yoldan notlar - kara resimler, serin müzeler, aya yolculuk


Bir şehirde çok uzun kalmıyorsam, müze gezmeyi sevmem. Ağustos'ta Madrid başka seçenek bırakmıyor. Müzeler serin, ferah ve şaşırtıcı derecede sakin (şehirlilerin çoğu tatilde, yabancılar da bu sıcakta bu şehre gelmeyecek kadar akıllı tabii) 

Madrid'in en iddialı müzesi Prado'nun görkemli olduğunu duymuştum; büyüklük açısından dünyanın üç numarası olduğunu da Aslıhan söyledi. Yine de bana çok hitap etmiyor. Dini tasvir, dini tasvir, biraz daha dini tasvir...  İspanya'da sanatçılar yememiş içmemiş dinle ilgilenmiş sanki (tamam, yaşadıkları dönem bunu gerektiriyordu; önemli olan teknik, ışık vs ama hiç ilgimi çekmiyor ne yapayım.)

Yine de Prado'da bir hazine buldum. Goya'nın Kara Resimler'i... Ben bu tekinsiz, esrarlı, hatta tehlikeli resimleri hiç bilmezdim. Şimdi de aklımdan çıkmıyor. 

Gezi'den ve Mısır'dan sonra, Goya'nın o ünlü 3rd of May 1808'ine bakmak da sarstı. Gelecek sene resmin tamamlanmasının üzerinden tam 200 yıl geçmiş olacak. Hep aynı his: Sen beni yenemezsin. Yenemeyeceksin. 

Modern Sanat Müzesi, Reina Sofia da çok güzel bir bina. Yalnız içerideki sergi düzeni çok karışık. Neredeyse hiç yönlendirme yok. Bana kalırsa (ki kime kalacaktı burada) kürasyon da başarısız. Tabii bunca eşsiz esere sahip (mesela Guernica) oldukları için ayrıntılarla ilgilenmiyorlardır belki. Yapacak bir şey yok, İspanyollar'ın sorunu diyip geçelim. 

Reina Sofia'da Dali'ye ayrı sergi açmışlar, ayrı para istiyorlar. Kuyruk da cabası. Beş kuruş bile veremem kendisine. Sevenleri düşünsün. 

Son olarak, Reina Sofia'ya taş atımı mesafedeki Caixa Forum. Önce şu: Çok güzel restoranı var. Karnımızı doyurduktan sonra da şu: Sergi işini biliyorlar. Öncü sinemacı Georges Melies sergisi on numaraydı. Martin Scorsese'nin Hugo'sundan sonra adamı gerçekten öğrenmiş olduk. Melies'in 'Aya Yolculuk'unun orijinali seyretmek de Madrid'e kısmetmiş. Bomba gibi bir film. 

yoldan notlar - kayıntı avm'si ve fantastik vantilatörler

Kayıntı AVM'si olur mu, oluyor. Hem de nasıl güzel oluyor. Madrid'liler boğazına düşkün. Yemeyi de içmeyi de atıştırmayı da seviyorlar. Bu yüzden hepsini bir araya toplamışlar. Balık, şarap, şekerleme, kahve... Malzemesi demir, içerisi püfür. Tezgâhta durup, gelip gidene, garsonlara, yemeklere baka baka geceyarısını buluyorsun. Mercado de San Miguel, medeniyetin ne yöne gitmesi gerektiğine verilen güzel cevaplardan biri.

Bir küçük cevap da tinto verano. Biraz gazoz biraz kırmızı şarap, sangria'dan hallice, serin, dost... İspanya'ya özel.

Bir de çikolata sosuyla sundukları churrero var ki, bizim emektar müşebbek'in uzaktan kuzeni. Daha az gevrek, şiresiz... Kahvaltıda yeniyor, sair zamanda açlık bastırmak için de başvurabilirsiniz.

Bildiğim konu değil, bakıyorum da epey bir yiyip içmek yazmışım bu son post'ta. Neyse, beni ağzı dolu dolu "bu kuzuları kekikle besliyorlar di mi" diye soran Vedat Milor gibi düşünmeyin. Yemek bilgim kahvaltı çeşitleri düzeyinde. Aklıma düzgün bir benzetme bile gelmiyor, anlayın.

Yemeği yiyip kalkmak bir şey değil; Madrid'de esas olay oturmak. Şehir sakinleri, kafelerde restoranlarda su püskürten fantastik vantilatörlerin altında pinekleyip duruyor. Rahatsız da olmuyorlar. İnsan buna bile alışıyor demek ki. 

yoldan notlar - nessun dorma vs. toplum polisi


Madrid'de Puerta del Sol'den Opera Meydanı'na Calle Arenal üzerinden yürürseniz, en az dört sokak çalgıcısıyla karşılaşırsanız. Bu ifadenin onları doğru tanımladığından emin değilim. Çünkü az ilerideki görkemli opera binasında sahne alsalar da sırıtmazlar. O denli iyi, o denli büyük çalıyorlar.

Bir haftalık favorilerim: Kraliyet Sarayı'nın köşesindeki cool akordiyoncu, bazen Arenal bazen Malasana'da çalan quartet, Central Cafe'nin önüne gelen Gyspy Kings yadigârı kırık gitarlı gitarist, Arenal'daki akordiyoncu yaşlı çift...

Arenal, gündelik güzergâhımızın üzerinde olduğundan orada çalanları daha iyi biliyorum. Yalnız bir gece birdenbire sahne alan tenor unutulmaz. Sesi o denli güçlüydü ki Nessun Dorma'yı söyledikten sonra mekâna polis geldi ve gitmesini istedi. Üzüntü ve muz kabuğu...

İspanyol akordiyonculara birer plaket takdim etmek isterdim. Öyle bir Ciao Bella, bir La vie En Rose'la gün geçirmiyorlar. Repertuarları benim diyen müzisyene taş çıkartır. Biz şapka çıkartmakla yetindik.

Nessun Dorma'yla etrafı yıkan tenorumuz yukarıdaki fotoğrafta soldan ikinci, en solda yoldan geçen arkadaşı Ave Maria'da eşlik ediyor. 


yoldan notlar - güneşe karşı bir silah olarak yelpaze


Madrid'in en önemli meydanına Güneşin Kapısı (Puerta del Sol) demişler. Daha isabetli bir isim bulamazlardı.

Hava fazla bunalttığında kadınlar yelpazelerini çekiyor. Ama ne hüner! Yürürken çantaya doğru açıyla giren el, doğru açıyla bükülen bilek ve çenenin tam altında şraaaak diye açılan yelpaze... Yüzdeki ifade milim oynamıyor. Madridli kadınlar yelpazelerini bir silah gibi kullanıyor. Güneşe karşı...

Yelpazeyle de yapamayanlar için dev şehir parkı Retiro'yu icat etmişler. Orta halli bir kasabayı, bu parkın içine rahat sığdırabilirsiniz. Yanına uykusunu alıp gidene çimler bedava.

Madrid'de sokak işaretçilerini pek önemsememişler. Bir yerden bir yere giderken tabelalara değil önsezilerinize güvenmeniz gerek. Hele Retiro'da. Güneşte yol aramak intihar gibi. Yol aramaktansa yatıp uyumak en iyisi.

yoldan notlar - iyi kahve, anti küresel köy


Bugüne dek en iyi kahve İtalya'dadır diye bilirdim. Yanlış. İspanya'nın cafe solo'su espressoyu döver. Koyu, kıvamlı ve tadı sizi uzun süre götüren bir kahve. Pişirmesini de biliyorlar. Kahvede süt sevmem, ama sevenleri cortado'yla mutlu oluyor. Beş yudum kahve, bir yudum süt, bu kadar.

İşsizlik İspanya'nın iliklerine kadar işlemiş, belli. Özellikle genç işsizliği. Caddelerde broşür dağıtanlar, mağazalara bakınarak geçen yayalardan daha çok. Kötümser bir ruh hali. Ülkeyi böyle görmek üzücü.

Hemen herkesin benden çok daha iyi İngilizce konuştuğu Amsterdam'dan, yabancı dilin sıfır noktasına yaklaştığı Madrid'e gelmek tuhaf. Çaba sarfetmemek değil, gerçekten bilmiyorlar. Bir şey anlatmak istediklerinde, sadece daha vurgulu söylüyorlar. Anlatabiliyorlar da üstelik.

İspanyolların İngilizce iletişim kurmaması bana iyi geldi. Herkesle aynı dilde konuşmak fena. Küresel köy dediğimiz berbat bir yer. Vasıfsız hediyelik eşya dükkânı gibi.


yoldan notlar: madrid


İspanyollar latif insanlar, İspanyollar hoş insanlar. Beş gündür geçinip gidiyoruz. Bir ömür de geçinebiliriz.

Tom Robbins ne demişti Parfümün Dansı'nda: "Bu mevsimde Louisina eyaleti, doğadan gelen sapık bir telefonu andırıyordu." Madrid şu an tam öyle. Öğlen güneşi sıcak, akşamki kavurucu. Saat dokuzda nefes almaya başlıyoruz.

Çoğunluk pılısını pırtısını toplamış, dükkânını da kapatıp gitmiş. Biz de arkalarından su döktük gibi. Geri geldiklerinde onlarla da görüşürüz.

Kalan sağlar bizim. Kalan sağlar çoğunlukla yaşlı. Madrid, bir yaşlılar cumhuriyeti. Sokak aralarında, geniş bulvarlarda, parklarda banklarda, mutlu mesut ferah feza takılıyorlar.

Fotoğraftaki de Madrid'in 'hep genç' yaşlılarından biri. Antik San Bernardo Üniversitesi'nin eski bir öğrencisi. Okul yolunda.  

bir mücadele alanı olarak trip advisor



İki yıl önce bir gün, Bangkok’un neredeyse yarısı korkunç sel yüzünden sular altındayken, ‘turist gettosu’ Khaosan Road yakınında bir otelin terasında oturuyordum. Güler yüzlü hatta fazladan cıvıl cıvıl çalışanları, dolabında her daim soğuk Singha birası, sakin ve gölgeli terasıyla, hoş bir oteldi. Ahım şahım bir yer sayılmazdı; yine de tehlike sinyallerinin anbean arttığı o belalı günlerde güven veriyordu.

Yardımsever resepsiyonistimiz, GSM bayilerinin bir türlü beceremediği cep telefonuma internet yükleme işini bir saat didinerek halledince moralim daha da düzeldi. İlk iş internetten güncel sel haberlerine baktım, ardından o otel hakkında ne demişler öğrenmek için Trip Advisor’a girdim (arkadaş tavsiyesiyle geldiğimden, daha önce bakmamıştım). Keşke hiç kalkışmasaydım! Eski ziyaretçilerden biri tam olarak şöyle yazmıştı: “Burayı sakın denemeyin. Odalar kötü, hizmet berbat, üstelik çalışanlarından biri hırsız.” Daha da tuhafı, kaşına gözüne kadar, uzun uzun hırsız diye tarif ettiği kişi, daha az evvel binbir dua ettiğim o resepsiyonist kadındı. Önce içime bir kurt düştü; sonra o düşen kurt için kendimi ayıpladım. Ama şunu da biliyordum: Bu yorumu daha önce okusaydım, oraya asla gitmezdim. 

İşte bu kadar basit. İnternetin önde gelen seyahat sitesi Trip Advisor, bir mekânı rezil de vezir de edebiliyor. Zamane turistinin seyahati artık evine dönüp bavulunu yerleştirdiğinde bitmiyor. Bir heves bilgisayarının başına çöküp, kaldığı otellere, yemek yediği restoranlara not vermesi de lazım. Hem illa dünyayı dolaşması da gerekmez. Köşebaşındaki restoranda pişen bifteğin sertliğine kızan, müdavimi olduğu kafenin güleryüzlü garsonlarına bir omuz vermek isteyen, derdini artık ‘yorum’a döküyor. 

İnternetin yeni kralı işte bu yorumlar. Seyahat planları da iş yemeği rezervasyonları da onlara göre şekilleniyor. İnce eleyip sık dokuyanından racon kesenine, arkadan konuşanından konakladığı otele babasının mekânıymışçasına övgüler yağdıranına, ne ararsarsınız var. Bir restoranda keskin bakışlarla etrafı süzen birini görürseniz bilin ki, uzun bir yorumun ilk paragrafını kafasında yazıyor. Yok o kişi sizseniz, belli etmemeye çalışın; çünkü restoran sahibi de, golü nereden yiyeceğini hesaplayarak size endişeyle bakıyor. 

Kime inanacaksınız? 

Yorumlarda tartışmasiz lider Trip Advisor, ama tek başına değil. Sıradan vatandaşların evlerini hatta villalarını, otelsevmez seyyahlarla buluşturun Airbnb hızla yükseliyor. En sürprizli işlerde ilk beşe yazılabilecek hostelde kalma meselesini nispeten kolaylaştıran Hostelworld de internetin gözdelerinden. Bir şehrin sadece yerlisine itimat ederim diyen, Spotted by Locals’a bakıyor. Gezeyim ama gezegene zararım dokunmasın diye düşünen Green Traveller’ı kullanıyor. Kullanıcı yorumlarının iyi bir süzgeçten geçmesini önemseyenin adresi Oyster. Kendini otel ve restoranla sınırlamayan, kuru temizlemeciden köşedeki dondurmacıya kadar tanıyıp bilmek isteyen Yelp’e başvuruyor. Incık cıncık ayrıntılı haritasındaki mekân yorumlarıyla Google’ı da unutmayalım. 

Yereli globali bu tür daha onlarca site var ama dedik ya aslan payı 1800 çalışanı ve bir milyar doları aşkın yıllık geliriyle sektöre hükmeden Trip Advisor’ın. Siteye her dakika 70 yorum iletiliyor. Dünyanın dört köşesindeki üç milyonu aşkın, otel, restoran ve bilimum mekânı inceleyebileceğiniz 100 milyon yorum an itibariyle sistemde mevcut. Bunları ayda 230 milyon kişi okuyor. 

Şimdi, diğer adresleri de düşünerek bu rakamları misliyle çarpın. Yani internette azıcık dolandığınızda, gitmeyi kafaya koyduğunuz bir mekân üzerine herhangi bir yorum bulmamanız olanaksız. Sorun da zaten burada başlıyor. Bu yorumlara ne kadar inanabilirsiniz? Gerçek hayatta, adını söylese ikna olmayacağınız bir insanın, Kamboçya sahilindeki bungalov tavsiyesine nasıl inanacaksınız? Ya da, bir restoran için “ortamı ferah lokması kuvvetli garsonu samimi” diyene mi kulak vereceksiniz, “böyle muamele olmaz, daha da gelmem” diye kestirip atana mı? 

Kılçık atanlara dikkat

Siz en iyisi bir bileni dinleyin. New York Times’daki ‘Frugal Traveler - Tutumlu Seyyah’ bloguyla tanınan Seth Kugel, yorum okurken aşırı uçlara takılmamanızı, ortalamayı alıp karar vermenizi öneriyor. Bir başka yöntem de bu tür sitelere Facebook üzerinden girmeniz (Trip Advisor’da bu seçenek mevcut). Böylece tanıdığınız, bildiğiniz insanların nereyi önerip nereden kaçın dediğini görebileceksiniz. Özel filtreler de mevcut: Sadece tek başına seyahat edenleri, çocuklu aileleri, balayı çiftlerini dinleyebilirsiniz. Artık meşrebinize göre... 

Hassas bir konu daha. Yorum okurken genel eğilimlere karşı gözünüz açık olmalı. Örneğin Amerikalılar, had safhada bahşişle de yoğrulsa hizmet yoğun bir ülkeden geldiklerinden, en ufak bir aksamayı sert eleştiriyor.  Avustralyalılar ise genelde bol keseden not veriyor. Hem unutmayın, yorumlarda ‘tatil modu’ her zaman kaygan zemin. İnsan, tonla para verdiği bir mekân hakkında konuşurken, ya göklere çıkarmaya ya da yerin dibine batırmaya teşne. Bir de ne kadar beğense de kılçık atmadan duramayanlar var. Örnek: Airbnb’de kaldığı evi bir sayfa övüp, “not: ama biraz havasız” diyenler. Dert etmeyin, zamanla kılçık temizlemekte ustalaşacaksınız. 

Tabii bu konuda sizden daha dertli olanlar da var. Mekân sahiplerinden bahsediyorum. Bir restoranın camına göstere göstere “Trip Advisor’da değerlendirilmiştir” etiketini yapıştırmak kolay değil. Emin olun, o mekan sahibi, “hakkımızda ne demişler” diye internette endişeyle dolanıp duruyor. Olumlu yorum görüyorsa sorun yok ama bugün Trip Advisor ya da Yelp’te “çorbamdan kıl çıktı” diye sızlanan müşteri, Uğur Dündar’ın dükkân mühürleten baskınlarına eşit. Hatta daha da fazlası. Çünkü televizyon programı bir süre sonra unutuluyor, ama internetteki yorum yara izi gibi. Ölene dek kaybolmuyor. 

Üstelik güven sorunu da had safhada. Başka başka isimler altında rakiplerine kara çalan otel müdürleri de bu sitelere yorum bırakıyor, boş vakti fazla gıcıklık katsayısı yüksek huzursuz gençler de. Sözgelimi, “bakalım sonu nereye varacak” diye İngiltere’nin uzak bir kasabasında restoran uydurup, ballandıra ballandıra anlatan insanlar mevcut. Bu sözlere kanıp oralara kadar kendini yoran yoktur, demeyin. Var. Hem de sayıları epey çok. 

Bardağın dolu tarafına bakalım. Gitmeye asla cesaret etmeyeceğimiz bir yere evvelden varanları okumak insana heves veriyor. Üstelik böyle böyle beklentimizi düşük ya da yüksek tutmayı öğreniyoruz. Yani sürprizler azalıyor. Bardağın boş tarafı: Aynısı. Sürprizler azalıyor. Tesadüflere bulaşamayacaksak neden gezip görüyoruz?

12 Ağustos 2013 tarihli Radikal'den 

tuhaf günler vol. 2

Tuhaf Günler'de ayın başından iki günün hasatı. Milliyet ve Habertürk'ten. Obama yüzünden işinden olan gazeteci bizim için çok tuhaf değil tabii. Tuhaf bulamadığımız için koydum. 

Milliyet 2 Ağustos

Habertürk 3 Ağustos

Habertürk 3 Ağustos

Milliyet 2 Ağustos

Miliyet 3 Ağustos

Miliyet 2 Ağustos
Habertürk 3 Ağustos

Bir önceki Tuhaf Günler için buraya: Tuhaf Günler Vol. 1

kısa ve acısız: dördüncü murat'ın hüznü, melez prens ve ölü bir post


Yeni birini keşfetmek istiyorsanız Selma Adzem'i dinleyin. Bosnalı genç şarkıcı Almanya'da popstar durağından geçtikten sonra şansını İngiltere'de deniyor. Porsmouth'ta üç yıl önce kurduğu Selma & Sound ile beraber Special To Me isimli albümü henüz yayımlayan Selma'nın yukarıdaki şarkısı Follow Me şahane. Klibi zaten ayrı şahane. Dinleyin dinlettirin. Resmi sayfası da burada. Selma meşhur olduğunda da keşif kredisini bana yazarsınız artık.

Murat Bardakçı'dan okudum (bir haftada ikinci defa bloga girdi, enteresan): Dördüncü Murat, "dinlediğinde hüzünlendiği için" kendi bestelediği parçayı yasaklamış. 

Bugün kafede sekiz on yaşlarındaki bir çocukla babası ayrı masalarda oturuyordu. Çocuk, nasıl kızdıysa babaya artık, elinde bir kitap, sırtı babasına dönük, dünyayla ilişkisi sıfır, öyle küskün pinekleyip durdu. Baba geldi gitti, çocuğu kendi masasına çağırdı, nafile. Bir ara tuvalete gidince, uzanıp okuduğu kitaba baktım: Harry Potter - Half Blood Prince. 

Washington Post'ta bir zamanlar 'editoryal inovasyon editörü' diye bir pozisyon varmış. Güzel şeyler kelebek ömürlü tabii, çok sürmemiş. Belki Jeff Bezos'lu dönemde yeni nesil pozisyonlar açılır. Kaldı ki,    ona da pek güvenmemek gerek.


reklamın iyisi: camcı kardeşler

Jarritos - Glass Blowers from CHRLX on Vimeo.

Jarritos diye bir içecek markası. 'Biz buralı değiliz' diyor sloganı. Değillermiş gerçekten.

eyy nobel'den beş yıl önce


Harbiden nereden nereye...

Erdoğan, 2008'in sonlarında İsrail ile Suriye'yi masaya oturtmak üzereydi. Düzelteyim, zaten masaya oturttuğu bu iki ülkeye el sıkıştırttırmak üzereydi. 'Olmaz' denen olacakken, belki birkaç gün farkıyla, İsrail, Gazze'de 'Dökme Demir - Cast Lead' operasyonuna başladı.

Suriye-İsrail barışı dolayısıyla yattı. Erdoğan da çok sinirlerek aradan çekildi ve bunu -nedense- kişisel aldı.

Sonrası Davos... 'One minute' günü... Önce fena bozuk olduğu İsrail'e, Cumhurbaşkanı Simon Peres nezdinde "siz öldürmeyi iyi bilirsiniz", sonra da "daha gelmem Davos'a" diyerek zenginler kulübüne toplu posta. Elbette havaalanında (sonradan bir klasik haline gelecek) 'kahraman' karşılaması.

Tuhaf. Barışı samimiyetle isteyen ve o zamanlar iki tarafından da pek güvendiği bir arabulucu olarak çok uğraşan Erdoğan, İsrail ile Suriye'yi masadan bir anlaşmayla kaldırabilseydi, o barış ortamında muhtemelen Gazze operasyonu da yaşanmazdı.

'One minute' ayarını vermeyeceği gibi, Davos'a da halen gidiyor olurdu başbakan.

Mavi Marmara saldırısı düşünülemezdi bile.

Mısır belki farklı ama Suriye Arap Baharı'nda kaosa bu denli hızlı düşmezdi. En azından Erdoğan ve İsrail, Esad'a daha yakın dururdu. Dahası, Esad da belki bu iki ülkenin telkinlerine daha fazla kulak verirdi.

Her şeyden öte, Erdoğan, Ortadoğu'nun en sert düğümlerinden birini çözmüş bir lider olarak yüzde yüz bile değil, yüzde bin, Nobel Barış Ödülü'ne layık görülürdü.

Ama olaylar farklı yaşandı. Şimdi "eyyyy Nobel!" diyen bir Başbakan var.

Bu konuşmayı duyduğumda Erdoğan'ın kafaca Davos'ta kaldığını, herkese, her şeye, her kişiye, ama ölü ama diri, insan veya kurum ayırmadan posta atma, ayar verme, fırça çekme alışkanlığının artık yerleştiğini düşündüm. Hem alkışlayanı da var nasılsa...

Artık farklı düşünüyorum. Erdoğan'ın aklı 27 Aralık 2008 gecesinde kaldı bence. Gazze'ye Dökme Demir operasyonunun başladığı o gece Erdoğan, Ortadoğu'ya barış getiren büyük lider olarak anılma şansını kaybetti. Halen onun hayalkırıklığını yaşıyor. 

Yukarıdaki imajı twitter'daki eski bir feyk Nobel hesabında buldum. 

  

santiago'nun sokak köpekleri


Güzel insanlardan güzel fikirler çıkıyor. Santiagolu iki akıllı lise öğrencisi de düşünmüş taşınmış, sokak köpeklerine dikkat çekmenin bir yolunu bulmuş. "Estoy Aqui - Ben Burdayım" adını verdikleri kampanya, iki sanatçı, Violeta Caro Pinda ve Felipe Carrasco Guzman tarafından videoya alınınca, ülkede bir sansasyon haline geldi. Balonların üzerinde "bana kötü davranma", "beni sev", "beni terk etme", "boynumu kaşı" yazıyor. Sonuçları görüyorsunuz... İyi iş, vicdanlı iş, güzel video...

Köpekler demişken hemen memlekete bağlanalım. Evdeki ve sokaktaki hayvanlarla ilgili tuhaf bir mesele var. Murat Bardakçı, Habertürk'teki köşesinde, dün dipnot yazar gibi, çok ciddi bir haberin pasını verdi. 17 yaşındaki kedisini henüz kaybettiğini kaydeden Bardakçı, geçen günlerde eşiyle beraber sokakta besledikleri kedilerden birini (ismi Melâhat) eve aldığını anlatıyor. Yalnız Melâhat biraz hastaymış. Veteriner böbrek yetmezliği teşhisi koyup tedavi etmiş. Bardakçı kediyi nekahat dönemi için eve getirmiş getirmesine de, Melâhat bu defa da kör olmuş. Gerisini Bardakçı'dan dinleyelim: 

"(...) Ama ortada sanki bir tuhaflık var... Ayşe Arman geçenlerde beslediği tavşanının kör olduğunu yazmıştı. Tavşanın körlüğü hastalık neticesi idi ama ardından Teşvikiye'de yaşayan iki arkadaşımın hayvanlarının gözleri gitti: Birinin köpeği diğerinin de kedisi birdenbire kör oldu, hemen ardından da bizim Melâhat. Tesadüf mü yoksa ortalıkta hayvanlara musallat bir virüs yahut salgın mı dolaşıyor bilmiyorum ama bir tuhaflık var gibi... Gezi olayları sırasında kullanılan biber gazının sadece insanlara zarar vermediğini, binlerce kuşun da canını aldığını düşünecek olursak kedilerle köpeklerin birdenbire kör olmalarının gerisinde bir şeyler bulunup bulunmadığının da araştırılması gerekiyor."

Ortada taş gibi haber var. Birisinin de gerçekten peşine düşmesi gerekiyor. Bir salgını -varsa tabii- ortaya çıkartan ya da Gezi'deki gaz bombalarını bu körlük vakalarına bağlayabilen gazeteci müthiş bir iş yapmış olur. Ödüllü işler sadece Ankara, Ergenekon, derin ilişkiler yazarak çıkmıyor. Bu da çok mühim mesele. Hele gaza bağlı körlük saptanırsa, global ölçekte gaz kullanımı yönetmeliği değiştirtecektir. Birisi el atsa ya... 

güney kore'nin çöpçatan hükümeti ya da erdoğan'ın yolu


Başbakan'ın üç çocuk ısrarı yeni değil. Yıllardır katıldığı her düğünde, ilgili (bazen ilgisiz) her konuşmasında, evli çiftlerle her bir araya geldiğinde tekrarlıyor: Sizden üç çocuk istiyorum. Yoksa gelecekte Türkiye'nin üretim gücü düşecek, büyük devlet olma iddiası azalacak, kuruyup gideceğiz, böyle devam ediyor... Hedefe uzak bakanlar, milletvekilleri mahçup mudur acaba?

Meğer Erdoğan'ın ısrarı hiçbir şeymiş. Tek bir karşılaştırmaya bakar. Devletiyle hükümetiyle yerel yönetimleriyle Güney Kore, çocuk sevdası konusunda bizim başbakanı solda sıfır bırakıyor.

Konu malum. Geçtiğimiz yüzyılda hızla gelişen 'Asya kaplanı'nın vatandaşları, köyden kente göç, şehir yaşamının zorlukları, geleneksel yapının kırılması, kadınların ekonomik özgürlüğe kavuşması derken evlenip çoluk çocuğa karışma işini biraz ihmal etmişler. İstatistikler böyle diyor yani. Ama çarkların dönmesi lazım, bunun için de vatanın minik Koreliler'e ihtiyacı çok.

Yalnız bir sıkıntı var: Koreliler biraz çekingen. İşler bugüne dek hep ailenin etrafa haber salması, eşin dostun uygun bulmasıyla yürümüş. Görücüye çıkan 'Asya kaplanı' teyzeler, bizim memlekette on kaplan gücünde diyeyim, siz anlayın. O yapı da sarsılınca elde avuçta kalmıyor. Genç Koreliler şehire intibak etme işini halletmiş ama, flörtte bocalıyor. Göz kontağı zayıf, 'seviyorsan git konuş' zayıf, 'pembe panjurlu ev' bilgisi zayıf... Bu kadar dersten çakınca, aile kurmaya da sıra gelmiyor.

Sonuç: Vatandaşları için her zaman en 'hayırlısını' düşünen devlet... Olayları özetleyeyim: Sağlık ve Refah Bakanlığı 2010'da devreye girip, flört partileri organize etmeye başlamış. Zamanın bakanı Cheon Jae-Hee, "bizde her şeyi devletten bekleyebilirsiniz kardeşim" diyerek bir senede dört parti düzenlemiş. Bakan, o partilerin vesile olduğu evlilik törenlerinde boy göstermeyi ve medyaya poz vermeyi de seviyormuş. Damat adayları da bakana dönüp "kaç çocuk isterseniz sayın bakanım" der olmuş...

O gün bugün bakanlığa bağlı kuruluşlar ve yerel yönetimler, Güney Kore'de flört sektörüne el atmış durumda. Bu konuda en önde koşan Aile Planlama Müdürlüğü geçmişte önerdiği vazektomi operasyonları yüzünden günah çıkarıyor. Dahası, özel şirketler de hükümetin restini gördü. Artık iş yeri ortamlarında romantik ilişkiler serbest. Hatta becerebilen kendi flört partilerini düzenleyip devletten aferinini alıyor. Yabana atmayın, ikramiyesi, teşviği bol bir iş.

Yani Güney Kore'de hükümet hem tavsiye ediyor, hem organize ediyor, üstüne üstlük bir de teşekkür alıyor. Erdoğan için rüya gibi bir ülke...

Yakında yürüyeceğimiz yol da bu.

Orijinal haberi New York Times'da, şurada okudum. 

buenos aires'in has kedisi gatito


İnternette o kadar kedi videosu dolaşırken, seyirciyi ikna etmek zor. Bana kalırsa, Arjantin'den Game Ever Studio başarmış. Şahane çizgi, basit olay örgüsü... Henüz ortada sadece trailer var, ben havasını sevdim. Buenos Aires'li kedi El Gatito ('kedicik' demek zaten) kendini bir anda çölde buluyor. Hollywood'da "Western bitti mi bitmedi mi" diye tartışılırken, Arjantin'den bir ufak destek gelmiş gibi.

Yalnız müzikte sanki bize de yakın bir ruh var. Filmin ortasında bir bozlak kopsa kimse bir şey diyemez.  

bir gazete hikâyesi: bu çocuklar bu oyuncakla nasıl oynayacak?


MIT Technology Review'un genel yayın müdürü Jason Pontin, Washington Post'un Amazon'un sahibi Jeff Bezos'a satılmasının ardından, Romalı ünlü general/politikacı Crassus'un bir sözünü hatırlattı: Bir orduya sahip olmayan hiç kimse kendini zengin saymasın.

Bugünün ordusu gazete (genişletip medya da diyebiliriz.) Yirminci yüzyılın başından beri durum aynı. Tek fark, bir orduya sahip olan insanların değişmesi. Bu yüzyıl kendi zenginlerini yarattı ve şimdi onlar kendine birer ordu arıyor.

Eski dönemin gazeteleri, çok değil bir on yıl evvel, yeni medyanın potansiyeline uyansalardı, her şey çok farklı da gelişebilirdi. Ama New York ve Washington merkezli medya, kıtanın diğer tarafındaki Silikon Vadisi'nin çok uzağına düştü. Fikri mesafeleri daha da uzak. Kuşaklar boyu kültürel kodları belirleyen, bir ülkenin, dünyanın entelektüel derinliğine katkı sunan, hatta [yine dünyada] hükümetler kurup düşüren koca koca gazeteler, dünkü çocukların oyuncağı konumunda.

Bu çocuklar bu oyuncakla nasıl oynayacak? Kimsenin bir fikri yok.

Öyle ki, Bezos bile renk vermiyor. Sözgelimi, Post çalışanlarına yazdığı mektupta, mealen "çok güzel çalışıyorsunuz, zaten ben de pek karışmam, aynen devam" diyor.

Tahminler muhtelif: Gazeteyi sağa ya da sola çekebilir, belki fazla liberal bir çizgiye getirebilir. Amazon'un dünya hakimiyetini pekiştirmekte kullanabilir. Her şey mümkün.

İşte bu belirsizlik de günün gerçeği. Global ölçekte, modern zenginin ideolojik bir bagajı yok. Üstelik devlet politikalarına -kendi iş planlarına değmiyorsa- ilgi de duymuyor. Belki şaka maka modernizme dönüyoruz, hatta Bezos gibiler, şimdi servetlerinin yüzde biriyle satın aldıkları bu anlı şanlı gazeteleri ilk kuran zenginlere de benziyor denebilir. Dünyada kendilerinin de rol aldığı yeni bir sistem kuruluyor, paraları çok ve geleceğe bir isim bırakmak istiyorlar. Bir ismi sürekli tekrarlamak için her gün çıkan bir gazeteden iyisi var mı?

Bir soru daha. Sahibi bir yana, bugün bir gazete klasik anlamda iyi bir gazete olabilir mi? Halen ve her şeye rağmen? Bezos mektubunda, Washington Post'un eski sahibi Graham ailesinden ilhamla şöyle diyor: "Yola onların sergilediği iki tür cesarete sahip çıkarak devam etmek isterim. İlki bekleyebilme cesareti. Yavaşlayıp, başka bir kaynağa ulaşabilme... Sonuçta gerçek insanların itibarı, geçimi ve aileleri söz konusu. İkincisi ise hikâyeyi takip edebilme cesareti. Maliyeti ne olursa olsun."

Şu maddeler işleyebiliyorsa zaten sorun yok. Gazetenin sahibi ister yeni dünya düzeninden gelsin, ister uzaydan.

O sırada Türkiye'de... Gazetelerin başına, yeni işleri hakkında en ufak bir fikirleri olmadığı gibi, o fikri üretmeye gayret de etmeyen yeni tüccar/müteahhit sınıfı geçiyor. Burada iktidara yakın olmak yeterli. Sonuçta, hükümetin bir bakanının "konumumuz gereği mucit çıkaramayız, ara eleman yetiştirelim" diyebildiği bir ülkedeyiz. Fikir gelecek de, Amazon kurulacak da, servet birikecek de... Ohooo...

Bu kafayla, gazete okuyabiliyorsak yine iyi.

Fotoğraftakiler, Bob Woodward (sağda) ve Carl Bernstein. Washington Post'un Watergate'i ortaya çıkararak Pulitzer kazanan gazetecileri. 

saatleri ayarlama enstitüsü reloaded

Contre temps from Contre temps Team on Vimeo.

Çok mu güzel rüyalar görüyor bu filmleri yapanlar? Contre temps, Fransa'dan bir avuç genç yönetmenin mezuniyet filmi (ayrıntılar için contretemps-lefilm.com).Yer yer acemilikler var, fark ediyorsunuz ama kafalar başka yerde. Bambaşka bir yerden geliyor.



sarı mayolu adam

Elimde hiçbir fotoğrafı yok. Yanımızdan hep rüzgâr gibi geçtiğinden, kameraya davranamıyorum bile. Yüzünü görmedim desem yeridir. Uzaklaşıp giden bisikletin ardından tek seçebildiğim, gidona eğilmiş bir sırt, gri beyaz saçlar ve neredeyse tümüyle çıplak bir vücut. Onu mevcut 'medeniyet çizgimize' bir tek ufacık bir slip mayo bağlıyor.  O, karımla benim için 'sarı mayolu adam'... Amsterdam yaşantımızın kahramanlarından biri.

Neden o sarı mayo? Neden çıplak? Tanışıp sormak bile istemiyorum. Herhalde kendince bir sebebi vardır

Nispeten işlek Leidsegracht'a bakan eski evimizde, güneşli günlerde pencereye çıktığımızda onu sıklıkla görürdük. Ellerinde haritalar, aylak aylak yol arayan turistler arasından, hep bir yere gecikmiş gibi son sürat geçer, sürprizli görüntüsüyle ağızlarını bir karış açık bıraktırırdı. Parklara da düşkündür sarı mayolu adam. Vondelpark'ın çimlerine yayılmış yatarken, biraz beklemeyi de göze alırsanız, ona rastlamanız işten değildir. Tabii biraz dikkatliyseniz. İki saniyede gözden yiter çünkü. Yanınızdakini "bak bak kim geçiyor" diye dürtmenize bile fırsat bırakmaz. O kadar hızlı... Gördüyseniz gördünüz. Tek kişilik bir seyirlik...

Uzun zamandır karşılaşmıyorduk. Hatta 'yoksa'yla başlayan kara düşünceler bile, aklımıza sökün etmişti. Geçiştiriyorduk.

Amsterdam'da bu sene sürpriz bir şekilde güzel giden yaz günleri nihayet işe yaradı. Prinsengracht kenarında yürürken yine birdenbire geçti yanımızdan. Uzaklaşıp giderken bisiklet, yine o gidona eğilmiş sırt, yine o gri beyaz saçlar, yine o sarı mayo...  

paris londra edinburg trenler deniz

Illusionist Backgrounds from Bjorn Aschim on Vimeo.

Sylvain Chomet'nin Illusionist'ini izlemiştiniz, değil mi? Cevabınız hayırsa, ilk fırsatta -hatta hemen bu gece- izleyin. Havaya girmek için de yukarıdaki videoya bakabilirsiniz. Filmde 'background artist' olarak çalışan sanat yönetmeni Bjorn Aschim, Illusionist günlerinden bir küçük video hazırlamış. Çok da güzel yapmış.

Hatta ben de izleyeyim yeniden. 

en yüksek profilli davada sona gelirken


66'sı tutuklu 275 sanık. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en yüksek profilli davası. 6 yıldır gündemde ve yarın karar açıklanacak. Son güne gelinirken, nedense gazı biraz kaçmış görünse de, yarından itibaren belli ki yeniden Ergenekon'u konuşacağız. Milliyet, davanın seyrini gösteren ve alt davaları birbirine ekleyen bir grafik hazırlamış. Karar öncesinde pratik yapmak için birebir.

Yine Milliyet'de grafiğe bağlı metinler de mevcut. İmza Musa Kesler.
Gecekondunun çatısından 275 sanıklı Ergenekon'a. 
'1 numara' hâlâ meçhul


uzun saçlı kadın ve taş basamaklar

Lady with Long Hair from Cartoon Brew on Vimeo.

Genç Macar sanatçı Barbara Bakos'un elinden çıkma pırıl pırıl bir kısa animasyon: Lady with Long Hair (Uzun Saçlı Kadın). Hem tekinsiz hem hüzünlü. Özellikle ikinci yarıdan itibaren safkan şiir. Bakos'un hayalgücüne şapka çıkarılır.

Şiir demişken, bugün Turgut Uyar'ın doğumgünüymüş. Madem bir yaşlılık hikâyesi anlatıyor Bakos, bir de Uyar'dan okuyalım güngörmüşlüğün şiirini. 'Binlerce' ile 'Uzun Saçlı Kadın' birbirine uygundur.

binlerce pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o çıkaramıyorum
bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek oldukça eski

bir de saçmasapan şeyler
bir kızın dizaltını örneğin
bir adamın çirkin sigara içişini

nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
güzel bir öğle vakti
eski güzel bir akşamı hatırlayarak
sonra dopdolu şeyler
damacanalar gibi
içim kabarıyor

sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların


Animasyon sanatçısı Bakos'u merak edenler buraya
Uzun Saçlı Kadın'ın bir de minik blogu var, o da burada 

ilan nerede?

Basına verilen toplu imzalı ilanları önemsemiyorum. Ciddiye alan neden alır, hatta imza veren neden verir onu da bilmiyorum. Çok eski ve artık hükmünü kaybetmiş bir yöntem. 

Yalnız bu sayfa sayfa ilanların bir avantajı var. Zevzeklik yapmak isteyene güzel malzeme veriyor olmalılar ki (bazen ben de kendimi kaptırıyorum) bir süredir birer imzacı olarak Sean Penn'i, Susan Sarandon'u falan konuşup gidiyoruz. İlanlar, karşı ilanlar... Gerçekten sıkıcı değil mi? 

Dün muhafazakâr kesimden isimlerin verdiği söz konusu karşı ilanı da ciddiye almamıştım. Hatta "bizde çok adam vardır" pespayeliğindeki başlığı bile merakımı kışkırtmadı. Sonra mesele Twitter'da harladığında, ben de herkesle beraber tuhaflığı fark ettim. Karşı ilan, hükümeti eleştiren Sean Penn'li ilanın da verildiği Times gazetesine verilmemişti. Hatta en nihayetinde ortaya çıktığı üzere, hiçbir yere verilmemişti. 

Anladığım kadarıyla, ilanı Anadolu Ajansı yayımlamıştı (anladığım kadarıyla diyorum, çünkü gerçekten tam da anlayamadım.) Ajans bütün metni ve imzacıları kendisi yayımlamış, üstelik bir de "ilan verildi" diye haber yapmıştı (ki bence bu bir skandaldır.)

Buraya kadar zaten her şey saçmasapan. Esas tuhaflık bu konunun haberini yapan gazetelerde. Bugün Milliyet, Radikal ve Habertürk'ü okudum. Üçü de meseleyi haberleştirmiş, üçü de şu şu isimler, şöyle bir ilan verdi, yazıyor. 

Bu ilanı nerede vermişler? Hani 5N 1K'nın temel sorusudur ya... Nerede vermişler? 

Sosyal medyayla geleneksel medya o kadar iç içe girdi ki, en temel soruya cevap aramayı bile unutmuşuz. 

Komik, kimsenin bu soruya cevabı yok. Kimse merak da etmiyor. 


dalgacı mahmut'un çocukluğu


Bu animasyon harikası, Pixar'dan çıkma. Orhan Veli'nin "İşim gücüm budur benim / boyarım gökyüzünü her sabah" dizeleriyle anlattığı Dalgacı Mahmut'un çocukluğuna dair. Çıraklık günleri de diyebilirsiniz. Kasketini kafasına geçiriyor ve ustalarının gözetiminde ilk işine soyunuyor... 

Yönetmen Enrico Casarosa.

beni bu tatlı sözlerle kandıramazsın



Milli İstihbarat Ajansı yöneticisi yalan söylüyor. Siber Komuta Merkezi yöneticisi yalan söylüyor. Başkan yalan söylüyor.

Senato'ya yalan söylüyorlar. Gazetecilere yalan söylüyorlar. Vatandaşlara yalan söylüyorlar. Fark etmiyor. Vatandaşları hakkında bilgi toplamadıklarını ya az az topladıklarını, gerekmedikçe bu işe girmediklerini, bazen de sadece 'kötü adamlar' hakkında malumat derdine düştüklerini anlatıyorlar. Yalan.

Devlet sıkıştığında yalan söyler. Rutini bu, şaşırmaya gerek yok.

Benim ilgi duyduğum kâr amacı gütmeyen, bağımsız, araştırmacı gazetecilik kuruluşu ProPublica'nın basit taktiği. Söz söyleyenleri art arda sıralamış, yalanları işaret etmiş, ardından da gerçekleri yazmış. Beşer onar saniyelik görüntüler, üç beş cümle yazı. Sonra da daha fazlasını bilmek isteyen okuru/seyirciyi linke yolluyor (ki daha da okumak isteği bu noktada karşı konulmaz bir hâl alıyor.)

Hepsi bu kadar. En ağır, en teknik, en sıkıcı dosyaları yazan bir kuruluştan basit bir çözüm. Cesur olduktan sonra, uygulaması da hiç zor değil.

PS: Bir umudum devletin bulabildiği her bilgi kırıntısını toplaması. Toplasın, yedeklesin, biriktirsin bir kenarda. İşlenemeyecek kadar çoğalsın bilgiler. Ben gereğinden fazla bilgi topladığımda, haberi yazamıyorum.

  

tuhaf günler

Aşağıdakiler memleket basınında gördüğüm, bana tuhaf gelen hikâyeler.  Tam tarihleri not etmeyi unutmuşum ama son on günden diyebilirim. Özellikle ilk baştaki Gökçer Tahincioğlu haberi muazzam. 


                                                                       Milliyet


                                                                         Hürriyet

                                                                       Habertürk


                                                                           Hürriyet



                                                                         Milliyet
Habertürk 

Miliyet

ışık biraz daha ışık

Borrowed Light from Olivia Huynh on Vimeo.

Güne başlamak için, günü kapatmak için. Işık biraz ışık...

Ne zamandır ihmal etmişim kısa animasyonları. Biraz daha peşlerine düşeyim.

Terk edilmiş bir gözlemevinin son sakini, şehirlilere bir güzelliği hatırlatmak ister ve olaylar gelişir. Geliştiren Olivia Huynh isimli genç bir sanatçı.  Sade, sürprizli, sokulgan bir animasyon... Orijinal ismi Borrowed Light (Ödünç Işık).

alternatif bir sıkıntımız var

Bugün Milliyet'ten Can Dündar'ı kovdular.

O da oturup nasıl kovulduğunu ve şimdi neler hissettiğini yazdı. Bunu nerede yayımlatırım diye aranmasına da gerek yok, sonuçta kendi ismini taşıyan bir internet sitesi mevcut. Dündar da orada anlattı derdini.

Üzerinden muhtemelen dakikalar bile geçmemişken, Twitter'da bir Can Dündar bombardımanı başladı. Timeline'da birdenbire sayısız RT belirdi. Hepsi bir başka 'alternatif' haber sitesinden, hepsi de Dündar'ın açıklamaları, hepsi de doğal olarak birbirinin aynı.

Hiçbir site bu açıklamanın üzerine, bir iki sunuş satırından öte (üşenmediyse o da) bir şey koymamış, olduğu gibi kesip almış, yapıştırmış, sonra bir tweet halinde yayımlamış.

Çok basit bir soru: Niye okur doğrudan Dündar'ın sitesine yönlendirilmiyor?

Bütün mesele sıcak haberden tık almak. Dündar'ın istifasına kafası atan okuru kendi sitesine çekmek. Neye yarayacaksa...  Bugüne özgü bir mevzudan bahsetmiyorum. Hep aynı... Birisi bir haber yazıyor. Dakikalar içinde hoop bir başka sitede yayımlanıyor. Üstelik öyle alıntı falan da değil, haberin tamamı.

Tekrar edeyim. Bir muhabirin, bir blogger'ın veya bir köşe yazarının, 'emek' harcayarak ortaya koyduğu bir ürünün 'tamamı,' üzerinden daha beş dakika geçmeden, orijinal mecrasından başka bir yerde yayımlanıyor. İzin alınmadan yayımlanıyor. Bazen yazının sonuna (başına da değil) adet yerini bulsun diye orijinal link ekleniyor, hepsi bu kadar.

Yine tekrar ediyorum: İzin alınan durumlar haricinde, tamamı nakledilen bir yazının başına ya da sonuna link eklenmesi, o yazının tümünün başka bir siteden alınmış olma durumunu değiştirmez. Maksat alıntı yapmak değilse, makul uzunlukta bir parçadan hareketle başka bir analiz yapılmamışsa, kısaca orijinal bir eseri başka bir esere dönüştürecek bir çalışmaya rastlanmıyorsa, ortada ciddi bir sorun vardır.

Bugün çok kızılan Huffington Post bile, bir haberin sadece ilk paragraflarını kullanıp okuru orijinal siteye yolluyor. En azından hazırladığı kılıf bu.

Yani kimse kusura bakmasın ama bu hal için tek bir tanım var: Emek hırsızlığı. Dilerseniz, sadece hırsızlık da diyebilirsiniz. Kendini 'sol'da tanımlayanlar için emeğin bir kıymeti vardır diye altını çiziyorum sadece.

Bunlara alıştık artık, yine de üzülüyorum. Bu siteleri çoğunlukla, anaakım medyaya her gün sallayanlar, gerçek gazeteciliğin ancak alternatif medya'dan çıkacağını söyleyenler hazırlıyor.

Ama ne anladık biz bu işten?

Copy-paste tuşları anaakımda da var sonuçta.



ombudsman kovmak

Aklım almıyor halen. Bir gazete, kendisini eleştirdiği için ombudsmanını nasıl kovabilir? Bu nasıl bir cürettir?

Sabah'ın Yavuz Baydar'ı kovmasının sonuçları olacak. Unutulup gitmesin, bu, memleketin basın tarihine geçecek kadar büyük bir mesele. Nitekim uluslararası medyada da yankılar üretmeye başladı.

Cengiz Çandar, Radikal'deki dünkü yazısında şahsen tanıdığı bir gazetecinin, Guardian'ı geçmişte 20 yıl boyunca yönetmiş Peter Preston'un (Uluslararası Basın Enstitüsü'ne başkanlık etmişliği de var) bu konuya dair yorumlarına yer verdi. İnsan okuyunca üzülüyor.


"(...) Başbakan'a hayranlık duyan büyük bir Türk sanayicisiniz. Nitekim, onun damadını CEO'nuz yapmışsınız. Ve aynı zamanda İstanbul'da yayımlanan bir büyük gazetenin sahibi olmuşsunuz ve ciddiye alınmak istediğiniz için ülkenin en saygın gazetecilerinden birini ombudsmanınız yapmışsınız." 


O, editoryal özgürlük için, sizin dışa dönük ve görünür garantörünüz. Ama bir süre sonra, çok sayıda hayal kırıklığının ardından, New York Times'a bir makale yazıyor ve 'hükümetler ile medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar ve perde arkasındaki verdiğinden ve onların adam kayırmacılık ve iktidarın kötüye kullanılmasını irdelemelerini önlediğinden..' söz ediyor. 


Bundan sonra ne oluyor? Gazeteniz Sabah'ın genel yayın yönetmeni, ombudsmanı Yavuz Baydar'ı çağırıyor ve işten atıyor. Özgürlük oraya kadar. Ve eğer aramızda Başbakan Erdoğan'ı üzerlerindeki gizli baskıdan ötürü protesto eden Türk muhabirler ve yayın yönetmenlerinin abarttıklarını düşünen varsa, buna kuşku bırakmayacak durum ortaya çıkmış oldu. İddia kanıtlandı. Bu, ikinci-sınıf bir baskı bile değildir. Sadece aptallıktır (...) " 




en havalı gazeteciler

Taze papa Francis, bir Alitalia jetinde Brezilya'dan Vatikan'a beraberinde uçan gazetecilere sağlam sürpriz yaptı. Uçak Atlantik'in üzerinde seyrederken, yanlarına gitti ve tam 80 dakika (Vatikan ölçülerinde rekor) muhabbet etti. Üstelik Katolik dünyası için epey reformist sayılan o meşhur demeci de verdi: Bir insan gay'se ve Tanrı'yı arıyorsa, ben kimim ki onu yargılayayım.

Uçaktaki gazeteciler için pastadaki çilek tam da budur. Brezilya dönüşü umulmadık bir bonus... Guardian gazetesi de halden vazife çıkarmış; bu sürpriz uzunluktaki buluşmanın ardından, medyanın en 'havalı' işinin, yani devlet büyükleriyle uçakta söyleşmenin nasıl başladığına göz atmış.

Haberden öğrendiğimize göre, her şey zaten bir sürprizin sonucu. 'Making of the President' kitap serisinin efsane yazarı, gazeteci Theodore White, 1960'daki Wisconsin ön seçimlerinde kimsenin başarı göstereceğine ihtimal vermediği Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış ve olaylar gelişmiş... İstikbaldeki başkanla havada saatlerce bir başına seyahat eden White, ilk kitap için gerekli malzemeyi böyle toplamış (İlginçtir, Temmuz başında ölen ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas da zamanının 'esaslı' gazetecileri hep favori Nixon'un çevresinde dört döndüğü için Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış, kariyeri de onun başkanlığa ulaşmasıyla sıçramıştı.)

Bugünkü durumu biliyorsunuz. Uçakta olmak bizde genel yayın müdürü düzeyinde bir sıkıntı. Biz fani gazeteciler endişe etmiyoruz ama onların uykularının "acaba başbakan, cumhurbaşkanı vs. Çin'e uçarken beni de davet eder mi" diye kaçtığı vakidir. Hele bugünlerde... Uçakta söyleneceklerin haber değeri pek yok da, devlet büyükleri medyaya nizamı bu davetlerle veriyor. Bir gazetenin temsilcisi uçağa alınmıyorsa, mesaj verilmiş oluyor. Neyse, karışık işler, girip de tadımızı bozmayalım.

Dönelim Guardian'ın haberine. Yazar, devlet adamlarıyla bindiği uçaklarda dönen geyiği de (hep haber haber, nereye kadar tabii) ufaktan anlatmış. Bir tanesi çok iyi. Zamanında BBC'nin siyaset muhabirliğini yürüten, son zamanlarda da ünlü televizyon şovu Strictly Come Dancing'le tanınan John Sergeant'tan gelsin... Gazetecilere, Başbakan John Major'un birazdan aralarına katılacağı anons edilince, Sergeant'ın "film bitene kadar bekleyemez mi" dediği söyleniyor.

Gerçekten dediyse, kalbimi kazandı.

Yukarıdaki fotoğraf, Cumhurbaşkanı Gül'ün ABD gezisinden. Sene 2008. Kareye girenler soldan sağa: Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, Vatan Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu, Star Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu, Zaman Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Sabah Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan ve Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu. Medyada tablonun beş senede ne kadar değiştiğini buradan anlayın. Fotoğrafı da cumhurbaşkanlığı danışmanlığını halen yürütmekte olan Ahmet Sever çekmiş. 

Aşağıdaki fotoğraf Papa'nın uçağından 

Guardian'ın haberi için buraya


billie holiday neden tek başınayken dinlenmez?



Müzik eleştirmeni John Bush zamanında Billie Holiday için "Amerikan vokalistlerin şarkı söyleme biçimini sonsuza dek değiştirdi" demiş. İddialı laf, ama konu Strange Fruit'i, God Bless the Child'i, Good Morning Heartache'i söyleyen kadın olunca cuk diye oturuyor.

Kimin ne zaman doğduğunun, ne zaman öldüğünün notunu tutan biri değilim. Ama Amerikan romancı Darryl Pinckney'in New York Review of Books'ta geçen hafta yayımlanan anma yazısında gördüm; 17 Temmuz 1959'da henüz 44 yaşındayken ölmüş Holiday. Söyleyecek daha çok şarkısı varken... Aradan çok zaman geçmiş ama iyi ki yazmış Pinckney. Yoksa Holiday'e çok yakışan şu satırlardan mahrum kalırdık:

"(...) Lizzie tek başınıza opera dinleyebileceğinizi, ama cazın bazı türlerini yalnızken dinlemenin mümkün olmadığını söylerdi. Örneğin, Billie Holiday çalarken, yanınızda birisinin olması gerekir. Yoksa kendinizi öldürebilirsiniz. Ama yanlış kişiyle dinliyorsanız, yine vurabilirsiniz kendinizi. Bu durumda bir başkasını bulun."

Yukarıda, Good Morning Heartache var, aşağıda God Bless the Child  ... Hadi ikincisi o kadar kanırtmaz ama ilkinde aman diyeyim... Birini bulmanızı istemek de anlamsız, Good Morning Heartache kadar şahsi şarkı azdır. Neyse, başınızın çaresine bakarsınız.

gaz sıkıp travma yaşayan polis

Yazması bile tuhaf geliyor ama yine de yazayım: Occupy Wall Street gösterileri sırasında, gençlere şiddet uyguladığı (doğrudan gözlerine gaz sıktığı yani) belgelenen polis, tazminat isteğiyle mahkemeye gidiyor. Gerekçesi, hadiseden sonraki süreç sırasında psikolojik travma yaşamak... 

Kendi yaşadığı bir kenara, gençlere yaşattığı neydi hatırlayalım: 

Söz konusu gösteriler sırasında, elindeki biber gazını arabasının camına püskürtüyor rahatlığıyla önündeki gençlerin gözüne sıkan polisi hatırlarsınız. Bilmiyorsanız da, yukarıdaki, işte bu olayın fotoğrafı. California Üniversitesi'nin Davis kampüsündeki hadise, basınımızda o çok sevilen tabirle 'infial' yaratmıştı. Sadece ABD'de değil üstelik. Fotoğraf, dünyanın dört bir yanındaki polis şiddetinin sembollerinden biri haline geldi. 

Hikâyenin buraya kadarki kısmı bizim için tanıdık ama sonrası maalesef bilmediğimiz topraklar. Kasım 2011'deki vakanın ardından açılan davada, mahkeme, üniversitenin, söz konusu polisin, ya da adıyla sanıyla John Pike'ın sıktığı gazdan etkilenen 21 gence otuzar bin dolar ödenmesine karar verdi (bir 100 bin dolar da sonradan mahkemeye başvuran eylemci olursa diye kenara kondu; davaya bakan avukatlarsa toplam 250 bin dolar kazandı.)

Mevzu yine de kapanmadı. 

Şimdi polis memuru John Pike gidiyor mahkemeye. Bütün bu olaylar sırasında psikolojik travma yaşadığı için tazminat talep ediyor. 13 Ağustos'ta bir uzlaşma komisyonu toplanacak, uzlaşma çıkmazsa polisin dava açması bekleniyor. 

Bir küçük dipnot vereyim, Pike, söz konusu olaya kadar,  yılda 121, 680 dolar kazanıyormuş. Kendisine önce sekiz ay ücretli izin verilmiş. Geçtiğimiz yılın Temmuz ayı itibariyle de sözleşmesi feshedilmiş. 

Son olarak, Pike'ın başvurusunun ardından, gençleri savunan avukatlardan Bernie Goldsmith'in ne söylediğini dinleyelim: "İdeal bir demokraside, konuşma hakkını şiddetle bastıranlar hapse atılır, ödüllendirilmez."

Bu avukatı bir de Türkiye'de dinlemek isterdim.  




inceden bir algı inşası


Batı basınının Mısır'la ilişkisi sıkıntılı. Arap Baharı diyerek adlandırdığı sürecin ilk günlerinde de böyleydi; şimdi de aynı. O günlerde meseleyi anlayana dek, züccaciyeci dükkanındaki fil gibi çok kırıp döktüler, ama bu defa sebep farklı. Darbeye darbe diyene kadar çok vakit geçti. Kendi hükümetlerinin pozisyonunu anlayıp (özellikle ABD'de) ona ayak uydurana dek etliye sütlüye dokunmayan çok haber yazıldı. Bugünkü durumda da, sokağa dökülen insanları birbirlerinden ayırmaya başladılar. Daha fenası, onları tarihsel özne konumundan soyutlamaya çalışıyorlar.

Bu sonuncusu epey incelik istiyor. İlk bakışta hissedilmeyen bir tür algı inşası...

Yukarıdaki imaj dünkü Observer'ın (ipad edisyonu) açılış sayfasından. Ordu müdahalesi sonucunda hayatını kaybedenler için 'scores' ifadesi kullanılmış. Bu denli muğlak bir ifade ('çok sayıda' anlamına geliyor), çocuklar bile bilir, ciddi bir gazetenin standartlarında böylesi bir olaya uygun değildir. Örneğin kimse 11 Eylül'de 'scores of people - çok sayıda insan' öldü demez, diyemez. Bu ifade, insanı nesneye endeksleyen, dahası yüksek bir rakamı vermekten kaçınarak algıyı tahrif eden bir ayıptır. Üstelik olayı haberleştirme imkânı çok da zor değilken... Örneğin, haberin içinde tahmini rakamları görüyoruz.. 

İkincisi, gazete olayları daha başlıkta Müslüman Kardeşler ve ordu arasında geçen bir mesele şeklinde gösteriyor ki, bu da başlı başına bir ayıp. Söz konusu başlıkta meydanları dolduran göstericiler, itiraz eden insanlar yok, sadece Müslüman Kardeşler var. Ordu, savunmasız insanlara değil, Müslüman Kardeşler'e (yani bir örgüte) saldırıyor. Protestocu kimliklerinden arındırılmış, bir örgütün dar ve belirleyici tanımına hapsedilen insanlar... Bu önemli. İnce bir iş. Haberin devamını okuyanları boş verin, sadece başlığı gören ve geçen binlerce insan için konu orada bitiyor. Sanki ortada denk bir mücadele varmış gibi...

Son olarak, alttaki fotoğrafa geçelim. International Herald Tribune'un bugünkü açılışı. Kan ve Mursi. Kanı döken ordu ortada yok. Romantik belki ama değil. Silah yok, ateş eden yok, vurulan da yok. Kan ve Mursi eşitlenmiş sadece. O kadar olaydan sonra seçilecek fotoğraf sizce bu mudur? 

Daha çok örnek var. Gördükçe üzülüyorsunuz. 

don't tell the girls that he's back in town


Amsterdam'ın harika kitabevi American Book Center'da dolaşırken gördüm. Pride and Prejucide'in yepyeni bir baskısı... Kapaktaki espri pek güzel. "Aman kızlarınızı eve kapayın, Darcy etrafta dolanıyor" deniyor. Biraz abartılı bir yorum olabilir; zira bu fotoğrafı Twitter'da paylaştığımda kızlarımız tepki gösterdi. Darcy'i yedirtmeyiz, diyen var mesela (canımsın Baharcım, selam.)  Belli ki Darcy konusunda bir hassasiyet mevcut. Bu sarsılmaz inançta özellikle Colin Firth'in Darcy'sinin payı olduğunu düşünüyorum. Adam çıtayı çok yüksellti sonuçta.

Her neyse Pulp'un esprili bir yorumla bastığı diğer klasikler aşağıda. Naçizane favorim Robinson Crusoe.






tek grafikte müteahhit muhafazakâr türkiye

2013'ten memleket manzarası...

2 adet yat limanı
2 adet beş yıldızlı otel
AVM
Kongre merkezi
Cami (muhafazakâr camiayı 'ecdad yadigârı' tersanenin halline ikna etmek için mi?)
Otopark
Restoranlar, sinema
Bir de, sosyal ve kültürel alanlar parantezine sıkışmış ne olduğu belirsiz birkaç yapı...

Yukarıdaki, müteahhit muhafazakâr memleketimizin tek grafiklik izahı.

Haliç Tersanesi alanına bunlar inşa edilecek. İhaleyi alan şirket, şehirdeki tecrübeli kuruluşlar ve kişilerle beraber hareket edeceklerini, kimseyi karşılarına almak istemediklerini söylemiş. İhaleden sonra bizlere de fikir sorulacak yani... Burası da gitmiş demektir, geçmiş olsun.

İhalenin sonuçlarıyla ilgili Milliyet haberi, 'Tamince'nin çılgın projesi' şurada. 

Pınar Öğünç'ün Haliç Tersanesi'nin şehirdeki anlamına dair, Radikal'deki muazzam yazısı ('Bunlar' tersane AVM'ye de mi karşı?' da burada. 

Grafik de Milliyet'ten (25 Temmuz 2013) 

bayrakları bayrak yapan...

Tamam, her dergi kapağını önemser ama en iyi kapak bile dergiyi sattırmaya yetmiyor. İki şey daha lazım: insanların ürünü konuşması ve reklam. İlki bu işin en mühim öğesi elbette ama reklamsız da bir hayat yok. 

Peki iyi dergi reklamı var mı? 

Çok az. Ama birazdan okuyacağınız benim bugüne kadar gördüğüm en iyi kampanya ve estetik eşiklerinin neden bu denli yüksek olduğunu bilmediğim Portekiz'den çıkma (bkz: dünyanın en güzel gazetesi

Reklama konu derginin adı Grande Reportagem. İş sahalarına uygun şekilde, beş dakikada bayraklarla dünya turu yapıyorlar.  Rakamlar, bayraklar, habercilik... Hepsi işin içinde (bazı rakamların konsepte uysun diye biraz abartıldığını söyleyebilirim, ama günahı yok) 

Somali, Çin, ABD, Kolombiya... Hiç hesapta yokken yeni bir şey öğrenmediniz mi? Haber dergisi tam da bunu yapar zaten. 

Reklamcı arkadaşlar için not: Reklam ajansı FSB, Lisbon. 










blöfçünün edebiyat rehberi

İtiraf herkesi rahatlatır... Book Riot'takiler de itiraf edip (biraz da başkalarının itiraflarını didikleyip) rahatlamış. Bir dolu kitabın yanından bile geçmediğimiz halde kendimizi onları okumuş gibi gösteriyoruz, diyorlar. Yukarıdaki grafik işbu blöfçülüğün belgesi... Muhteşem Gatsby, 1984, Gurur ve Önyargı, Bülbülü Öldürmek, daha niceleri... Birçoklarının, okumadığı halde üstüne atıp tuttuğu kitaplar.

Grafiğin sağ yarısında da "sürekli aklımda ama bir türlü fırsat bulup okuyamadım" denilen kitaplar duruyor. Bence pek fark yok. O kitaplar da ilk fırsatta sol tarafa, yani blöfün serin, püfür püfür koridorlarına geçiyor.

Derdim şu: Memleket için de böyle bir grafik hazırlansa keşke. Dün bu dileği (ve grafiği) Twitter'da paylaştığımda, mevzu biraz harladı. Birkaç itiraf geldi bile. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı mesela epey itirafa konu olacak, belli. Bilimum Orhan Pamuk ve Elif Şafak kitapları da...

Korkak güreşmek yok. Kendi itirafımı buraya düşmeyecek değilim: İnce Memed'in sadece ilk cildini okudum ama sorsanız tümü hakkında ahkam keserim (neyse, buraya kadarmış demek ki!)

Eşelersem daha da çıkar.

Siz de eşeleyin!

Book Riot'taki yazı için buraya.

yalancılar kayıt altına


Bu aralar yalanlarla yürüyoruz. En üst düzey siyasetçiler gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Her zaman böyleydi, tamam da, bu denli pervasız hiç olmamıştı sanki. En basiti Dolmabahçe'deki cami.  Ayrıntıları biliyorsunuz...

Bundan sonra ne olacak peki? Hiç söylenmemiş gibi mi davranacağız? 

Newsroom'un ilk sezonundan dördüncü bölüm tam da bu konuyu işler. Mesele Obama'nın Hindistan gezisi masrafları. Birdenbire ortaya çıkan bir haber, gezinin ABD'ye günlük 200 milyon dolara patladığını söyler. Kaynak yok, kanıt yok, sadece bir cümle... Bu da ülkenin kadrolu faşistlerini azdırmaya yeter. Obama'nın vatandaş parasıyla sefa sürdüğü üzerine sayfalarca yazılıp çizilir, yayın yapılır.  

Müdahale gecikmeli de olsa Newsroom'dan gelir. Anchorman Will McAvoy ve ekibi konuya el atar ve iddianın asılsızlığını kanıtlarla çürütür. Haberi kapatırken, McAvoy, konuyu en çok harlandıran üç kişiye, Temsilciler Meclisi üyesi Michelle Bachmann ile iki ünlü neocon radyocu Glenn Beck ve Rush Limbaugh'ya atfen şunları söyler: 

"Halka bile isteye ve sadece kendi çıkarlarını gözeterek yalan söylediler. Bu kişiler bundan sonra tıpkı cinsel tacizciler gibi yasalarca kayıt altına alınmalı ve hayatlarının sonuna dek isimleri önce bu yalanla anılmalı."

Dizi belki, kurgu murgu ama söylenmesi gereken bazen tam da bu. Yoksa unutuyoruz. 

Bu arada, Newsroom çok eleştirildi ama söz konusu dördüncü bölümün finali bence en iyi kapanışlar arasına girer. Mevzu Kongre üyesi Gabrielle Giffords'un vurulması. Eşlik eden şarkı Coldplay'den Fix You. Yukarıda izleyebilirsiniz. 

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...