptir, bu cesur deneylerin sonucundan hep Time yararlandı; şimdi de Newsweek'in dijital macerasını inceleyip pozisyon alacaktır.)

- Dergi sektörüne dair rakamlar beklenenin aksine olumlu (Newsweek'i ayrı tutmak gerekiyor tabii.) Dileyen şurada AP'den Ryan Nakashima'nın yazısını okuyabilir. 

- Dergi meselesinde hep ABD'ye bakılıyor. Halbuki Avrupa'da dergicilik halen kral. İngiltere'den Economist abonelerini geçen yıl neredeyse ikiye katladı; Almanya'da Der Spiegel, Fransa'da Paris Match en az eskisi kadar güçlü ve gündem belirliyor. Rusya'da, Çin'de dergiciliğe ciddi para akıyor.

- Haber dergiciliğinin dışında kalan alanda dergiler halen alternatifsiz. Vogue, GQ, New Yorker, National Geographic gibi dergiler, piyasa zorlamasıyla değil kendi istekleriyle tablet deneylerine girişiyor. Otomobil, yemek, spor ve bilimum hobi dergileri kendi alanlarında zaten rakip tanımıyor.

- Avrupa ve ABD'nin büyük gazetelerinin hemen hepsi, gücünden yararlanmak için, hafta sonları birer dergi yayımlıyor. ABD'de New York Times'ın, İngiltere'de Guardian (Observer adıyla) ve Sunday Times'ın, Hollanda'da Volkskrant'ın, Almanya'da Süddeutsche Zeitung'un hazırladığı dergiler piyasada parayla satılan birçok örnekten daha iyi. Türkiye bu konuda nedense istisna.

- Dergiler halen reklamseverlerin en çok sevdiği mecra. Oradaki okuru iyi tanıyorlar. 

Yani cenazeciliğe heveslenenler hiç yorulmasın... Tutucu biri gibi görünmek istemem ama dergiler daha uzun süre etrafta olacak. Tablet işine de girişecekler; piyasayı da yoklayacaklar. Zaten akıllıca olan bu. Üstelik tablet, Türkiye'ye önemli bir yenilik getirecek; aboneliğin ortaya çıkmasını sağlayarak dergilere daha sağlam bir okur tabanı yaratacak (bugüne dek National Geographic ve birtakım ideolojik dergilerden başkasının memlekette giremediği bir alan.) Dergiler bu avantajlardan yararlanıp yoluna devam edecektir.

Kaldı ki kafa yormak gereken konular başka. Türkiye'de iyi dergi yapacak ekip ve o dergiyi talep edecek okur var mı? Esas düşünülmesi gereken o. İçerik ve talep yoksa, ister dijitalde ol, ister konvansiyonelde, kaybetmeye mahkumsun zaten.

newsweek gerçekten öldü mü?


Yabancı gazetelerde, haber sitelerinde dolanıp Newsweek üzerine yazılanları okuyorum. Analizlerin hemen hepsinde "biz zaten söylemiştik" bilmişliği var; "bu çağda haber dergisine yer yok" deniyor. Okur yorumları daha da acı (bana göre ekşi.) Genel kanaat şu: Newsweek bozmuştu, layıkını buldu...

"Layıkı gerçekten bu mudur"a gelmeden önce, hafıza tazeleyelim:

Derginin yayın müdürü Tina Brown, iki gün önce açıkladı: Newsweek, 2013 itibariyle basılmayacak. İki yıl önce dergiyle birleşen internet sitesi Daily Beast (ki onun da kurucusu Brown) ve şu an için kıvamı belirsiz bir tablet formatıyla yola dijital dünyada devam edilecek.

Şimdi girişteki konu... Basın meseleleri söz konusuysa, iki tarz insanın görüşünü kale almıyorum. Birincisi, bir dergi kapandıktan sonra "biz zaten söylemiştik" diyip rakamları art arda dizenler. Bunlar genelde içinden "oh olsun" diyen gazetecilerdir; çoğunlukla bir hesapları vardır ve o hesapla yaşamalarına nihayet gerek kalmamıştır. Üstelik iş işten geçtikten sonra meseleyi açıklayacak rakam her zaman bulunur.

İkinci grupta da "zaten çok bozmuştu ya" diyen okurlar var. Yıllarca haftalık haber dergilerinde çalışan biri olarak kendimden örnek vereyim. Bu okurlarla karşılaştığınızda (eş dost da olabilirler) "çok beğeniyorum, her ay muhakkak alıyorum" derler. "Ama bizim dergi haftalık" demeye gerek bile duymazsınız. Ne fark eder, okumayacaklar işte.

Yine de atlamak olmaz. "Çok bozmuştu" kısmı için söyleyeceklerim var. Newsweek'i Tina Brown döneminde yakından takip ettim. Hemen her sayısını da alıp okudum. İmkânları kısıtlı olmasına, hemen tüm büyük yazarlarını ezeli rakip Time'a kaptırmasına rağmen (örnekse Ferit Zekeriya, hatta eski yayın müdürü Jon Meacham) iyi dergi yaptı Brown. Dinamik, işleyen ve merak uyandıran bir dergi hazırladı. Başka kıstas yok, okuruna Time'dan daha iyi ve daha küresel bir yayın sundu. Öyle "zaten bozmuştu" diye atıp tutmak yok yani...

Söylemeye gerek yok tabii. Dergiyi alan, okuyan ve beğenmeyen birisine lafım olmaz. Kimse beğenmek zorunda değil.

Artık mesele şu: Tablet versiyonu tutacak mı? Dijital dergi ayakta kalacak mı? Her şeyden önce Newsweek'i (ve haber dergilerini) ileride kim okuyacak? Konuşmaya bunlarla devam ederiz (görüşlerinizi de merak ediyorum, yazın, tartışalım)

Newsweek bir dolara satıldığı zaman (o günlerde Newsweek Türkiye'de çalışıyordum) ne olmuştu hatırlamak için, şu aşağıdaki yazıların da tozunu silkeleyelim:

Newsweek'i kim öldürecek?
Newsweek'i kim kurtaracak?

hayatta kalmak

International Herald Tribune'un yorum sayfası editörü Serge Schememann anlatıyor:

"Bir zamanlar karşılaştığım bir psikiyatr, insanlar iyi ve kötü haberi eşit oranda okusa bile, yine de her şeyin genellikle kötü gittiğine inandığını söylemişti. Sebebini de şöyle açıklıyordu: 'Hayatta kalmamıza yarayabilecek bilgiye öncelik vermeye eğilimliyiz."

Gazetecisiyle okuruyla, basın kültürü daha iyi tarif edilemezdi. Yine de içgüdüsel olarak bu yöne meyleden uyduruk yazarları (Y. Özdil gibi) baştacı etmeye gerek yok. Onların önceliği siz değilsiniz, kendileri. Kötü haber vererek, yoksa uydurarak hayatta kalıyorlar.  

twitter'la çalışmak

Bazen Twitter'da gördüğüm bir şey fena aklıma takılıyor. O lafı, fotoğrafı, linki, artık her neyse o meret, bütün gün yanımda gezdiriyorum. Sayısının arttığı da oluyor bunların. Birkaç laf, birkaç fotoğraf... O zaman dükkânı tümden kapatıyorum. Çalışmak imkânsızlaşıyor.

Ben öyle birkaç işi bir arada yürütebilen bir insan değilim. Denediğim zamanlar olmadı değil. Her defasında düşüncelerim birbirine karıştı. Peki işler bitti mi? Bitti. İçime sinmedi ama. Vasatlardı. Yani bir tarafta Twitter, bir tarafta Facebook penceresi açıkken, Gtalk'tan titreşimler gelip giderken çalışamıyorum. Olmuyor. Bir telefon geldiğinde bile düzenim dağılıyor.

Twitter'daki timeline'a ara ara baktığımda, bazılarının mesai saatleri boyunca (büro ya da homeoffice fark etmez) sürekli bir şeylerden bahsettiğini görüyorum. İnanamıyorum. İşlerini nasıl yapıyorlar? Nasıl konsantre oluyorlar? Biten işler nasıl çıkıyor?

Ben mesela bir doktorun sürekli online olmasını, işini yaparken sağa sola laf yetiştirmesini istemem. Siz ister miydiniz? Peki niye bir memur, bir gazeteci, bir emlâkçı ondan farklı olsun?

Twitter açıkken iyi iş çıkabileceğine ben ikna olmuyorum. 

pembe bisiklet, gri şemsiye ve elif şafak

Herengracht kenarında yürürken yolumdan çevirdi.

Uzun boylu, yapılı, gözleri içeri kaçmış bir adam... Yanında pembe bir bisiklet duruyordu. "İlgilenir misin" diye sordu.

"Neyle ilgilenir miyim" diye sordum ben de. Anlamamıştım. "Bisikletle" dedi. "Satın almak ister misin?"

Yolda yürürken öylesine bisiklet satın alan biri değilim. "Hayır" dedim, "sağolun, bisikletim var."

"Peki şemsiyen var mı" diye sordu bu kez. Kafasının üstünde gri bir şemsiye tutuyordu. Hafif hafif yağmur yağdığından, şemsiye işe de yarıyordu üstelik.

Yanımda şemsiye yoktu ama almak da istemedim. Yolda yürürken öylesine, neyse, anladınız siz... Hem bir gri bir pembe seçeneği de Elif Şafak tuzağı gibi gelmişti. Cesaret edene onu, etmeyene bunu verelim.

"Hayır" dedim. "Kalsın, ihtiyacım yok."

İçine kaçmış gözleri başka birisini çoktan aramaya başlamıştı bile.

daha güzel daha zarif daha çarpıcı

İlk göz ağrımı, dergi kapaklarını boşluyorum ne zamandır. Esas işim bu, ihmale gelmez. Olimpiyat vesilesiyle silkinelim biraz.

Büyük olaylar, dergi camiasında sessiz sedasız ilerleyen bir tasarım yarışmasıdır. Bu yazın da büyüğü belli. Londra Olimpiyatı şerefine çok güzel kapaklarla çıkıyor dergiler.

Olayları dergi kapakları üzerinden hatırlamayı severim. Londra 2012 için yol arkadaşlarım da işte bu gördükleriniz. Favorimse en üstteki.



yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...