senenin güzeli

Meslekte ilk göz ağrım, hâlâ en sevdiğim, dergiler… Kim ne yazmış, nasıl kapak yapmış, bu sene çok ilgilenemedim. Biraz vakit arındırıp, telafi etmeli. 

Yine de 2016’ının en sevdiğim kapağını söyleyeyim, yıl biterken. 

Bu ağır seneyi anlatacak ne çok şey var ama hiçbirine girmeyeyim şimdi; New Yorker’ın Aralık başındaki kapağına gidelim. Sakin, huzurlu, gösterişsiz, komik… Bu seneyi böyle kapatalım. 

“Ben hayvanlarla büyüdüm” diyen Peter de Sève’in işi bu. İsmi 'Rat Race' (Resimdeki fareyi kullanarak kelime oyunu yapıyor; bu ifadenin 'modern yaşamın hayhuyu, hengamesi içindeki rekabet' gibi Türkçe'ye tam çevrilemeyen bir karşılığı var). Dergiye çizdiği kırkıncı kapakmış. Öncekilerden bir kısmı aşağıda (Şimdi fark ettim; içlerinden birine daha önce bu blogda yer vermişim zaten). 

Not edelim: Bu sayıdaki Pedro Almodovar makalesi de enfes. Bu linkten okuyabilirsiniz.  






insanı fazladan mutlu eden bir kitap

2016 gitti gider... Bu sene okuduğum kitaplar arasında en iyisi 'Puşkin Tepeleri'ydi. Muazzam yazar Sergey Dovlatov'la bu vesileyle tanışmış oldum. Bu kitap üzerine Radikal Kitap'a bir yazı yazmıştım; buraya da alayım. Bloga kişisel bir not düşecek kadar benimsedim çünkü.   

***

Bir üslup meselesi... Hem ironik metinler yazacak hem de ironinin altını çizmeyeceksiniz. Hem kısa, kesin cümlelerle koca bir dünyayı anlatacak, ideolojik meselelere dokuna dokuna ilerleyecek, göze batmadan muhalif bir çizgi tutturacak hem de bunlar çok kolay yapılıyormuş gibi sakin bir tavır benimseyeceksiniz. Zor, çok zor... Ama yapan var. Mesela 1990’da New York’ta hayatını kaybeden Rus yazar Sergey Dovlatov... Jaguar Kitap’ın çıkardığı ‘Puşkin Tepeleri’nde elleri cebinde, ıslık çala çala dolaşan bir çocuk ferahlığı var...

Birçokları için bilmece bir yazar Dovlatov. Futbol takımlarımız, Arnavutluk, Beyaz Rusya gibi ülkelerin temsilcileriyle eşleşince atılan başlıklar gibi: Bir kapalı kutu... Açtığınızda bir hazineye rastlayacağınız bir kutu ama. Rus gazeteci Solomon Volkov’un ifadesiyle, ‘özgün, müstakil ve temiz’ bir sese sahip bir yazar... “Çehov’un soyundan geliyor. Yazdıkları ne duygu yüklü ne de açıktan açığa siyasi.” Anlamak için kendi cümleleriyle gidelim: “(...) Leningrad’da yapıtlarına karşı soğuk davrandılar. Burada klişeler daha çok tutuluyordu. Tam anlamıyla yeteneksiz olmak para etmiyordu. Yetenek kuşku uyandırıyordu. Deha korku yaratıyordu.”

‘Puşkin Tepeleri’ ender rastlanan özgünlükte bir öykü. Tadını kaçırmadan özetleyeyim. Bir gün bir yazar, büyük şehirde sürekli kaybetmekten, dikiş tutturamamaktan sıkılır ve taşraya gelir. Bir edebiyat efsanesinin, Aleksandr Puşkin’in doğup büyüdüğü topraklarda rehberlik yapmak, o büyük ismi yurdun dört yanından oralara akan edebiyat meraklılarına anlatmak için... Sonra olaylar gelişir...

Olayları kendine özgü, yavaş yavaş acele eden bir ritmle geliştiriyor Dovlatov. ‘Puşkin Tepeleri’, (Türkçe’de yayımlanmamış) diğer birçok eseri gibi otobiyografik öğeler taşıyor. Evet, kendisi de rehberlik yaptı. Tam da orada, ‘Puşkin Tepesi Milli Parkı’nda hem de... Gazetecilikle geçindiğini, bir dönem gemilerde çalıştığını da biliyoruz... Esas mesele şu: Her döneminde ‘sakıncalı’, kitapları toplatılan bir yazar Dovlatov. KGB’nin nefesini hep ensesinde hissetti. Nihayet tıpkı ‘Puşkin Tepeleri’nde öncesini yazdığı gibi ailesiyle ABD’ye göç etti. 48 yaşında hayata veda ettiğinde, ülkesinden çok uzaktaydı. Kaçarcasına terk ettiği Sovyetler Birliği henüz dağılmamıştı.

Ondan geriye kalanlar, tatlı bir ironiyle ama çivi çakar gibi yazdığı kısa ve hedefi vuran cümleleri. ‘Puşkin Tepeleri’, iyi bir örnek. “(...) İyiliğinde de kötülüğünde de tutarsız biriydi. Amirlerinin yüzüne karşı küfrederdi. Ama Friedrich Engels’in resminin yanından geçerken şapkasını çıkarırdı. Rodezya diktatörü Ian Smith’e sonu gelmez lanetler okurdu. Ama meyhanede parasının üstünü her zaman eksik veren kadını sever ve sayardı: ‘Başka türlü olmuyor, düzen düzendir!’ En korkunç ilenmesi şöyleydi: Kapitalistler için çalışın!”

Bazı kitaplar insana fazladan bir mutluluk veriyor. Sözünü ettiğim iyi edebiyattan gelen mutluluk değil sadece; bu duygu, bilmediğimiz, tanımadığımız ama okuduktan sonra hakkında “Tam da bana göreymiş” dediğimiz bir yazarla tanışmaktan doğan hazzı da içeriyor. ‘Puşkin Tepeleri’ benim için böyle bir kitaptı. Onu yeni tanıyacak diğer okurların da benzer hislere kapılacağına eminim. Onlar da benim gibi yapacak, Dovlatov’un 2004’te Cem Yayınları’ndan çıkan ‘Bavul’unun peşine düşeceklerdir... Türkçe’de başka kitabı yok. Jaguar Kitap, Dovlatov yayımlamaya devam ederse bizlere büyük iyilik eder.


istihbarat zaafı

Olayın üstünden beş dakika geçmiş, adam ezbere terör örgütlerini sıralıyor televizyonda, sosyal medyada. “Kesin şu yapmıştır, motivasyonu budur, hedefi şöyledir” diyor. 

Sanırsın hayatı terörizm araştırmalarıyla geçmiş. O kadar kendinden emin.

Üstelik her defasında yanılmış, ters köşeye yatmış, bugüne dek dedikleri hiçbir gerçekle uyuşmamış, en fazla teğet geçmiş. 

Bir kişi değil. İki, üç kişi de değil. Genel. Kahve ağzıyla meslek icra edenler bunlar. Yazdığı yazıda, söylediği sözde somut bir bilgi kırıntısı bile olmayanlar. 

Kendilerini ‘gazeteci’ diye tanıtıyorlar. Tanıtmalarına gerek yok, böyle tanınıyorlar zaten. 

Türkiye’de istihbarat zaafı var deniyor. Bizim gazetecilerde de istihbarata zaaf var ama istihbarat yok… Biliyor gibi görünmek kaygısı var. 

İşi gücü başka olan insanlarla, mühendisle, fırıncıyla, kahveciyle kendilerini eşitlediler. O kadar istihbarat, o kadar işkembe herkeste var sonuçta. 

Ama biliyor gibi görünmek zaafı bizim mesleğe mahsus. İşimiz bilgi vermek olmasaydı, iyiydi. 

başım böyle dönmese böyle dönmez yerküre

Dışarıdan bakınca bir rüya… Ünlü Mavi Bilye fotoğrafı 1972’de çekilmiş. Apollo 17 uçuşu sırasında… Dünya tam bir küre şeklinde bir daha hiç görülememiş. İnsanlık tarihinde o ekipteki üç kişiden, Eugene Cernan, Harrison Schmitt ve Ron Evans’dan başka dünyayı bu meşhur açıdan gerçekten gören kimse yok. 

Alıp alabileceğimiz en iyi vesikalık bu yani.

Siyasete Giriş kitabımızda mı geçiyordu üniversitede, tam hatırlayamıyorum: Küreselleşmenin, bir astronotun dünyayı uzaydan ilk defa bir bütün olarak görmesiyle başladığını yazıyordu. 

Günlerdir Halep'te, Bugün Ankara’da, Berlin’de, Zürich’te ve daha nice yerde yaşananlar… Dökülen kan… Her şey birbirine bağlı mı yani? Küreselleşme yüzünden mi?

Uzay boşluğunda dönüp duran bir mavi bilyenin üstündeyiz hepi topu. Küreselleşme de kendimizi ciddiye almak için uydurduğumuz laflardan biri. İyi misin, kötü müsün? Mesele bu. Çetin Altan şöyle demişti enseyi karartmamamız için: “Yüz yıl sonrayı düşünün, bin yıl sonrayı, yüz bin yıl sonrayı, bir milyon yıl sonrayı, bir milyar yıl sonrayı… Bir milyar yıl sonra Arz küresi, kırk beş milyar yıl daha yaşayacak, biliyor musunuz?

Peki şunu Enis Batur mu demişti: Başım böyle dönmese, böyle dönmez yerküre. 

Enseyi karartmayalım ama böyle de dönmesin ama. İnsanlar ölüyor. İnsanlık da ölüyor sanki artık. 

kuşlar vardır

kuşlar vardır, cana benzer havalarda
soğuksa kar, baharsa yaprak
bir başına büyür toprakta ömrümüz
güneşle yeşil elleriyle çıplak

- uslu ayaklarla başlamış yolculuk -
yürünmez öyle, bazen durulur
ve iner erenler katına yorgunluk
kapanır sükun üzre kitaplar

nefeslerle sürüp giden yaşamamız
bir su kenarına gelir durur
ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır
yürünmez öyle hep, bazen susulur

can yücel

kuyuya düşmüş gibiyiz

Sabahlara kadar televizyon seyretmek istiyorum. Futbol, belgesel, film, ne olursa… 

Bugün eminönü kadıköy motorunda yüzü gülen bir kişi bile yoktu; arkadaşının kulağına eğilip şaka yapan, sevgilisinin saçını dalgın dalgın karıştıran, okuduğu kitaptan memnun olup sonraki sayfaya telaşla, heyecanla geçen bir kişi bile… Görmedim. Donuk yüzler, herkes önüne bakıyor, gülmüyor. Memleket koca bir yas evi. 

Ama polisiyle siviline aynı anda yas tutmayı beceremeyen bir yas evi… Öfke de haklılık da barışı getirmiyor. Gencecik yaşında, hayata doyamadan daha, ana babasını sevdiğini yavrusunu arkada bırakıp gidenleri de getirmiyor. Daha çok kavgayı, daha fazla intikamı getiriyor. 

Dün gece oyalanmak isterken ‘Mükemmel Bir Gün’ü seyrettik. Bosna, 1995… Bir sivil toplum örgütü, içme suyunu temizleyebilmek için, kuyuya atılmış cesedi çıkarmak ister de ip bulamaz… Çünkü savaş vardır, çünkü insanlar ipe birbirini asmak için ihtiyaç duyar, çünkü ip arayan biri ancak düşman olabilir, çünkü her şey anlamsızdır artık… 

Fırsat bulursanız izleyin, İspanyol yönetmen Fernando Leon de Aranoa çekmiş. ‘Güneşli Pazartesiler’in yönetmeni hani. Biz de sonradan fark ettik; bilmiyorduk. Başrolde Benicio del Toro ve Tim Robbins’i görünce, Hollywood sanmıştık. Değilmiş. Zarif, dertli ve nasıl oluyorsa muzip bir film. Oyuncular da çok iyi. 

Filmi izlerken karımla, “Ya biz de onlara benzersek” diye düşündük. Bosna’ya dönersek… Koca memleket hep beraber, o kuyuya düşmüş gibiyiz. 

Birkaç sene evvel olsa kenarından bile geçmezdik bu fikrin. Abartıyor muyuz, bilmiyorum. Ama bu korkunun kendisi korkutuyor beni. İnsanların kıyıcılığı da korkutuyor. Ya biz de onlara benzersek?


Sabahlara kadar televizyon seyretmek istiyorum; memleket yine de bir yerden yakalıyor. 

kötülük

Elimizin hiçbir şeye gitmediği zamanlar var. Bir kuyuya düşmüşüz, yere vuramıyoruz. Memlekette sevgi, iştah, fer tükeniyor. 

“Patlama sesini duydun mu” cümlesini gördükten, duyduktan sonra hiçbir şey rayına oturmuyor.

Bir şey daha var…

İnsanın kötülüğü… Stada bombayla gelip insanları katleden canilerin kötülüğü yetmezmiş gibi, gelip bir de zavallı dimağlarını orta yere kusanların kötülüğü… 

Sosyal medya iyi bir şey değil. Gerçekten değil. Bir canavar… İnsanı canavarlaştıran, nefretle beslenen, kötü zamanları daha da kötü kılan bir canavar.  

İnsanın kendisi de pek matah bir şey değil zaten. En kötüsü de kendini ‘iyi’ sananlar. Canavarın sırtındalar halbuki. 

İşim gereği sosyal medyayı da bir şekilde takip etmem gerekli. Ama usandım. İnsanın o sonsuz kötülüğüne bu kadar dolaysız şahit olmaktan usandım. Ona olabildiğince az maruz kalmaya, onu az kullanmaya çalışacağım artık. Anlatmak, yazmak, içimi boşaltmak için buralar daha ferah görünüyor. Şimdilik.


Herkes kendi aklını, ruhunu korumak zorunda. Kararmayalım.  

dalgın bir cambaz


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. 


Ece Ayhan, Bakışsız Bir Kedi Kara… 
Kameraya bakansa Bay Truffaut 

mithat alam'ın olağanüstü ikinci hayatı

Mithat Alam'ı kaybetmişiz... Onunla yapılan söyleşiden çıkan 'Sinemayı Seven Adam' kitabı için yazdığım, üç gün evvel Hürriyet Cumartesi'de çıkan yazıyı buraya alayım. Okusun isterdim. Tanımış olmak isterdim...


Hakkında bir şeyler okuduğunuzda ya da birileri onu size anlattığında, “Keşke ben de tanısam” dediğiniz insanlar vardır. Olup biteni bulduğu gibi bırakmamış, gidişata müdahale etmiş, hem çevresini hem dokunup geçtiği insanları değiştirmişlerdir.
Mithat Alam böyle bir insan.
Üstelik, aranızda onun adını hiç işitmemiş olanlar varsa, biliniz ki, ‘Mithat Bey’ sizi bile değiştirdi.
Nedeni nasılı, onunla yapılan nehir söyleşinin dökümü olan, ‘Sinemayı Seven Adam’ isimli hazine kitapta.
Bir küçük ipucu: Neden bir 'Sinema-Televizyon’ bölümüne sahip olmayan Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun, yönetmeni, yapımcısı, kurgucusu, eleştirmeni birçok sinemacı var? 
Nedeni Mithat Alam’ın hayatı. Daha doğrusu, ikinci hayatı... Çocukluğundan beri, gündelik hayhuydan artırabildiği her anı sinema salonlarında geçiren, kendini filmlere adayan, sözcüğün hakkını vererek bir ‘sinefil’ gibi yaşayan Alam, sıkıcı bulduğu, kendini tükettiğini düşündüğü ama çok da başarıyla yürüttüğü iş hayatını, bir gün geri dönmemecesine bıraktı. Sinemaya aşkını bilen akademisyen dostları tarafından kendisinin de mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesi’ne bir derste konuşma yapmak üzere davet edilmişti. Heyecandan fanilasına kadar sırılsıklam kaldığı dakikalar boyunca tutkusunu öğrencilere de bulaştırdı. O kadar çok sevildi ki, bu bir saatlik konuşma, dönemlik derslere evrildi.  Ardından, maddi manevi her şeyini, neredeyse tüm birikimini vererek sıfırdan ördüğü, bugün dahi ülkenin en ciddi sinema arşivi olarak hizmet veren, bir yandan da sinemacılar yetiştiren, önemli sinemacıların ülkemize gelmesini sağlayan, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Mithat Alam Film Merkezi’ni kurdu. Bu da yetmedi Alam’a, yine kendi adını taşıyan eğitim vakfıyla sinema okumak isteyen öğrencilere burs verdi.

Ama her şeyden öte, Alam, öğrencilere kendi varlığını sundu. Sınıftan taşan, kendi evindeki özel film gösterimlerinde gece yarılarına kadar süren sohbetlerde bir öğrenci kuşağı dünyayı, sinemanın imkânlarını tanıdı; tanımaya devam ediyor.
‘Sinemayı Seven Adam’ kitabının yazarı Umut Barış Dönmez de bu öğrencilerden. Ancak konusuna hâkim birinin soracağı derinlikte sorularla (ve aldığı cevaplarla), Alam’ın hayatını dört başı mamur bir sinema filmi gibi işlemiş Dönmez. Kitapta, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan gibi Türkiye sinemasının ustalarıyla dostluğundan, Merkez’de yetişen ve maalesef çok erken yaşta kaybettiğimiz yönetmen Seyfi Teoman’ın öğrencilik günlerine, Gus van Sant’ı, Beyoğlu’nda bir muhallebicide nasıl beklettiğinden, Cem Yılmaz’ı ‘demir yumruk’la yönetmenin güçlüğüne meraklı ayrıntılar da buluyorsunuz.
Ama en önemlisi, bugün değil memlekette, dünyada dahi örneğine rastlanmayacak bir anıt-yaşamı tüm çıplaklığıyla okuyorsunuz.
Nehir söyleşiyi yapan Dönmez’in satırlarından naklediyorum: “(...) Daha ilk dersinden itibaren sinemaya ilişkin engin birikimi, muazzam dağarcığı ve bunu bize aktarırken gösterdiği çocuksu tutkusu karşısında afallamıştık. Daha önce böyle bir ‘hoca’ ile karşılaşmamıştım. Etkisi, sinemadan bir örnekle, ‘Ölü Ozanlar Derneği’ndeki Robin Williams’ın öğrencileri üzerindeki etkisi gibiydi. ”
‘Sinemayı Seven Adam’ Mithat Alam, hakikaten o kadar etkili oldu ki, günümüzün genç sinemacı kuşağının üyeleri ya onun öğrencisidir ya onunla film izleyip sohbet etmiştir ya onun kamuya açtığı dev arşivinden yararlanmıştır. Beyazperdeden bugün yansıyan ve sizi de muhakkak etkileyip değiştiren görüntüler işte böyle bir sürecin ürünü.
Bereketli bir film gibi, bağrından nice filmler, filmciler doğurmaya devam edecek Mithat Alam.

cumhuriyet


hey göklere duman durmuş dağlar hey
değirmenin üstü her gün yel olmaz
dinle ağa dinle paşa dinle bey
sen söylersin o susar mı bel olmaz


Fazıl Hüsnü Dağlarca

bir insan iktidarı neden ister?

Yıllar önce çalıştığım gazetenin kapısında dikilmiş sigara içerken, dışarı sıkıcı takım elbiseli, biraz kel biraz fodul, dört-beş adam çıktı. Yanlarında korumaları. Hepsi sizin de bir bakışta tanıyacağınız, tanıyıp hazzetmeyeceğiniz insanlardı. Mühim kişilerdi. Halen de mühimler. Konuşup gülüştüler; bir süre daha ayak üstü konuştular. Sonra farklı arabaların kapıları önlerinde açıldı. Onlar binene kadar dışarıda bekledi şoförleri… Gittiler. 

O zaman, bunun ne sıkıcı bir hayat olduğunu düşünmüştüm. Hepsi aynı kumaştan olsa da, her biri için, diğerlerine katlanmak zorunda kalmak beter bir düzendi. İş icabı için bile olsa bir arada bulunmak… Aynı masada yemek yemek, aynı şaraptan (şimdilerde bu olmayabilir) içmek… 

Başkasını yargılamak bana düşmez elbette ama bana göre bu adamlarla arkadaşlık hayatta bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri. Yani yükseliyorsun yükseliyorsun, iş buraya mı geliyor? 
Naif bir düşünce elbette. Kısa sürdü zaten. “Yahu” dedim; “Bu adamlar zaten bu hali seviyorlar.” Beraber yatıp kalkmayı, ülke üzerine planlar yapmayı, onu almayı, bunu satmayı falan… Amaç bu zaten. 

Yine de makul değil benim için. İnsan ne için yaşar? İnsan parayı pulu ne için ister? 

Kimisi, bir ülke daha göreyim, bir yemek daha tadayım, bir kitap daha okuyayım, diyor. Kimisi de demiyor. 

Normal olmasına normal de… 

Kemal Tahir’den ‘Kurt Kanunu’nu okurken sanırım gerçek cevabı buldum. ‘İktidarı neden sevdiğini’ kitabın hemen başında Abdülkerim Bey’e söyletiyor Kemal Tahir: 

“ (…) İnsanların kendisinden korkmalarına evvel-eski bayılıyordu. İktidarı hırsla istemesi bundandı. Hem de olur olmaz iktidar değil, polisle ilgili… Yakalamakla, içeri atmakla, sopa çekmekle ilgili, ürkütücü, köpekleştirici soydan iktidar…  İçişleri’nin çağırdığını duyduğun anda, dizleri kesilmeli herifin… Boğazı kurumalı… Çoluk çocuk, cenaze çıkıyor gibi çığrışmalı… N’olduğu belirsiz çünkü… Bunun ucunda asılmak bile var… En yüreklisi köpekleşmeli önümüzde… Tükrüğünü yutamamalı…” 

Tabii ya. Başka ne olacaktı? İnsan insana benzemiyor. Bazısı insana faydalı olmayı diliyordur belki (bunun için iktidar olmaya gerek var mı!) ama bazısı da dövmek, öldürmek, sindirmek, susturmak istiyor… Bazısı takımları çekip, almak satmak istiyor. Çaresiz, birbirlerine de katlanıyorlar. 

ah kolombiya

Geçen haftanın mevzusuydu ama şu Patrick Chappatte karikatürünü yeni gördüm. Barışa, öyle veya böyle "Hayır" diyen Kolombiyalılar dünyanın her yanında kalp kırdı. Bir de hiç atılamayan o 220 bin oy var. Chappatte'nin çizdiği... 

*
Marquez'in gözünden Kolombiya barışını, Hürriyet Pazar'ın 2 Ekim Pazar nüshasına yazmıştım. Aşağıda bulabilirsiniz. 

Bogota, 1954... Siyasi ayrılıkların hüküm sürdüğü, şiddetin rutin hale geldiği Kolombiya başkentindeki El Espectador gazetesinin ofisinde, genç gazeteci Gabriel García Márquez için sıradan bir gündü. Ta ki gazetenin emektar haber şefi Jose Salgar, 27 yaşındaki meslektaşından özel bir iş çıkarmasını isteyene kadar... Salgar, genç Márquez’i, ülkenin batısındaki Choco vilayetine göndermeyi kafasına koymuştu. Ona, hükümetin bu uzak ve yoksul vilayeti ortadan kaldırıp komşuları arasında bölüştürmeyi planladığını, Choco’nun merkezi Quibdo’dan gelen telgrafların da isyana işaret ettiğini anlattı. Márquez, daha sonra kendisinin de itiraf edeceği üzere, ülkenin bu perişan, cangıldan ve kumsaldan ibaret parçasına gitmemek için ayak direse de, ertesi sabah yola koyulmuştu bile.

1954 koşullarında Bogota’dan Quibdo’ya yol yoktu. Tek imkân her tarafı dökülen nakliye uçaklarına atlamaktı. Genç gazeteci, Mister No’nun kullandığına benzer, koltuk niyetine kasalara oturulan, yağmurda içine su dolan külüstür uçakta, korkudan ağlaya ağlaya seyahat ederek Quibdo’ya ulaştı. Hiçliğin başkentindeydi. Döndüğünde, sıradan Kolombiyalıların hiç bilmediği o coğrafyayı uzun uzun anlatacaktı: 

“(...) Dört uzun tefrika halinde iletmek istediğimiz, Kolombiya’nın içinde hiç farkında olmadığımız akıl almaz bir başka ülkenin varlığıydı. Çiçekli cangıllardan, sonsuz yağmurlardan oluşma, her şeyin gündelik yaşamın hayallere sığmaz çeşitlemesi gibi göründüğü bir vatan. Karayolları inşa etmek açısından en büyük engel, ele avuca sığmaz ırmakların çokluğuydu; ama tüm yörede yalnızca tek bir köprü vardı. Bakir cangılları aşan yetmiş beş kilometre uzunluğunda bir yol bulduk; dev masraflarla Itsmina’yı Yuto’ya bağlamak için inşa edilmişti ama her iki yerleşim merkezinden de geçmiyordu; her iki yörenin valisiyle de atışan yol müteahhidinin misillemesiydi bu. (Anlatmak İçin Yaşamak, Can Yayınları)”

Bu cennet gibi yerde bunca yoksulluğun yaşanması gazeteci Márquez’e ağır gelmişti: 
“Bir çuval pirinç, üretim alanından on beş peso daha pahalıya geliyordu çünkü dağların eteklerine kedi gibi yapışan katırların sırtında, balta girmemiş ormanların içinden seksen kilometre yol yapması gerekiyordu. En yoksul yerleşim merkezlerindeki kadınlar, kocaları balık avlarken ırmaklarda altın ve platinyum eliyor, cumartesileri tüccar gezginlere bir düzine balık ve dört gram platinyumu yalnızca üç pesoya satıyorlardı. Tüm bunlar eğitime düşkünlüğüyle bilinen bir toplumda yaşanıyordu. Ama okullar az ve dağınıktı, öğrencilerin gidip gelebilmek için her gün fersahlarca yol yürüyüp kimi zaman kanoya binmeleri gerekiyordu. Şartların zorlamasıyla ülkenin en demokratik okullarıydı bunlar; ağzına koyacak lokma bulamayan çamaşırcının oğluyla valinin oğlu aynı sınıftaydılar.”

Choco, yani ülkenin çoğunluğunun farkına varmadığı, o ‘akıl almaz ülke’ bu haberlerden sonra gündemden hızla düştü. Siyasetçiler, aydınlar, iş insanları oralara adımını atmadı. Márquez’i hayrete sürükleyen bu topraklar, Kolombiya’nın neredeyse yarısını oluşturan, köylü ağırlıklı, yoksul vilayetlerinin tümü gibi bir başına kaldı. 

O yıllarda Kolombiya’da kimsenin kendinden başka bir şey düşünecek, bir yere kıpırdayacak hali yoktu zaten... Adı ‘La Violencia’ (Şiddet) olarak konmuş bir içsavaş bütün ülkenin belini bükmüştü. Yani geçen hafta beyaz gömlekli insanların nihayet el sıkışarak sonunu getirdiği gerilla savaşından önce de Kolombiya perişan haldeydi. 1948-58 arasında yaşanan, Liberal ve Muhafazakâr parti taraftarlarının tetiklediği ‘La Violencia’, yaklaşık 300 bin kişinin hayatına mal olmuştu.

Márquez’in kendisi bu tehlikenin farkındaydı. Genç bir gazeteci olarak Choco’nun güzelliğinden ve yoksulluğundan büyülenmiş ve o güzelliğin savaşlarla nasıl mahvolduğunu görmüştü. Elini taşın altına soktu. 1980’lerde artık tüm dünyanın şapka çıkardığı bir yazar haline geldiğinde en iyi arkadaşlarını barış için çalıştırmaya başladı. Şahsi dostu ve gerillaların idolü Fidel Castro, onun ısrarıyla Kolombiya’da devreye girmeye razı oldu. Küba’yla bağları olan bir başka gerilla grubu M-19’un barış masasına oturması Márquez’in çabalarıyla mümkün oldu. FARC’la, ELN ile 1990’lardan sonra kopup kopup tekrar kurulan barış görüşmelerinde bizzat devreye girdi. Karısı Mercedes Barcha ile Havana ve Bogota arasında mekik dokudu. Bu çabaların çoğu gizli kaldı. Tıpkı bu uğurda aldığı ölüm tehditleri gibi. 

Márquez’in ölmez eseri ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ın meşhur finalini hatırlayalım: “(...) Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir fırsatı olmazdı...” Kolombiyalılar, barışın imzalandığı 26 Eylül’ün, ‘ikinci fırsatlarının’ başladığı gün olmasını umuyor. Bunu muhakkak Márquez de isterdi. 2014’te hayatını kaybeden Kolombiya’nın efsane yazarı, halkının onu çağırdığı adıyla Gabo, ülkesinde, hatta çok sevdiği Cartagena şehrinde (külleri de orada) imzalanan büyük barışı göremedi. Beyaz gömleklilerin arasında belki o yoktu ama yaptıkları kimsenin aklından çıkmamıştı. FARC liderlerinden Iván Márquez, ‘Yüzyıllık Yalnızlık’taki sarı kelebekleri hatırlatıp “Artık özgürce uçsunlar” diyordu mesela. Gabo’yu hatırlayan başkaları da vardı. Kolombiya Devlet Balkanı Juan Manuel Santos, anlaşmayı imzaladıktan sonra şunları söyleyecekti: “Bugün yokluğu en çok hissedilen kişi olan Gabo, barış sürecinin mimarlarındandı. Ama sevgili Cartagena’sındaki bu anı yaşayamadı. Yine de mutlu olmalı. Düşlediği gibi, sarı kelebekleri Kolombiya’da uçuşuyor... Nihayet, tıpkı onun dediği gibi, ‘yeryüzünde ikinci bir fırsata ulaşan” 

Kolombiyamızda...’

kuzguncuk'ta bir gün

Ne zamandır Kuzguncuk’da bir gün geçirelim istiyorduk. Bu pazar günü Dino’yu da yanımıza katarak gittik. İki ucu birden yaşıyor insan. Birincisi, ‘gecikmişiz’ hissi. Buralara daha evvel gelmeliydik; herkes gelmeden, tüm mahalle fotoğraf çektirecek kapı eşiği arayan gelin-damat adaylarıyla dolmadan evvel… Beri yandan “Bir şeyler olmadan önce gelmişiz” gibi de hissediyorsunuz. Kuzguncuk, şu an olmadığı bir şeye dönüşecek; bu tatlı rüya gibi mahalle bir gün bitecek, kocaman, güvenlikli sitelere benzer, bir İstanbul içi turizm beldesine haline gelecek… Bir memleket klasiğidir; kendi kendinin taklidi olarak sönüp gidecek. İşte bu sonuncusunu görmeden evvel gelmiş gibiyiz Kuzguncuk’a. Eh, bir şeydir bu da. 

O çok konuşulan bostan güzel. Ayağı toprağa basmak güzel. Güneşli bir haftasonunda kertenkele gibi fidelerin arasında fitir fitir dolanmak da güzel… Ama bakmamışsınız o canım bahçelere be gençler! Domatesler, patlıcanlar hep kurumuş gitmiş. İki-üç düzenli bahçenin haricinde her şey sürünüyor. Yapmayın böyle!

Tüm gün Kuzguncuk’ta eşinince, 100’e yakın gelin-damat adayı gördük. İleride korunun içinde uçuşup giden beyaz tüllere bakarken gözünüz dalıyor. Bildiğin korku filmi efekti. Ama film deyince, esas her sokak, dört başı mamur film seti… Elini tatlış Vosvos’un kaputuna dayayan damat, nedimelerine (annesi ve kızkardeşi genelde) makyaj tazeleten gelin, fotoğraf çekiminden evvel sırtı Instagramlık, boyalı kapının garantisinde, elinde cep telefonuyla sağa sola emirler yağdıran damat, uzaklarda bir başka kapıyı gözüne kestiren gelin, orada bekleyen başka damat ve gelinler, sıkılan damat, sıkılan gelinler… Üçü dördü bir arada dolaşan, ekipmanı sırtlanmış fotoğrafçı ekipleri… Bitse de gitsekçiler, ‘dur bakalım bir iş daha çıkar mı’cılar, doğalcılar, fotoşop üstatları… Hülasası, geleni geçeni zevkle izlediğin bir kaldırım önü semti Kuzguncuk. Daha fazlası da var elbette ama şimdilik bu. 

Kaldırım demişken, Nail Kitabevi’nin kaldırımı. Semte de nabza da hakim; üstelik kahvesi de güzel, kafe hizmeti de veren dükkânın. Daha iyisi, kitabevinin kendisi ve kitapları elbette. Işığı, rahatlığı, teklifsizliği on numara… Dışarıda görsek, sayfa sayfa methiye düzeriz Nail Kitabevi’ne. Memleket sathında ancak şimdi görmüş oldum.  

Denizle ilişkisi tuhaf Kuzguncuk’un. İki evlik bir alandan sahile ulaşıyor; orayı da balkon gibi kullanıyor mahalle… Halkı, semtin doğal balkonunu sevmemiş de (trafik yüzünden muhtemelen) herkes kendi evinden denize bakmayı tercih etmiş gibi.

Semtin akşamüstü, rakı-balıkla devam edebiliyor. Buna bu kadar doğal ve tasasız ulaşmak her yerin harcı değil. 


Kuzguncuk’a da böylece gelmiş bulunduk. Ailece. Bu da kişisel tarihimize bir not olarak düşsün. Tatlı bir not…  

daha da mı karanlık istersin






2016 nasıl yıl oldu? Verilecek cevap çok; bir tanesi şu: Koyu bir yıl oluyor…  İlk yudumda direk omuriliği titreten sert kahve gibi, sabahın üçü gibi, eski kısa Camel gibi, kopkoyu bir yıl. En azından müzikal olarak.

David Bowie Black Star’ı yayımladı. David Bowie öldü.

Radiohead, içinde “Gerçek seni darmadağın edecek” ve “Hayalciler asla öğrenemez” denen ‘A Moon Shaped Pool’u çıkardı.

Derken bu ay başında, Nick Cave geldi, ‘Skeleton Tree’ ile… Katran gibi, zift gibi albüm yapmış Nick Cave yine.

Bütün büyükler bir araya toplanmış. Gelecek ay da Leonard Cohen, ‘You Want It Darker’ı çıkarıyor. Albüme adını veren şarkı önden buyurdu.  

Leonard Cohen, en koyu takımını giymiş, öyle karanlık söylüyor.

“Daha da mı karanlık istersin, söndürelim ateşi.”

Öyle bir yıl işte.

gidenler



Vedat Türkali ölmüş...

Gülten Akın, Yaşar Kemal, Leyla Erbil, Çetin Altan, hepsi göçtü gitti, bir iki sene içinde.

Belki farkında değiliz. Harçtı onlar.

Senin benim harcım değil sadece; onları hiç okumamışların, adını duymamışların da... Memleketi anlatan onlardı. Hakkıyla anlatanlar diyelim.
Yerlerine gelen yok.

Haksızlık etmek istemem ama var mı sahi? Hadi “Bugün anlayamadık, süzemedik” desek, 2050’lerde dönüp baktığımızda “Bu ülkeyi, o anında ne güzel yazmış” diyeceğimiz kaç kişi var? Büyük yazar var mı; büyük yazar olacak yazar var mı?

Bu, Yeni Türkiye işte. Kemal’siz, Akın’sız şimdi Türkali’siz Türkiye. Gidenin yerine yenisini koyamayan, her gün daha eksilen Türkiye. Harcı gevşek Türkiye.

Biz de onun içindeyiz.

yeşil sos niye bitti?

Şehrin merkezinde çok iyi bir patatesçi var. Merkezde ama azıcık da saklanmış bir yerde; oralardan geçiyorsam bazen uğruyorum. Kuyruktaki tu...