herkese açık bir sır olarak kütüphane gemisi

(...) Turistsiz günleri Kütüphane Gemisi'nde geçirir olmuştuk - kitap kurdu olduğu asla iddia edilemeyecek Ossie dahil. Bir hava-teknesine doluşup Timsah Park'ın çeyrek mil kadar batısında bulunan isimsiz çam adasının uzun bir şişe boynu şeklindeki körfezine gidiyorduk. Oraya daimi olarak demir atmış, yan gelip kayalara yatmış yirmi altı metrelik, bakırımsı yeşil bir uskuna vardı. İşte Kütüphane Gemisi oydu. Yerinden hiç kıpırdamamasına karşın, tıpkı Gus'ın feribotu gibi Kütüphane Gemisi de anakarayla bir başka bağlantımızdı. İçi kitap doluydu. Otuzlu ve kırklı yıllarda, kitap hastası bir balıkçı olan Harrel M. Crow bu üç yelkenli tekneyi bataklığın bizim bulunduğumuz tarafına yanaştırır, etrafa serpilmiş olan adalara kitap dağıtırmış. Sonra Harrel M. Crow ölmüş, böylece evlere kitap servisinin sonu gelmiş. Ama Kütüphane Gemisi, mucize eseri, kayalıklarda asğ kalmayı başarmıştı; yağmalanmadan, fırtınalar tarafından parçalanmadan. Bütün komşularımızın güzelce yararlandığı, açık bir sırdı. Kürek çekerek gemi enkazına yanaşıp H. M. Crow'un ambarına tırmanabilir ve kucak dolusu yarı-rutubetli okuma malzemesiyle dönebilirdiniz. İnsanların yeni kitaplar bağışladığı da oluyordu - alt raflar pespaye aşk romanlarıyla, polisiyelerle dolup taşıyordu; bazı satırları çizilmiş bir İncil, çoğu çözülmüş bir bulmaca kitabı, Shakespeare'nin oyunları. Dolayısıyla koleksiyon sürekli gelişmekteydi.

Karen Russell, Timsah Park (Çeviren: Püren Özgören)

ebe balinalar ve üç defa yaşayan adam


Seyahat dergilerini hep çok sevdim. Gerçi artık  yelpazeleri genişledi, bilime, dine hatta metafiziğe daldılar iyice. Ama işlevleri baki. Kurşun gibi ağır gündemden yorulup bunalınca, hatta gündemden bağımsız başka imkânların, başka dünyaların rasgele izini sürmeye niyet edince benzersizler. Yarım saatte sizi başka aleme götürür, ferahlatıp geri getirirler. Dünya hiç de küçük değil; insanlar, yaşamlar, mekânlar sınırsız, sonsuz… Biz fazladan afra tafra yapıyoruz sadece.

Aşağıdaki satırlar, bu ayki Geo’dan. Alman yazar Elke Naters, Güney Afrika’da bulup bir daha bırakamadığı cenneti, Cape Town yakınlarındaki Hermanus ve çevresini anlatıyor. 

(…) Balina sahilinde, Hermanus’ta oturuyoruz. Adı böyle, çünkü her yıl hazirandan itibaren Antarktika’dan kambur balinalar buraya geliyor, burada çiftleşip doğuruyorlar. Aralık ayına kadar kalıyorlar. Gebe balinalar yanlarında bir ebe getiriyor; ebe, bebeği ilk nefesi alabilmesi için su yüzeyinde taşıyor.(…)

(…) İlkokulda şekerleme satıcısı olan, rugby sahasının yanındaki küçük bir kulübede şeker köpüğünden toplar, kola, cips ve kâğıt şekeri satan Mr. Botha bir zamanlar öğretmenmiş, sonra paralı asker olarak Kongo’da bulunmuş, daha sonra Zimbabwe’de mısır yetiştiricisi olmuş. Hayatta üç kere her şeyini kaybedip yeniden başlamış. Kaybettiğini avucuna sayan bir sigorta olmamış. Yaşlılığını güvene bağlayacak bir emekliliği yok. Şimdi karısıyla kırsalda yaşıyor, papağan yetiştiriyor, eski araba lastiklerinden süs eşyası yapıyor,sonra bunları cumartesi günü şifalı otlarla birlikte pazarda satıyor. (…)

Fotoğraflar Hermanus kasabasından. 

müthiş sol ayağımla yapıştırmıştım yine


Bu ülkede konuşulmuyor. Havasında mı var suyunda mı, insanlar konuşmaktan çekiniyor. Sivri bulunmaktan, sıkıntıya girmekten, aptal görünmekten belki, kaçıyorlar. Konuştuklarında da ellerini yüzlerine bulaştırıyorlar. O yüzden kolay yola sapıp hiçbir şey söylemeden, anlatmadan konuşuyorlar. Sonra zaman içinde, evrimin gereği işte, bu özellik törpüleniyor. Dümdüz insanlara dönüyorlar. 

Futbolcular, en çok mikrofon tutulan insanlar. Açın gazetelerde spor sayfalarını, onlarca röportaj… Yine de keçiboynuzu gibi çevir çevir iki üç enteresan cümleye ancak rastlarsınız. 

İstisna kabilinden futbolcular da var elbette. Gurbetten gelenlere bakın... Almanya’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan çıkan oyuncular, röportajlarında hep daha çok söylüyor, tartışıyor. Hamit Altıntop’u hatırlayın, Tayfun Korkut’u… Maç sonu açıklamalarında bile tatmin ediyorlardı. 

Bugünün örneği Beşiktaşlı Olcay Şahan… Derin bir felsefesi yok, okumuş yazmış sayılmaz ama çekinmeden anlatıyor hayatını; kendiyle de sık sık dalga da geçiyor… Konuşmaktan aciz vasatlar dünyasında etiketler hazır tabii: Deli, egolu, manyak, o bu… Sık rastlanan bir başlık şu: Olcay Şahan yine güldürdü. 

Hiç kullanamadığı sol ayağı için “Müthiş sol ayağımla yapıştırdım yine bir tane” diye kendiyle dalga geçiyor mesela; başını sonunu dinlemeyenler, adam kendini övüyor sanıyor. Twitter, ona saydıranlarla dolu… Ne yapsın, ağlasın mı, içine mi atsın, sussun espri yapmasın mı? 

FourFourTwo dergisinden Hilal Gülyurt ile Recep Özerin’e röportaj vermiş bu ay. Yine ‘konuşuyor’ Olcay. Okutuyor kendini. Bir iki örnek aşağıda… Devamı da şurada.

(…) Bütün olay bu mu yani? 
Bence bu. Babamın da payı var tabii. Beni her zaman özel çalıştırırdı. Özel hoca tutardı bana. Beni hep koşuya götürüp zorla koştururdu. Ben ağlardım, o koştururdu. Ağlaya ağlaya koşardım. Hiç “kıyamam” dediğini duymadım. O zamanlar Bayer Leverkusen’de bir arkadaşım vardı. Yetenek olarak çok iyi değildi ama gönlünden, canından oynadığı için onu çok beğenirdim. Ona bakıp hevesleniyordum. O yüzden bende de her şey yürekten geliyor. Bazen maçlarda yorulsam bile bunu düşünerek hırslanıyorum, devam etmek istiyorum. 

Koşup koşup sonuca varamadığında sinirleniyor musun? 
Hayır. Koşarsan, mücadele edersen istediğine ulaşıyorsun. 

Baban sana koşarken nasıl hedefler koyardı? 
Oturduğumuz yere yakın, 6 kilometrelik bir göl vardı. O mesafeyi bir saatin içinde iki kere koşmam lazımdı.İlk turun sonunda bir su içirip “Hadi devam” derdi. İkinci turda sinirlenirdim. Bir defasında önümden bisikletli biri gidiyordu, çabuk bitsin diye onun arkasından koşmaya başlamıştım. Müzik dinliyorum ama nasıl sinirliyim! Babama beni o sıcakta koşturuyor diye kızıyorum ama bisikleti de kaçırmıyorum. Döndü bana “Hızlanayım mı?” dedi. “İstediğini yap, bana ne!” dedim ama ne kadar hızlanırsa gidiyorum. Bir baktım, 12 kilometreyi 52 dakikada koşmuşum. 

Hızlı düşünmeni neye borçlusun peki? 
Benim aklım sadece okulda çalışmazdı! Almanca dersinden, İngilizce’den hiç anlamazdım. Sadece matematikte iyiydim. Bir de evde saçma sapan ne iş varsa ben yapardım. Televizyonu tamir ederdim mesela. Onun dışında hep sokaklardaydım. Aklım sadece okula yetmezdi. Notlarıma bakınca “Senden hiçbir şey olmaz” derlerdi. 

Yaramaz bir çocuk muydun? 

Bir defasında abimin GameBoy’uyla oynuyordum. Kaseti üfledim üfledim, taktım çıkardım ama oyun hep bulanık görünüyordu. Ben de gidip komple yıkamıştım. Bir daha çalışmamıştı tabii. Abimden çok sağlam fırça yemiştim o gün. (…)

açık sözlü hollandalılar, sıkıcı yaşamlar ve toplanan kuşlar

Hollandalılar açık sözlü insanlar. Gazeteleri de açık sözlü, lafı eğip bükmeden gediğine oturtuyorlar. NRC Next (bizde eski Radikal'e denk gelir biraz) eylülün ilk günüyle beraber nefis bir kapak yapmış. "Sıkıcı hayatlar yeniden başlıyor" diyor. Yine işe gideceğiz, yine okula gideceğiz, yine her zamanki gündelik sıkıntılar... Hepimizin sıkıcı hayatları işte... Yine de olabildiğince neşeli bir kapak tasarlamış gazete. Ellerinden gelen bu, esirgememişler.

Bizde de eylül, mevsim değişikliklerine inat, hakiki bir eylül gibi başladı. Eski usul, güzel Eylül... Bulutlu, rüzgârlı, kadınların omuzlarına birer şal saran tatlı eylül. Demeye kalmadı... Önce köprüde hazin bir intihar, ardından da trafikte kaldıkları için (tekrar edeyim, sadece trafikte kaldıkları için) canından vazgeçen bir insana hakaret eden dangalaklarla başladı eylül. Doğrusu şu; bizde sıkıcı olan hayatlarımız değil, bizzat biziz. Hele sosyal medyada, on numara sıkıcıyız. Twitter'da Facebook'ta, dünyada bizden daha kasvetli daha hayattan bezdirici bir millet sanmam ki olsun.

Neyse ki kuşlar var, toplanmışlar göçüyorlar... Sonrasını biliyorsunuz, bilmeyen Cemal Süreya karıştırsın.
(Foto, İngiltere'deki vahşi doğa yarışmasında dereceye girenlerden; Somerset'te çekilmiş.)

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...