time afganları terk ederse...


Yukarıda Time’ın bu haftaki kapağı duruyor. Her hafta dört ayrı edisyon (ABD, Avrupa, Asya ve Güney Pasifik) olarak çıkar Time ve ABD edisyonunun kapağı genellikle diğerlerinden farklıdır. Bu hafta dört bölgenin kapağında da aynı fotoğraf var: Akrabalarının evinden kaçan 18 yaşındaki Ayşe’nin fotoğrafı… Taliban bu “sadakatsizliği” kızın burnunu ve kulaklarını keserek cezalandırmış. Aryn Baker’in henüz tamamen okumadığım haberi, Afgan kadınları ve Taliban’ın dönüşü başlığı altında Ayşe’yi ve sanatçısından ev hanımına, ünlü ünsüz diğer Afgan kadınlarını anlatıyor.

Ama kapak lafının vurgusu başka yere gidiyor. Time dünyanın dört köşesine kapağından Afganistan’ı terk edersek ne olur – What happens if we leave Afghanistan diye sesleniyor. Siz de tahmin edersiniz, dergi editörleri, yayından önceki son safhada, bilgisayardan kendilerine bakan kapağın karşısında –bazen- saatlerce düşünerek ve –çoğu kez- birbileriyle kavga ederek kapağa ne yazacaklarını bulmaya çalışır. Bu burada da böyle, Pakistan’da da böyle, ABD’de böyle.

Ama biz –hem bizim dergiyi, Newsweek Türkiye’yi, hem de Türkiye’deki aklı başında diğer birçok yayın organını kast ederek söylüyorum– burada, kapak lafı belirlerken “biz” zamirini öyle kolay kullanmayız. Hele bütün dünyaya yayın yapıyor olsaydık, böyle şeyleri sanırım iki defa yutkunmadan gündeme bile getiremezdik. Ama Time kullanmış… ABD’nin Afganistan’da ne yaptığı, yaptığının işe yarayıp yaramadığı sorgulanırken, duygusal yükü yoğun bir fotoğrafı kullanarak “biz burada olmasak, görün bu garibanların başına neler gelir” diyor. Biz derken, kendini, bir haber dergisini, hem devletle hem de orduyla aynı kefeye koyuyor.

Çok da objektif bir hareket sayılmaz. Afganistan’dan geçtikleri haberleri bu gözle mi okuyalım yani? Time orada olmasaydı, neler olurdu acaba?

çok insan bir dev




26 Temmuz, Küba’da devrim kutlamalarının günü. Bu sene devrimin 51. yıl dönümüydü ve alışıldığı üzere en entelektüel geçinenleri dahil hemen her gazete yanlış olayı haber yaptı. Gazeteler, yılını (1959) tutturmakla beraber 26 Temmuz’u nedense Batista rejiminin yıkılışının sene-i devriyesi olarak biliyor, halbuki söz konusu günde Küba’da diktatörlük yıkılalı altı ayı çoktan geçmişti. Che Guevera’nın başını çektiği isyancı ordusunun adayı doğudan batıya harmanlayarak Havana’ya yaklaştığını gören Diktatör Fulgencio Batista, 1 Ocak 1959’da teslim bayrağını çekti ve çaresiz bir başka diktatörlüğe, Dominik Cumhuriyeti’ne kaçtı (isyanın lideri Fidel Castro Ruz o sırada doğudaydı.) 2 Ocak’ta da isyancılar Havana’ya girdi. Yeni yönetim bu yüzden her yılın ilk gününde diktatörlüğün yıkılışını kutlar. 26 Temmuz’un anılma sebebi ise bambaşkadır; 1953 yılının 26 Temmuz’unda adanın en doğu ucundaki Santiago’da Batista’ya karşı direniş başlamıştır ve ancak beş buçuk sene sonra nihai sonuç alınacaktır.

Bu Engin Ardıçvari girişten sonra (gerçi o olsaydı “ama bizim basındaki goygoycular bunu bilmezler” diye bağlardı ki evlerden uzak) esas mevzuya geleyim. Fidel Castro’nun devrim yıllarını anlattığı yeni bir kitap (isminin Stratejik Zafer olması bekleniyor) yazdığına ilişkin, son günlerde çıkan haberleri eşelerken, onun Küba’dan yayın yapan bir internet sitesinde uzun süredir bir köşe yazdığını okudum. Sitenin ismi Granma (kıtadaki isyancıları –Che dahil- Meksika’dan Küba’ya taşıyan yatın adıdır esasen), köşenin ismiyse Reflections of Fidel. Comandante’nin yazarlığını belki herkes biliyordur ama ben ancak fark ettim, belki benim gibilere hizmetim dokunur.

Ne yazıyor Castro? Valla ne yazmıyor ki… Ama uzun uzun yazıyor, makalelerinin sonu gelmiyor bir türlü. Başlıklar farklı olsa da temel olarak ABD’ye giydiriyor, sonra iklim değişikliği, açlık vs. dünya meselelerine giriyor, hatta dünya kupasına bile uzanıyor sonra dönüp yine kalaylıyor ABD’yi. Tarzı Çetin Altan’a yakın denilebilir. “Evrenin milyarlarca yıllık ömrü karşısında bizim ömrümüzün kıymeti ne ki” mealindeki bir girizgâhın ardından, “ama bak hâla nelerle uğraşıyoruz” diye hayıflanarak çıkıyor yazıdan. Şimdi kontrol ettim, Altan ‘27, Castro ‘26 doğumlu. Herhalde o yılların havası suyu farklıydı.



Neyse çok uzatmadan, dünya kupası ve iklim değişikliği üstüne Castro’dan serbest çeviri bir iki tadımlık alıntıyla ben de bağlayayım yazıyı:

“Bilgisayar hesapları sayesinde, Hollanda takımının Dünya Kupası’nda 36 yıldır hiç maç kaybetmediği biliniyor.

Hakem Brezilya’yı kupanın dışına itti. En azından Küba televizyonundaki müthiş yorumcunun ısrarla söylediği buydu.

Futbolseverlerin büyük çoğunluğu Uruguay’ın hangi kıtada olduğunu bile bilmez.

İki Avrupa ülkesi arasındaki final, futbolun tarihine en aykırı ve tarihin en donuk karşılaşması olacaktır.

İnsan türü karşılaştığı tüm tehlikelerden paçayı sıyırsa bile, daha büyük ve kaçınılmaz bir başka risk halen kapıda: İklim değişikliği.

Çağımızın en hayret verici yanı, emperyalist burjuva ideolojisi ile türlerin hayatta kalması arasındaki çelişki. Mesele artık, insanlar arası adalet meselesi değil -ki bu bugün mümkün ve bundan asla feragat edemeyiz-, esas mesele hayatta kalıp kalmayacağımızla ilgili.”

Ne demişti Can Yücel? Fidel çok insan bir dev…

boğalara özerklik







Katalanlar, la corrida'yı yani boğa güreşlerini yasakladı. Bu, kıta İspanyası'nda bir ilk (1991'de de Kanarya Adaları yasaklamış.) Özerk Katalan parlamentosundaki tarihi oylamanın şafağında, İspanyol gazeteleri gayet dramatik -ve sanatsal- manşet haberleriyle çıktı bugün.

Mevzu aslında hayvan hakları üzerine dönüyor ama Katalanlar İspanya'nın geri kalanıyla köprüleri ufak ufak atıyor gibi.

Arenayı pek seven Ernest Hemingway bu günleri görseydi üzülürdü. La corrida'dan hareketle yazdığı Death in The Afternoon'da, "sanatçının ölüm tehlikesi altında olduğu tek sanat boğa güreşidir" yazmışlığı vardır.

newsweek'i kim kurtaracak? don draper!!



Newsweek'in satılacağını biliyorsunuz. Çalışanları da biliyor elbette. Ama elleri armut toplamıyor, işsiz kalmamak için kendilerince önlemlerini alıyorlar.

Bu videodakiler Newsweek'in New York ofisinden. Bizim dergiyi takip ediyorsanız, siz de birçoğunun yazılarını okumuşsunuzdur; oyunculuklarını da seyredin madem.

Ben bizim ofisi neşeli sanırdım, New York ofisinin geyiği de fenaymış.

korkma ben varım



Geçen haftadan beri dergide hemen herkes Inception’ı konuşuyor. Merak had safhada. Benim ne olup bittiği hakkında hiçbir fikrim yoktu, neyse ki anlattılar... “Christopher Nolan’ın yeni filmi, rüyalar üzerine, şöyle güzel, böyle güzel” dediler. Hatta Çağla (Kalafat) fragmanda görüp tav olduğu bir sahneyi hararetle tarif etti: Filmin kahramanları, Budapeşte veya Prag gibi bir şehirde yürürken, şehir, yani rüyadaki şehir, arkalarından bükülerek kapanmaya başlıyor... Ya da buna benzer bir şey. Güzel bir sahneye benziyor.

Şimdi benim bu Nolan Efendi’yle pek aram yoktur, ne Memento’dan ne de Dark Knight’tan hazzederim. Seyrettiğim filmleri arasında bir tek Insomnia’yı beğendim. Al Pacino farkı belki. Neyse zevkler ve renkler işte, sevenine lafım olmaz.

Ama şu üstteki fotoğraf… Filmin fragmanını izlemedim, konusunu okumadım; fotoğrafa da tesadüfen rastladım. “Korkma ben varım” diye sesleniyor sanırım Michael Caine.

Hazret çağırıyor, el mecbur, gideceğiz…

gece çalışmak


Eskiden de böyleydi… Benim için gündüz çalışmak çok zor. Ne kadar konsantre olmaya çalışsam da fayda etmiyor, gündüz tek yapabildiğim geceki işe hazırlanmak. Bütün gün ölüyor.

Yalnız değilim. Şimdiye dek çalıştığım bütün ofislerde, çoğunluk geceleri çalışmaya meyilliydi. Newsweek Türkiye’de de öyle. Gündüzleri layıkıyla kullanan çok az kişi var. Sebepleri çok elbette: Ofis gürültülü, uyaran fazla, birbirimizin dostluğundan hoşlanan insanlarız yani biraz laklak çok eğlenceli olabiliyor… İşin içinde belki bir ölçü gazeteci kibri de vardır. Şöyle anlatmayı deneyeyim: Orson Welles, Yurttaş Kane’de bir gece oturur, sabaha kadar durmaksızın çalışarak manşeti hazırlar. Yazar yazar yazar… Kahve sigara, kahve sigara, kahve sigara… Gazeteciliği zaten hep böyle hayal etmiştim. Ama bu şekli insanı çok dağıtıyor.

Haruki Murakami, üzerine konuşmayı çok sevdiğim kitabı What I Talk About When I Talk About Running'de yirmili yaşlarında geceleri çalıştığını ve zaman içinde bundan nefret ettiğini anlatır. Murakami o zamanlar yazmıyor, epey müdavimi olan bir caz kulübü işletiyordu. Komik gelecek belki ama bir gün kulübü kapattı ve yazar oldu. Şimdi geceleri saat onda yatıyor, sabahlarıysa çok erken kalkıp koşuyor, sonra da oturup yazıyor.

Saat 10 benim için çok erken ve sıkıcı, üstelik mevcut iş tanımı içinde neredeyse imkânsız. Ama kendimi birazcık gün ışığına kaydırabilir miyim? Geçen hafta neredeyse bütün gündüzleri pas geçip, geceleri işle doldurunca bu meseleyi düşünüp durdum.

Cevap vermek zor.

savaş soğuksa iyidir



Gazeteciler bazen dalga geçmek, eğlenmek istiyor. Geçenlerde “seksi kızıl” Anna Chapman’ın da dahil olduğu Rus ajanlar yakayı ele verince (ki bu hikâyenin inanılırlığı da tartışılır) Rusya dışında tüm dünya medyasında eğlence doruğa çıktı. İngiltere’de iş Chapman için “The Red In My Bed” manşeti atmaya kadar gitti. Bizdeyse “seksi fotoğrafları için tıklayınız”dan öteye geçilmedi. Allahtan artık Facebook diye bir müessese var, ajanlar bile fotoğraflarını paylaşıyor.

Biz böyle gırgıra dalmışken, ABD’dekiler pek gevşemedi, soğuk savaş parametrelerini yeniden yatırdılar masaya. Böylece bazı gazetecilerin eğlenmekten nefret ettiğini de hatırladık. Düşmüş rütbelerini cilalayan ciddi sorular akıllarında belirmişti bile. “Rusya’dan sevgilerle” diyen bu hanımkız ve aile babası saz arkadaşları, yaşadıkları taşra kasabalarında inceden inceye savaş pratiği mi yapıyordu? Rusya uzmanları hemen devreye girdi, ahkâm kesmeye başladı. Ama olmadı, olduramadılar. Çoktan geçmiş devirleri. Ne zamandır Türkiye medyasındaki bu tip hallenmeler üstüne bir şey yazayım diyordum, bu epey yoğun günümde, eski blog’tan şu eski post geldi aklıma. Mevzu iki günlük Gürcistan savaşı üstüne hezeyan, manzaraysa bugünden farksız. Kendini önemli biriymiş gibi göstermek de harbiden zahmetli iş... Üşenmezseniz aşağıya buyrun:




"Üniversitedeyken neredeyse bütün sınavlarda, cevaplara “Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra…” ilk cümlesiyle başlardık. Doksanlı yılların sonuna geliyorduk. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden henüz 10 yıl bile geçmemişti. Çin dünyayla bu kadar haşır neşir olmamıştı. İkiz Kuleler sapasağlam yerinde duruyordu. Türk politikacılarsa Adriyatik’ten taa Çin Seddi’ne kadar uzanan bir rüyanın pençesinde tatlı tatlı mırıldanıyordu.

Glasnost ve Perestroika… Sonrası malum hikâye. Soğuk Savaş’ın sona erdiği iyiden iyiye idrak edilince, stratejistlerin bile ne diyeceğini bilemediği bir dönem yaşandı. Ne de olsa, kızıllarla demokratların arasındaki mücadelenin parametreleri her şeyi açıklıyordu. İlk uyanan, tarihin sonuna geldiğimizi yazan Fukuyama oldu. Muzaffer ABD’nin gücünün sınırlarını belirleyen Fukuyama, bu martavalla epey piyasa yaptı. Sonrası da çorap söküğü geldi. Akademisyenler bir on yıl bizim sınav kağıtlarımızdaki cümlelerin benzerleriyle idare etti. Sonra 9/11 günü geldi çattı.

Kim ne söylese yanlış çıkıyordu. Belirsiz, kontrolsüz, kaotik bir dünya… Stratejik meselelerde ahkâm kesenlerin en az ihtiyaç duyduğu böylesi bir ortamdır herhalde. İslam dünyası üzerinde çalışanlar, terör uzmanları vs. kendilerine yönelik talebin artmasından son derece memnunlarsa da, geriye kalanlar sürekli yanılmanın utancını içten içe hep hissetti. Gerçi onlara neden yanıldıklarını söyleyebilenler de pek çıkmıyordu.

Rusya’nın Gürcistan’daki gövde gösterisi üzerine yazılıp çizilenler, “eski güzel günlere” duyulan bir özlemin ifadesi gibi. “Soğuk savaş geri mi dönüyor” sorularının arkasında, sanki “ah bir dönse de, ne söylediğimizi bilsek” umudu var. Putin’in şahsında güçlü bir Rusya, yenilenen Çin ve savaşkan ama kırılgan bir ABD… Denklemi bu üçlü arasında kurmak daha kolay tabii… Bu yüzden Prag Baharı, Varşova Paktı, Demir Perde tamlamaları çoktandır kaldırıldığı çekmecelerden çıkartıldı. Bana öyle geliyor ki, bir yandan savaşı tukaka ederken bir yandan çaktırmadan Soğuk Savaş güzellemesi yapan daha çok makale okuyacağız. Bir Kuzey Kore’yle, bir Küba’yla gün geçmiyor tabii! Hele ki topuyla tüfeğiyle, şimdi bir de enerji kartıyla daha da güçlü bir Rusya ufukta belirmişse…"

greg, don, joan ve diğerleri





Güzel blog Kediler ve Kitaplar en iyi dizi karakterleri anketi yapıyor. Yanıtları okurken ben de katılayım dedim, bir iki derken yirmiye tamamladım. Sıralamadaki çeşit azlığından anlayacağınız gibi çok fazla dizi seyreden biri değilim, ama seyrettiğimi de sonuna kadar götürürüm (bkz. Lost.) Hugh Laurie’nin canlandırdığı Dr. Gregory House pek tabii ki listenin en üstünde ve onun ağırlığı yüzünden bence gelmiş geçmiş en iyi dizi olan Mad Men’in baş karakteri Don Draper ikinci sırayla yetinmek zorunda kalıyor. Üçüncü sıraya da bir insanı değil, güzide dizi Kuzeyde Bir Yer’in bence pek bir şairane taşra kasabası Cicely’yi koydum (iyi de ettim; çünkü kasaba bütün karakterlerden daha baskındı.)
Listeyi hazırlamak eğlenceliydi; Mavi Ay’ı, Kuzeyde bir Yer’i ve X-Files’ı ne kadar özlediğimi de böylece fark etmiş oldum.

Buyrunuz:

1) Gregory House – House MD
2) Don Draper – Mad Men
3) Cicely Kasabası – Northern Exposure
4) Desmond Hume – Lost
5) Joan Holloway – Mad Men



6) Barney Stinson – How I Met Your Mother
7) Fox Mulder – X Files
8) Audrey Horne – Twin Peaks
9) Dean Winchester – Supernatural
10) Ed Chigliak – Northern Exposure
11) David Addison Jr. – Mavi Ay
12) Rose & Bernard Nadler – Lost



13) Lisa Cuddy & James Wilson – House MD
14) Jessica Fletcher – Murder, She Wrote
15) Roger Sterling – Mad Men
16) Lily Aldrin – How I Met Your Mother
17) Daniel Faraday – Lost
18) Dale Cooper – Twin Peaks
19) Joel Fleischman & Maggie O’Connell – Northern Exposure
20) George Costanza - Seinfeld



Kediler ve Kitaplar’daki listeyi ve verilen cevapları burada
bir de burada görebilirsiniz.

ok iPad

yazının girişinde degaj

İşimiz bu. Newsweek Türkiye’de akıcı bir üslupla, herkese enteresan gelecek notları kullanarak özgün bir haber dili oluşturmaya uğraşıyoruz. Ama bazen elimizden kaçıyor; kolay yola sapıyoruz. Geçen gün bizim yayın yönetmeni Selçuk Tepeli biraz da şaka yollu “haberlere alıntıyla başlamayı” yasaklayacağını söyledi. Özgünlüğü öldüren bu tip yazı girişlerinden derginin son sayısında epey bir mevcut. Hani formül şudur, önce tırnak açarsın, tırnağın içine bir söz yerleştirirsin, sonra da mesala şu tip bir cümleyle devam edersin: “Yukarıdaki sözlerin sahibi olan X aslında başka bir şeyi kastediyordu…” Böyle gider bu. Tatsız tuzsuz bir kıvam işte.

Bence bu konuda şaka yapmaya gerek yok. Yasaklasın gerçekten de. Teşbihte hata olacak mı bir bakalım ama bu alıntıyla başlama işini ben Türkiye'de oynanan futbola benzetiyorum. Şöyle ki: Türkiye’de topu kısa ve isabetli paslarla doğrudan oyuna sokabilen, böylece oyunu takımında tutan kaleci de defans oyuncusu da bir elin parmaklarını geçmez. Hatta hiç yoktur. Bu yüzden kaleci topu hemen degajla ileriye gönderir. Defanstakiler de aynı şekilde rakip yarı sahaya havadan uzun toplar atar ki, günah onlardan gitsin.

Yazının en güzel yerine, yani girişine alıntıyla dalmak da işte o degaja benziyor. Sorumluluğu üzerimizden atıp, okuru başkasına havale ediyoruz. Burada hepimiz açısından geçerli bir problem var. Kendi sözümüzün üstüne başkasının sözünü neden koyarız ki? Başkasının sözü daha mı değerlidir?

yugoslavya'da fabrikadan halka



Gezip gördüklerim tamam artık yiyip içtiklerimi de –utanmadan- anlatarak Kosova notlarını bağlayayım. Yediklerim değil aslında, içtiklerim iz bıraktı. Bir değişiklik yaparak bu bloga ilk doğrudan reklamı yerleştiriyorum. Bira hangi kapağın altında diyenlere cevap hazır: Birra Peja.
Biz şimdi burada Peç (ya da Pec) diyoruz, İpek olarak anan var ama Arnavutlar’ın kullanımıyla Peja şehrinde, antik İlir kavminden beri bira üretiliyor. O zamanlar Sabaja dedikleri arpa suyuyla sadece aristokratlar demlenirmiş. Sonra mevzu yavaştan alt tabakalara da yayılmış ama Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye girmesiyle üretim hepten gümlemiş. Ta ki 1968 yılına kadar… Parisli gençler kaldırım taşlarının altında denizi arıyorken, Tito dönemi Peç’inde bira fabrikasının yeniden inşasına girişilmiş. 1971’de de eski Yugoslavya’ya yakışır şekilde fabrikadan halka bira servisine başlanmış.
Belki herkes beğenmez ama Pilsener tarzı Birra Peja’nın en önemli özelliği herhalde üretimde kullandığı su. Zaten Kosovalılar da “Peja içtin mi” dedikten sonra hemen bu meseleye dikkat çekiyorlar; “suyu harikadır” diyorlar.



Evet, içimi hafif, tadı güzel, şişesiyle barışık, sevimli bir bira Birra Peja. Drini i Bardhe şelalelerinden gelen suyu da gerçekten lezzetli. Zaten Kosova’da bütün sular epey lezzetli.
Sevimlilik madalyasını, Kosova şehirlerinin caddelerinde tek tük de olsa dolanan Yugo marka arabalarla birlikte bu biraya da takıyorum.

bir plak gibi dönüyor gökte mavilik



Kosova notlarının artık sonuna geliyoruz ama bir iki husus daha var ki, bahsetmeden geçmek olmaz. Kosova kelimesi, malum, çocuk zihinlerine, dakika bir gol bir kabilinden, savaş kelimesiyle beraber iliştirilir. Birinci Kosova savaşı, ki tarihi 1389’dur, Osmanlılar’ın Balkanlar’daki yerini sağlamlaştırması, ilerlemeyi garanti altını alması ve bir de Padişah 1. Murat’ın (Hüdavendigâr) savaş meydanında öldürülmesiyle bilinir. Rivayetler muhtelif, en çok anlatılanı tekrar edelim: Milos Obilic adlı bir Sırp soylusu, Müslüman olacağını duyup ona doğru yaklaşan Hüdavendigâr’ı hançerlemiştir. Obiliç oracıkta öldürülür. 1. Murat’ın iç organları Kosova’ya gömülür, bedeni Bursa’da defnedilir (iç organların gömüldüğü noktada, yüzyıllardır Buhara kökenli bir ailenin başında beklediği bir türbe bulunuyor.) Yıldırım Bayezid padişahlığı devralır.

Kosova Savaşı, bizim için tarih kitaplarında sade bir paragraf. Sırplar içinse bu yenilgi çok daha fazla anlam ifade ediyor. Hüdavendigâr’ı öldüren Obilic’i direnişi başlatan bir kahraman olarak biliyorlar. Bu savaşın anısına inşa ettikleri kuleye (üzerinde savaşa katılmayan Sırplar’ın lanetlendiği bir yazı bulunuyor) çıktığımda, başkent Priştine’nin yanıbaşındaki savaş meydanınının kulenin etrafında göz alabildiğine uzandığını gördüm. Bizi gezdiren Arnavut kökenli Salih Bey temiz bir Türkçe’yle, parmağıyla karşıki tepeleri işaret ede ede, sanki her şey dün olmuş gibi anlatıyordu: Osmanlı kuvvetleri işte şu tepelerin arkasındaydı, geceleyin mehtere başladılar, Sırplar şu noktada saldırıya geçti, sonra 1. Murad’ın oğlu Şehzade Yıldırım Bayezid şuradan gelip yetişerek Sırplar’ı yardı.

Bir şey daha var: Slobodan Miloseviç, 1989’da, yani savaşın 600. yıldönümünde Sırp birliğini savunan ateşli bir konuşma yaparak çok değil üç yıl sonra olacakların işaretini vermişti. Bu konuşmayı nerede yaptığını tahmin edersiniz. Kulenin hemen önündeydi.



Kulenin tepesinde dikilmiş, Temmuz güneşinin altında etrafa, bereketli Kosova topraklarına bakıyorum. Meydan savaşlarına (ne birincisine, ne de 1448’deki ikincisine) ait hiçbir iz yok. On bir yıl önceki Sırp-Arnavut çatışmaları bile kulenin yanına yaklaşmıyor sanki. Uzaklarda iki genç adam bezgin bir atın yanı sıra yürüyor. Tito’nun Yugoslavyası’na ait bir termik santral duman püskürtüyor. Hepsi bu kadar. Her şey geçip gitmiş. Ova komik bir şekilde Hobbitler’in Shire’ına benziyor. Bir de yer gök masmavi. Edip Cansever’in de dediği gibi “bir plak gibi dönüyor gökte mavilik.”

Gerçekten her şey geçip gitti mi?

kosova notları - iskender bey'in sakin torunları


Kosovalılar sürekli macchiato içiyor demiştim; tabii tek yaptıkları bu değil. Bir yandan da bir ülke inşa ediyorlar. Başkent Priştine’nin merkezinde yeni konutlar yükseliyor, çevresinde onu ülkenin kalanına bağlayan yeni yollar açılıyor. Türkiye’yi seviyor Kosovalılar, Türkiye’nin enerjisinden, insan kaynaklarından, dinamizminden hararetle bahsediyorlar. Bu önemli bir gelişme sayılır; çünkü arada her ne kadar din bağı olsa da, Arnavutlar’ın Türkler’den hazzettiği eskiden pek iddia edilemezdi. Osmanlı’ya ikide bir isyan eden Arnavut beylerinin hatırası uzak değil, Arnavut tarih kitapları –biraz hafifletilmişse de- bunlarla dolu. 15. yüzyılda Osmanlı’ya bölgede kök söktürmüş İskender Bey’in heykeli, Priştine’nin göbeğinde bütün heybetiyle yükseliyor. İskender Bey, Kosovalı…

Devir değişti, şimdi Türkiye’ye benzemek istiyorlar. Ama Doğu’nun teknolojisini alırken, kötü huylarına da bulaşıyorlar maalesef! Örneğin yakından müşahade ettiğim üzere, kuyruklarında dirlik düzenlik yok, her türlü kaynak yapmak serbest. Az önce bahsettiğim Priştine çevresindeki yollar da yeniden yapılıyor ayrıca. Daha geçen sene tamamlanan ana yolda asfalt yer yer çökmüş, ulaşım zor. Hükümet hakkında kime sorsanız, yolsuzluktan, yozlaşmadan açıyor ağzını.

Bağımsız iki yılda, bu açıdan geriye koşmuşlar. Yönetim sıkıntılarını tamir edip, bana çok hoş gelen özgün yanları üzerinde yoğunlaşmalarını umarım. Evet, Kosovalılar’ın Türkiye halkına pek benzemeyen - ancak onlardan kopya çektiğimiz takdirde burada da işe yarayabilecek- hasletleri mevcut. Bir kere sakin insanlar, vara yoğa öfkelenmiyorlar, şehirde sinirlerini aldırmış gibi sessizce dolaşıyorlar. Kahvelerde, çay bahçelerinde asla bağırıp çağıırmadan, neredeyse fısıldaşarak, sessizce konuşuyor, gülüşüyor, eğleniyorlar. Satıcılar tacizkâr değil, şehirde gerilim yok. Halbuki İstiklâl Caddesi’nde o gerilimi elinizle tutup, oyun hamuru gibi yoğurabilirsiniz.

Cadde demişken, Kosova’ya beraber gittiğim gruptaki kadınların, Priştine caddelerinde gece gündüz demeden gayet şık kıyafetler içinde arz-ı endam eyleyen hemcinslerini pek beğendiğini söylemeliyim. Bu konuda birinci tekil şahıslı cümleler kurmaktan kaçınıyorum tabii ki. Yine de şu kadarını söylemekte beis yok: O olmayan gerilimin olmamasının sebeplerinden birisi cinsel gerilimin de olmaması. Herkes gayet rahat ve her şeyden önemlisi herkes kendi halinde.

Makedonyalı bir Arnavut olan Kerim “savaştan sonra artık aileler gençleri sıkmıyor” demişti. Bu doğru olmalı ama yine de bir sıkıntıları var. Kosova’da en iyi maaşlar bile 300 euro’yu geçmiyor. Avrupa’ya göç etmiş onbinlerce Kosovalı’nın memlekete gönderdiği paralar durumu ancak birazcık kurtarıyor.

Kosova, her şeye rağmen pozitif bir başlangıç yapmak için iyi bir noktada. Benzetmek uygunsa söyleyelim: Evliyken çalışmasa da, boşandıktan sonra kendi ayaklarının üzerinde durabilen çok insan var. Tabii birçok Kosovalı’nın yeniden evlenmek istediğini saymazsak. Zira Arnavutluk’la birleşmenin formüllerini arayan da çok kişi mevcut.

Son olarak bir Lonely Planet notu: Kosova'da pazarlık yapmayın. İndirime yanaşmıyorlar, ama sizi severlerse aldığınız şeyi hediye bile ederler. Buradan kendiniz için bir sempati endeksi de çıkarabilirsiniz yani.

kosova notları - blair ve adaşları


Tony Blair’in şu dünya üzerinde en sevildiği yer neresi? Kendi evi değilse, muhtemelen Kosova’dır. Taze başkent Priştine’ye girdiğimizde bütün caddelerin Blair’in afişleriyle donatılmış olduğunu gördük. Üzerlerinde “Blair, bir lider, bir arkadaş, bir kahraman” yazıyordu.

Ama bunca teveccühe rağmen, Kosova, en çok Blair’in sevildiği bir üke de değil. Afişleri ilk gördüğümüz yerin Priştine’nin havaalanı yönündeki Bill Clinton Bulvarı olduğunu söylemeliyim. Üstelik bulvarda afişlerden de önce göze çarpan, Bill Clinton’un heykeliydi.

Kosovalı Arnavutlar, 1999 savaşında Sırp baskısını kıran NATO operasyonunu en çok destekleyen iki lider Clinton ve Blair’i unutmamışlar. Ben Priştine’ye gelmeden üç gün evvel Blair başkentteydi. Onur madalyası aldı, kendi adını taşıyan Arnavut çocuklarla buluşup fotoğraf çektirdi.

Yeni doğan bir devlette bu tip jestler doğal. Kosovalılar kimseye minnet etmeden de varlıklarını sürdürecektir. Sadece şimdi biraz kafaları karışık; her şeyi yapmak isteyip, bu isteğin ağırlığı yüzünden hiçbir şey yapamayacak gibi bir halleri var. Askerliğimin sona erdiği gece, 00:00’da, Kıbrıs Paşaköy’deki birliğimden ayrılıp doğrudan Ercan Havaalanı’na yollanmıştım. Sivil hayatımın ilk dakikaları müthiş bir rahatlamayla geçti, askerlik boyunca hayalini kurduğum her şeyi aklımda sıralamaya çalıştım. Olmadı, aklıma yapacak hiçbir şey gelmiyordu. Oturup sabaha kadar kahve içtim.

Kosovalılar işte benim Ercan’daki halime benziyor. Devletlerinin bu ilk yıllarında (2008’de bağımsızlık ilân ettiler) akıllarına yapacak çok bir şey gelmiyor gibi. Onlar da oturup sürekli, buralarda nedense çok popüler olan macchiato içiyorlar.

Ama rahatlayıp değişecekler. Bu da çok net görünüyor.

yeni ülkede eski adetler


Kayıtlara geçirelim, bir dünya kupası finalini, milli takımları henüz uluslararası turnuvalarda oynamayan bir ülkede seyrettim. Ama Balkan genleri sağ olsun, taze ülke Kosova’da halk futbola boş değilmiş; doğal olarak finali de ıskalamadılar. Başkent Priştine’de cafeler Hollanda’yı da İspanya’yı da destekleyen taraftarlarla doluydu. İstanbul’da biz uyuşmuşuz belli; milli futbola hasret Kosova halkı kaçan gollerden sonra öyle içten üzülüyordu ki... İspanya kazandıktan sonra arabalarıyla dattiri dattiri konvoy yapanlar olduğunu söylesem abarttığımı düşünebilirsiniz, ama bu gerçekten oldu. Hollanda kazansaydı da fark edeceğini zannetmiyorum.

Ülke yeni ama naklen yayını TRT’den daha iyiydi. Devre aralarında televizyon kanalının alabildiği reklam sayısı sadece 3 (yazıyla üç.) Biz de doyasıya pozisyon tekrarı ve saha içi görüntüler seyrettik. Merak eden varsa, spikerin maç anlatımı da bizimkilerden ötedeydi. Dilini anlamıyorduk elbette ama spiker konuşma temposunu gayet iyi ayarlayıp, yaptığı işi sevdiğini belli ederek anlatıyordu maçı. Üstelik Morgan Freeman dahil ekrana gelen herkesi şıpın işi tanıyor. Ömer Üründül’ün Arnavut versiyonuna da rastlayamadık.

Dili anlamıyoruz dediysek, o kadar da değil. “Çeyrek final”e burada da çeyrek final deniyor.

Bir not da Galatasaray taraftarlarına. Yeni transfer Lorik Cana Priştine’li. Soyadının peltekçe tıslayarak “Tsana” diye okunması gereken futbolcu, erkeklerinin zamanında “Beg” unvanına sahip olduğu epey zengin bir aileden geliyor. Cana’ların ailesinin özelliği savaşlarda cengaverlik göstermesi, düşmanı tamamen yakıp yıkana kadar durmamalarıymış. Futbol anlayışı buradan mı geliyor acaba?

kahve sırası kimde?



Ömrümüz dergide kahveyle geçiyor. Ama Twin Peaks ambiyansı eksik. Bu gidişle onu da tamamlarız.

Buradan Çağla'ya sesleniyorum. Çok içmekle ama yeterince kahve demlememekle suçluyorsun beni. Bugün keyifle içtiğin kahve bendendi, afiyet olsun!

gökkuşağını batıramazsınız



Fransa, Pasifik’teki nükleer denemelerine 1996’da son vermek zorunda kaldı. Greenpeace’in başını çektiği çevre örgütleri ve aydınlar hükümeti şiddetle eleştiriyordu. Hükümet yenilgiyi nihayet kabullenirken, eski günlere atıf yapan bir slogan da öne çıkıyordu: Gökkuşağını batıramazsınız!

Eski günler… 25 yıl önce bugün, Fransız gizli servisi, Auckland (Yeni Zelanda) Limanı’nda demirli Greenpeace gemisi Rainbow Warrior’a (Gökkuşağı Savaşçısı) bombalı bir sabotaj düzenledi. Greenpeace, Fransız hükümetinin Güney Pasifik’teki nükleer denemelerini protesto etmek için bölgedeydi.

Fransızlar nükleer denemelerini kendi ülkelerine güvenli bir mesafede, Fransız Polinezyası açıklarındaki Mururoa Resif’i civarında yapıyordu. Daha iki ay evvel yine yakın bir bölgedeki Amerikan denemelerini protesto eden ve Rainbow Warrior’la Marshall Adası’ndan 300 kişiyi tahliye eden Greenpeace, Fransa’ya da açıktan karşı çıkmış ve Pasifik’te başka gemilerin de katıldığı bir protesto düzenlemişti. O protestoda Fransız ordusunun komandoları gemilere saldırdı.

10 Temmuz’da gece yarısına doğru ise Rainbow Warrior batırıldı. 12 kişilik mürettebattan, fotoğrafçı Fernando Pereira patlamalarda hayatını kaybetti. Evli ve iki çocuk babasıydı.

Benim kuşağım 1985’te daha çocuktu. Haberimiz olmadı. Greenpeace’in bugünkü yönetim kurulu başkanı Kumi Naidoo ise memleketi Durban’da (Güney Afrika) apartheid düzenine karşı çıkan genç bir aktivistti. International Herald Tribune’de bugün yayımlanan makalesinde, dünyayı sarsan saldırıyı radyodan dinlediğini yazıyor. Naidoo işte o gün iki şeye uyanmış. Birincisi şu: Bir gemiye doluşmuş, barış yanlısı küçük bir grup, güçlü bir demokratik hükümeti bile sindirebilir (o kadar etkili olurlar ki, o demokratik hükümet şiddete yönelebilir.) Demokratik gücün paradokslarından biri…

Naidoo’nun ikinci çıkarımı ise şöyleydi (ve daha da önemliydi): Yaşamlarını, kişisel çıkarlardan uzak durarak dünyanın iyiliğine adayan insanlar, evet, gerçekten mevcuttu. Bunu yazdığına göre, Güney Afrika’nın o zamanki zalim yönetimine karşı eylem yapan Naidoo, besbelli kendini koca dünyada çok yalnız hissediyordu.



Yalnızlığı dert edinmemek için aslında iyi bir sebebi varmış. Naidoo’nun yıllar sona başına geçeceği Greenpeace, Kanada’daki İlk Kavim kabilesinden doğan bir kehanetin üzerine –Kanada’da- kuruldu. Şöyle diyordu kehanet: “Yerküre’nin hastalanacağı bir zaman gelecek ve o zaman geldiğinde dünyanın dört tarafında lafa değil işe bakan insanlar toplanıp bir kabile oluşturacaklar. Yerküre’yi iyileştirmek için çalışacaklar. Onlara ‘Gökkuşağının Savaşçıları’ denecek.”

Rainbow Warrior dünyayı dolaşmaya devam ediyor.

ahtapot paul vs. yenal


Şu an insan psikolojisi üzerine deneylerle dolu bir kitap okuduğum için herhalde, gaza gelip dergide küçük bir soruşturma yaptım.

Soru şuydu:

“Farz edin ki futbol hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz Ama Pazar akşamki Dünya Kupası finalinde bahis oynamak istiyorsunuz. Hiçbir şey bilmediğiniz için tavsiyeye muhtaçsınız. Bu noktada ben size diyorum ki, ‘bugüne kadar altı maçtan üçünü tutturdum, futboldan da biraz anlarım, bence şu takıma para yatır.’ Ama bir başkası da çıkıp diyor ki, ‘Arkadaş, Almanya’daki Ahtapot Paul altı maçtan altısını da bilip tulum çıkardı, şimdi Yenal’ın tam aksini işaret ediyor. Paranı onun takımına yatır, sonra üzülme.’”

Bu soruya muhatap olan 21 Newsweek Türkiye çalışanının 15’i Paul’ü seçti. Altı kişi bana inandı (teşekkür ediyorum gençler, çok tatlısınız)

Bana değil insana inandılar tabii.

İster ahtapotçu ister insancı olsunlar, gerekçeleri neydi peki? İşte seçme parçalar:

Serhat (Gürpınar): Sonuna kadar ahtapot, bu işte bir iş var.

Selçuk (Tepeli): Kusura bakma Yenal, ahtapotun önünü kesmeyelim bu saatten sonra.

Murat (Yalnız): Tabii ki insan, yoksa kimden hesap soracağım tahmini çıkmazsa, Allah’ın tutuna tutuna yüzen ahtapotuyla mı hesaplaşayım (Paul’e bir gıcığı var herhalde)

Mustafa (Alkan): Abi sen de hiçbir şey bilememişsin ki.

Çağla (Kalafat): Ahtapot işi tesadüf. Sonuçta bir maymun da Shakespeare yazabilir. Esas istatistikler yalan.

Uzayıp gider… Tercihlerini ekonomik formüllerle ve istatistikle açıklayanlar da oldu; kadere inananlar, mistik açıklama arayanlar da vardı. Ahtapotun esasen tavada değerlendirilmesi gerektiğini söyleyenler de mevcut bu arada.

Ama 15’e 6 be abi. Sonuçta o bir ahtapot, ben insanım (çok acıklı geldi bu cümle şimdi.) Üç maçta yanıldıysam ne olmuş yani? Xavi, Robben, Casillas, Van Bommel falan hepsini biliyorum; eski maçlar hep hatırımda…

Diyorum da, benim oyum da ahtapota gitti şaka maka. Doğru dürüst bir gerekçem de yok! Öyle diyorsa bir bildiği vardır! Ama Ahtapot Paul İspanya’yı seçmiş, ben Hollandacı’yım. Gönlümle mantığım (ahtapot mantığı yani) ayrı şeyleri söylese de paramı yine de Hollanda’ya yatırırdım.

Burada bir şizofreni saklı, dedi Bahar. O kadarı olsun artık! Hollanda da kazansın ama.

maaşlar yatmış



Aktüel’deyken, bir ara maaşın ayın kaçında yatacağı konusunda bir belirsizlik olmuştu da (TMSF’ye geçmiştik), Emre (Ünsallı) “maaşlar yatmış” hareketini başlatmıştı. Şirket el değiştiriyor, bir sürü gelir gider hesabı var, milyon dolarlar gidiyor geliyor, peki bizim maaşlar ne olacaktı? Ancak her şey paylaşıldıktan sonra bize sıra geleceğini düşünüyorduk. Neyse ki bir sorun çıkmadı, biz maaşları düzenli aldık ama bu cümle baki kaldı. İkide bir sebepli sebepsiz söylemeye başladık. Şimdi “bu maaşlar yatmış” pimi çekilmemiş el bombası gibidir. Patlayacak mı patlamayacak mı, belli olmaz. Ay ortası, bayram öncesi filan söylendiğinde inanmazsınız, yine de “ulan ya doğruysa” diye eliniz hemen internet hesabına gider.

The Economist'te başbakanların karşılaştırmalı maaş hesabını görünce, aklıma bu “maaşlar yatmış arkadaşlar” hareketi geldi. Liste başı Kenya’ya baktığınızda siz de anlayacaksınız. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Kenya başbakanı Raila Odinga, kişi başına düşen milli gelir hesabıyla (satın alma paritesine göre) vatandaşlarının tam 240 katı kadar maaş alıyor. Yani bu adam maaşını alıyor, kalanı da Kenyalılar arasında bölüşülüyor.

Listeden diğer bir detay… Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong’un yıllık geliri yaklaşık 2 milyon 200 bin dolar (Ama bu maaş vatandaşlarının gelirinin ancak 40 katı, ne kadar zenginler, hesap edin artık.)



Listede olmayan bir detayı da ben ekleyeyim. 2009 verilerine göre Başbakan Erdoğan’ın yıllık maaşı 75660 Amerikan doları. Bu da satın alma paritesine göre Türkiye’de kişi başına düşen yıllık gelirin yaklaşık altı katı ediyor. Gelir açısından Arjantin’e yakın, vatandaşa oran olarak da İngiltere ile Tayvan arasında. Makul bir yer sayılır.

Bu arada, maaşlar yatmış Emre.

kızılkaya neden orhan pamuk gibi yazamadı?

Dün çok uzamıştı, bu post’la devam edelim Muhsin Kızılkaya bahsine. Bir Dil Niye Kanar’dan alıntı yapmıştım ama o kitap bir serinin son halkası sadece. Kızılkaya üretken bir yazar. Bugüne kadar hepsi bir şekilde Kürt sorunuyla alâkalı 10 kitap yayımladı; çeviriler yaptı, gazete ve dergilere makaleleler, röportajlar hazırladı. Bir meseleyi –evet, sadece tek bir meseleyi- enine boyuna detaylandırmak için yazılmış binlerce sayfa; bant çözerek, harf dizerek tüketilmiş binlerce saat.

Her şeyin başka türlü yaşanabileceği, bir yazı adamının bambaşka tercihleri olabileceği benim aklıma gelmemişti. Ne tuhaf, Kızılkaya’nın da aklına gelmemiş. Radikal Kitap’ta Bir Dil Niye Kanar için onunla röportaj yapan Abidin Parıltı soruyor, Kızılkaya içini çekerek cevaplıyor:

Son soru, Türkiye’de Kürt sorunu olmasaydı, bugün ne yazmak, ne yapmak isterdiniz?
Aslında güzel bir soru ve ben bu soruyu bugüne kadar hiç düşünmedim.

Şu an düşünürseniz...
Sanırım Orhan Pamuk’un romanlarına benzer romanlar yazmak isterdim.”

Bir kuşağın ömrünün nasıl heba olduğunun hikayesi, yukarıdaki son cümlede saklı. Kızılkaya, hiç değilse, iyi kitaplar yazdı. Ya masanın başına bile oturamayanlar?

kürtçe ölüm anonsları



Muhsin Kızılkaya’nın İletişim Yayınları'ndan çıkan Bir Dil Niye Kanar'ını okuyorum. Bir yandan da “demokratik özerklik” üzerine bir haber yazmaya çalışıyorum. Görünen şu: BDP belediyelerinin her şeye ve herkese inat ilân ettiği “demokratik özerklik” muğlak ifadelerle dolu. Üzerinde uzlaşma zemini üretilebilecek somut itirazlar yok. Tam olarak –siyaseten tam olarak demek istiyorum- neyin talep edildiği net değil. Beri yandan Kızılkaya’nın, Kürtçe’nin Türkiye topraklarındaki eksikli, zahmetli ve hüzünlü serüveninin yaşayan insanlar üzerinden toparladığı anlatısı, hem siyaseten hem de kültürel olarak tam hedefini vuruyor. Kızılkaya siyasetçi değil ama neyi istediğini ve nelerin gerektiğini, her şeyin ötesinde, tıpkı Edip Cansever şiirine selam çakan kitabın ismindeki gibi bir dilin neden kanadığını anlıyorsunuz.

Bir küçük ve hazin örnek. Kızılkaya, Türkçe bilmeyen amcasının ricasını aktarıyor. Amcası, yeğeninin Başbakan Erdoğan’ın demokratik açılım çerçevesinde düzenlediği yazarlar toplantısına katıldığını öğrendikten sonra bu ricayı iletmiş. Dinleyelim:

“Bir daha böyle bir toplantıya katılır veya bir yerlerde Başbakan’la karşılaşırsan, şu ricamızı ilet, ne olursun. Eskiden bizim şehirde biri öldüğünde, şehrin bütün mahallelerinde aynı anda cami hoparlörlerinde adamın kimliği ilân edilir, hangi mahallede öldüğü söylenir, cenazesinin ne zaman, nerede kalkacağı Kürtçe olarak duyurulur, bizler de kalkar bir Fatiha okumak üzere cenazeye giderdik. Ama son yıllarda bu uygulama değişti. Şimdi Türkçe anonslar yapılıyor ve ölünün adı soyadı okunuyor. Biz birbirimizi soyadımızla değil, baba adlarımızla, kabilelerimizle biliriz. Şimdi yapılan anonslar biz bazılarına hiçbir şey ifade etmiyor. Ben duyuyorum ama anlamıyorum, kimin öldüğünü bilmiyorum, benim durumumda olan, Türkçe bilmeyen yüzlerce insan var. Rica et Başbakan’dan; ölülerimizin anonsları bundan sonra Kürtçe de yapılsın!”

Basit ve anlaşılır. Üzerinde kavram bina etmeye gerek kalmayacak kadar gerçek bir ihtiyaç.

Kızılkaya da zaten şöyle devam ediyor:

“Talebi görüyor musunuz? Türkçe bilmeyen Türkiye cumhuriyeti vatandaşı bir Kürt, bir devlet talep etmiyor, bir hükümet, bir parlamento, bir toprak parçası, bir eyalet talep etmiyor. Talep ettiği şey çok basit; ölülerinin ölüm haberini Kürtçe duyma! Duymak ve dudaklarında Allah’ın kelamı bir Fatiha’yla mezarlıklarına koşmak.”

Siyaset de bu dil ve taleplerle yapıldığında ancak, uzlaşma sağlanabilir. Diğerleri bir kenara, BDP’lilerin bile Kızılkaya’yı okumaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.

beni türk diş hekimlerine emanet ediniz



Bence bugün gazetelerdeki en sevindirici haber, Fransız bilim adamlarının çürük dişe jelle tedavi geliştirdiğine ilişkin olandı. Paris’teki Ulusal Sağlık ve Tıbbi Araştırmalar Enstitüsü’nden uzmanlar MSH (melanosit uyarıcı hormon) içeren bir jel ya da mikrofilm kullanarak çürük dişe müdahale ettiklerinde, dişin içindeki hücrelerin kendini yenilediğini görmüşler. Dişçi koltuğunda fareler oturuyormuş şimdilik. İnsanlar için de geçerli olursa, artık dolgu yok demektir. Bu haberi keşke 20 yıl önce okusaydım.

Ama şimdi okuyunca, zamanında eski blogda yazdığım bir parça düştü aklıma. Günün anlam ve önemi üzerine ısıtıp servis ediyorum. Buyurun:

“Herkes dişçiden korkar. Ben çocukken daha da çok korkardık. Dişçinin (diş hekimi dememiz lazım aslında, kızıyorlar dişçi deyince) koltuğuna oturduğumda, tedavinin vermesi muhtemel acıdan değil, kullanılan aletlerin acımasız kesinliğinden işkillenirdim daha çok. Bütün o sivri ve keskin aletler hiç yanıltmazdı; ne yapmak için tasarlanmışsa tam olarak onu yapardı. Ama görünüş itibariyle bugün kullanılanlardan biraz daha kabalardı.

Bugün işler nispeten kısa ve acısız. Alet edevat da daha dostça görünüyor. Bazı koltuklarının üstüne, hasta seyretsin de acıya yoğunlaşmasın diye konulmuş televizyon veya bilgisayar ekranları bile bulunuyor. Belki kullanılan iğneler de daha etkilidir; diyeceğim o ki, eskisi kadar acıtmıyor (o ilkel korku baki tabii).

“Bunu da bulamayanlar var” edebiyatına girmek istemezdim ama elbette ve her zaman olduğu gibi bunu da bulamayanlar var. Zaman’da bir haber, her türlü tıbbi müdahaleye muhtaç Zanzibar ve Tanzanya’ya giden doktorların yaptıklarını anlatırken; ilginç bir ayrıntının da altını çiziyor. Türk diş hekimleri, Zanzibar’da ilk diş dolgusu tedavisini uygulayarak, ülkenin maalesef pek de uzun sayılmayacak tıp tarihine geçmiş bulunuyorlar. Ağrıyan dişin uyuşturularak çekilmediği ülkede, kendini Türk diş hekimlerine emanet eden kişi de Başbakan Shamsi Vuai Nahodha’nın validesi Maria Hanım.

Söylemeye gerek yok, adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Dolgu yaptırıp tarihe geçmenin bile ancak başbakan analarına nasip olduğu ülkelerin de bulunduğu bir dünyada.”

rolling stone'u nasıl soydular?


Gerçekten iyi bir işti. Bizde şöyle bir dokunulup geçilmesi ne kötü. Rolling Stone’un Michael Hastings imzalı ve The Runaway General başlıklı makalesinden bahsediyorum. Geçen gün dergide çay içip muhabbet ederken Kaya (Genç), keşke birisi olduğu gibi Türkçe’ye çevirip yayımlasa, dedi. Herhalde kimse buna kalkışmaz, çünkü epey el alacak uzun bir metin. Vaktiniz varsa, okuyun derim.

Hastings’in yaptığı kıskanılacak bir iş. Makalesinin yayımlanmasının ardından, Obama yönetiminin Afganistan’a yaklaşımı hakkında atıp tutan (hem de öyle böyle değil) General Stanley A. McChrystal işinden oldu. General ve ekibi Hastings’i, hem Afganistan’da hem de NATO toplantısı sebebiyle bulundukları Paris’te günlerce misafir etmiş ve onunla muhabbet ederken, bir askerin basına söylemesinin hayal bile edilemeyeceği sözler sarf etmişti. Şöyle düşünün, Ergenekon kayıtları bu muhabbetin açıklığı karşısında solda sıfır kalır. Sonuç ortada. Obama hepsinin içini çekti. Freelancer gazeteci Hastings ve Rolling Stone ise popülerliklerinin doruklarında dolaşıyor.

Şimdi herkes Rolling Stone’u kıskanıyor. ABD’de kimse sadece ‘indie’ işlerle uğraştığı düşünülen ve genelde önemsenmeyen derginin, askeri sulara bu kadar rahatlıkla girip bu malzemeyi çıkartmasını beklemezdi. Ama oldu işte. Denemeden bilemezsin ki. Tabii bir de şu var: Askerlerle röportaja sadece Pentagon’un tanıdığı ve güvendiği gazeteciler gittiği için böyle skandal gelişmeler yaşanmıyor. Dünyanın her yerinde böyle bu; elbette Türkiye’de de farklı değil.

Ama makalenin kotarılmasının sonrasında, Amerikan medyasında Türkiye’de mümkün olmayan şeyler yaşandı. Skandalı başlatan mesele, Hastings’ten gelen makaleyi Rolling Stone’un hemen yayımlamayıp kendine göre bir programa yerleştirmesiydi. Ama makale, bir gece aniden, Time ve Politico’nun internet sayfalarında PDF formatında boy göstermeye başladı. Yani skandal ifşaatları kamuya duyuran Rolling Stone değildi. İşin tuhafı, bu yayınlarda derginin adı ağza bile alınmıyordu. Sanki bu makaleyi birileri kendi kendine hazırlamış, Time ile Politico da şak diye manşete çekmişti. Makalenin ellerine nasıl geçtiğini açıklamadılar.

Rolling Stone anında “bu düpedüz hırsızlık” diye bağırıp çağırmaya başladı. İçeriği çalanlar da meselede “milli çıkar” gördükleri için yayına koyduklarını söylediler. Ertesi gün Rolling Stone kendi sitesinde yayına başlayınca, Time ile Politico da PDF’i kaldırdı ve okurları içeriğin gerçek sahibine yönlendiren bir linkle yetindi. Zaten atı alıp Üsküdar’ı çoktan geçmişlerdi.

Sabah’ın bir atlatma haber hazırladığını, Hürriyet’in de Sabah’ı bile atlatıp haberi kendi işiymiş gibi yayımladığını düşünün. Memleket ayağa kalkar, birkaç tepe yönetici işinden olurdu herhalde. Neyse ki Türkiye’de buna daha sıra gelmedi.

Belki de gelmiştir.

afrika hariç değil




Japonya’dan Yuichi Komano, Gana’dan Asamoah Gyan. Biri bek, diğeri forvet ama ikisi de 3 numara. Formalarından gayrı bir ortak özellikleri daha var şimdi. Uluslarının yükü artık bu iki adamın omuzlarında. Rüyalarında o penaltı atışını yeniden yeniden kullanacaklar. Bu kâhır hiç bitmeyecek. 120’de topu direğe nişanladıktan sonra, ilk penaltı atışının başına cesaretle geçip gol yapan Gyan için bile bitmeyecek.

New York Times’dan Rob Hughes bu meseleyi Japonya – Paraguay penaltı atışlarından sonra yazmış, bir de Gana’ya -özellikle onlara- şans dilemişti: “Umalım ki hiçbir Ganalı halihazırda koca bir kıtayı sırtlanmışken, bir de penaltının baskısı ve acısıyla yüzleşmesin. Kader zaten yeterince adaletsiz, daha da bir şey eklemeye hiç gerek yok.

Yüzleştiler… Yapamadılar. Cemal Süreya "Afrika hariç değil" demişti. Bundan da hariç kalamadı.

PS: Kafcamus da blogunda, 2004’ten bir yazısıyla konunun tarihine girmiş. Okuyun, faydalanın derim.

bana ne okuduğunu söyle



Almanya dün yeni cumhurbaşkanını, Christian Wulff’u, artık salt çoğunluğun yeterli olduğu üçüncü turda seçti. Angela Merkel destekledi, zorladı, Wulff’un isminin etrafında ittifak kurulmasını istedi; ama kendi partilileri bile topyekûn destek vermedi. Türkiye medyasında muhtemelen bir daha adını bile duymayacağımız cumhurbaşkanının seçimi de gösteriyor ki, Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) büyük ortak olduğu koalisyon her an göçebilir.



Seçim başka bir işe yaradı. Bizde pek yapılmıyor ama Frankfurter Allgemeine, oylamalar öncesi adaylara favori kitaplarını sormuş, üzerine bir de analiz yapmış. Wulff’un yanıtı, Antoine de Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i. CV’sinde Doğu Almanya kökenli insan hakları aktivisti yazan rakibi Joachim Gauck ise –ki kılpayı kaçırdı cumhurbaşkanlığını- Ernest Hemingway’den Çanlar Kimin İçin Çalıyor demiş.

Ama benim favorim sürpriz istifasıyla Almanya’yı seçime götüren eski Cumhurbaşkanı Horst Koehler’in tercihi. Koehler, Bohumil Hrabal’ı seçmiş. Hani şu mükemmel kitap Sıkı Kontrol Edilen Trenler'in Çek yazarı. Ama seçtiği kitap o değil, Türkçe’ye henüz çevrilmeyen bir başkası: I Served the King of England.

Üç yazar da Alman değil, garip.

Bizden tahminlerim: Tayyip Erdoğan Mehmet Akif Ersoy’dan Safahat derdi, Abdullah Gül Necip Fazıl Kısakürek’ten Çile, Kemal Kılıçdaroğlu Nazım Hikmet’ten Memleketimden İnsan Manzaraları. Hepsi de Türk, hepsi de şair… Öyle geldi niyeyse.

PS: Bu arada Frankfurter Allgemeine yazmak ne zevkliymiş. İnsanın tekrar tekrar yazası geliyor. Bir de Almanca bilseydim.

durun siz kardeşsiniz





Komşu komşunun külüne muhtaç ama İspanyollar dün komşularını çok üzdü. İki ulusun ertesi günkü gazetelerine göz atmak ne tuhaf. Futbol gerçekten de her şeyi siliyor. İspanyollar gülüyor, Portekizliler ağlıyor. Hem de manşetten.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...