fisk usulü cesaret testi


Independent’ten Robert Fisk Ortadoğu’yu da basın alemini de iyi bilir. Yardım filosuna saldırı sonrasında bir şey diyorsa dinlemekte fayda var (çeviri Radikal’den):

“(...) Bütün bu manzarada şaşırtıcı olan şu: Birçok Batılı gazeteci (buna BBC’nin yardım gemileriyle ilgili ödlekçe yayınını da katıyorum) İsrailli gazeteciler gibi yazarken, birçok İsrailli gazeteci de cinayetler hakkında Batılı gazetecilerin sergilemesi gereken cesaretle yazıyor. Ve bizzat İsrail ordusu hakkında da cesurca yazan İsrailli gazeteciler var. Amos Harel’in Haaretz’de yayımlanan ve İsrailli subayların bileşimini analiz eden sarsıcı haberi mesela. Geçmişte birçoğu solcu kibbutz geleneğinden, Tel Aviv ve çevresinden geliyordu. 1990’da ordu kadrolarının sadece yüzde 2’si aşırı dindar Yahudilerden oluşuyordu. Bugünse bu oran yüzde 30.”

New York Times neyi eksik ve fazla yazdı derken kastım biraz da bu korkaklıktı. Batı basını bu sınavda çaktı; ama not veren kimse de yok ki.

ucuz etin yahnisi


Spekülasyonla yükseltilen et fiyatı "zorla" düşürüldü.

Haftabaşında Macaristan’dan getirilen (ve Uğur Dündar’ın Star Ana Haber’inde sanki öldürmeyip sadece besleyecekmişiz gibi tanıtılan) ithal sığırlar Sakarya Et Kombinası’nda kesilmeye başlandı.

Bu arada Latin Amerika’da ve dünyanın birçok başka yerinde tarlalar sökülüp soya plantasyonları kuruluyor. Amaç kesim hayvanlarını beslemek, özellikle Avrupa’daki eti ucuza getirmek. Dünya ölçeğinde kesim hayvanlarına yem üretmek için ayrılan tarlalar insanlara gereken besin için ekilenlerden daha fazla artık.

Başbakan iç politika antremanı yaparken et fiyatlarını tokatlamaya devam etsin. Son rauntta kim kazanacak peki?

Meselenin detaylı izahı burada

bir gazeteciyi daha işten attılar




Helen Thomas’ı işten attılar. Ya da hayır, kendisi istifa etti! Bu cümleleri duyamayacağınızı sanırdınız. Ama olabiliyormuş işte. Hearst grubunun Beyaz Saray muhabiri Thomas, Flotilla saldırısından sonra “Yahudiler nereden geldilerse oraya dönsünler” mealinde bir şeyler söyledi. Sonradan düzeltmeye çalışsa da kâr etmedi

Thomas’ı Oğul Bush’a giydirdiği dönemlerde tanımış, Yeni Aktüel’de hakkında bir şeyler karalamıştım. Bir Beyaz Saray muhabiri olarak epey etkileyici bir kariyeri var. Ama tek cümle aslında her şeyi özetliyor: Beyaz Saray’daki brifing odasında her koltuğun arkasında bir basın kuruluşunun adı yazar, onunkinde kendi adı yazıyordu.



Thomas, Kennedy’den beri basın toplantılarında, başkanlar önünde eğilip bükülmeden sorularını sordu. Geri adım atmadıkça bazı bazı onların eğilip bükülmelerine neden oldu. Öyle ki bir defasında Fidel Castro’ya, “ABD ile Küba demokrasisi arasındaki fark nedir” diye sorulduğunda, Küba başkanı “Fark Helen Thomas’a cevap vermek zorunda olmamam” demişti.

Esas maruzatıma geleyim. Thomas’ın işten atılması dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de haber. Hem de ön sayfada. Bu kadar yaşlı ve sembol önemde bir gazeteciyle ilgili bir gelişmeyi kimse umursamazlık etmiyor. Peki kendi gazetelerinde ilgili haberi yazan ya da “vay be, Thomas’ı atmışlar” diyen gazeteciler durup hiç şunu düşünüyor mu: Biz yaşlanınca nerede olacağız?

Türkiye’de yaşlanan (eskiyen) muhabirler, ya köşe yazarlığına ya da yöneticiliğe (ya da ikisine birden) “yükselir.” Köşelerini gün aşırı yazar, bazen de yazı dizileriyle şereflendirirler bizi. Bazıları istifa edip başka işlere atılır. Birkaç istisna dışında yazıişlerinde yaşını başını almış kimseye rastlamazsınız. Sanki muhabirlikte tecrübenin hükmü yokmuş gibi haberlere hep gençler gönderilir. İşin maddi tarafını tahmin ediyorsunuzdur; muhabirlik en az para aldığınız mevkidir. Üstelik yaşlandıkça da, geliriniz artmaz; aynı parayı kazanırsınız. Kimse kıdemli muhabir olmak istemez, o yüzden böyle bir mevki de yoktur. Kısacası Türkiye’de Başbakan’a ve diğer politikacılara yekten çatacak sembol bir isim bulamazsınız. Ki çoğu zaman nasıl da hak ediyorlar!



Kovulmasına neden olan lafı –açık söyleyeyim- tasvip etmiyorum, ama onu 89 yaşına kadar o basın odasında, başkanların önünde öylesi aksi, huysuz tavrıyla tutan, tutabilen geleneği, buralı bir gazeteci olarak kıskanıyorum. “Kıskanıyordum” demek daha doğru; çünkü artık öyle bir şey yok.

Cemal Süreya, Turgut Uyar için yazdığı şiirde “Öldüğü gün/Hepimizi işten attılar” der. Helen Thomas’ın işten atıldığı gün de, zaten kör topal kalmış, bir ayağı çukurda “eski usul” gazetecilik, ölümüne iyice yaklaşmış oldu.

kara pelikan








Kaş yapayım derken göz çıkartmak neymiş görmek isterseniz, National Geographic Türkiye’nin bu ayki sayısına göz atın derim. Kapakta Caretta Caretta’lar var. Sağolsunlar, bir de Yeşil Tatil eki vermişler: Doğa dostu evler, oteller, vs… Her şey güzel, tek bir kusur var maalesef; ekin sponsoru bir 4x4 markası: Jeep. Bilen bilir (bilmeyen de bilsin artık), bu 4x4’lerin pek de doğa dostu bir tarafı yoktur. Yokuşta, rampada, offroad’da yaylana yaylana gitmek iyi ama, o jipler galon galon benzini bir yudumda içer de doymaz. Karbon salımını da ona göre siz hesaplayın. Çevrenin rantı güzel, çok satıyor tamam, ama biraz dikkat edin be kardeşim.

Benzin dedik, aynı minval devam edelim. Yukarıda gördüğünüz resimler, Greenpeace’in, Meksika Körfezi’ndeki son çevre felaketinin müsebbibi BP için yeni logo tasarlama çağrısına icabet edenlerden geliyor. Flickr’de birisi “Black Pelican” da diye isim önerisi de yapmış ki, o da gayet uygun düşüyor.

Şu Flickr adresinde tasarımların komplesini bulabilirsiniz.

atlayan adam


Güzel adamdır Jimmy Jump. Futbol sahasına atladı mı, gözüne önceden nereyi kestirdiyse, oraya kadar mutlaka koşar. Bugüne kadarki en büyük hareketi Barcelona’dan Real Madrid’e geçen “vefasız” Figo’nun yüzüne eski takımının atkısını fırlatmaktı. Ama futbol meraklısı olmayanlar için de dükkânı açık. Ben takip edemedim, meğer Eurovision’da da “sahaya inmiş” ve İspanyol grubunun koreografisi içine kendini de katmış. Gayet bayık ilerlediğine emin olduğum yarışmaya renk katmıştır muhakkak.
Kendisiyle rabıtam yıllar önce Yeni Aktüel’de çalışırken olmuştu. Jimmy o zaman da sevimli ve heyecanlıydı ama telefonun ucunda –epey bozuk İngilizcesi’yle- söylediklerini anlamak çok zor olmuştu; teybi çözmeye çalışmak daha da beterdi.
Röportajı yaptım bitti; kapatmadan önce Türkiye’ye gelmek istediğini söyledi: “Bir Beşiktaş – Fenerbahçe maçında sahaya atlamak istiyorum, ne dersin?”
“Bana uyar da, burada biraz canını yakabilirler” diye yanıtlamıştım.
Derbiye hiç gelmedi, korkmuş mudur acaba?
PS: En sevdiği futbolcunun Puyol olduğunu da söylemişti o zaman; gerçekten cansın Jimmy! (Bu arada röportajın linkini maalesef bulamadım, geçmiş gün, yitip gitmiş!)

yazmak zor



Bizim meslekte, sanırım, iki tür insan var. Yazarak ilerleyenler, okuyarak ilerleyenler… İlki her duyduğunu, okuduğunu, gördüğünü not alıp, sonra notlarını birleştiriyor; diğeri önce her şeyi okuyor, araştırıyor, bir yerlere kaydediyor, ardından oturup baştan yazıyor. Ben hep ilki gibi olmak isterim, ama niyeyse kendimi sürekli ikinci şıktayken yakalıyorum.

Daha geçen gün, zamanı dar bir arkadaşıma bilmiş bilmiş şunları anlatıyordum: “E. H. Carr’ın, ‘Tarih Nedir?’de tarif ettiği çalışma yöntemini severim; Carr der ki, ‘ben kitaplarımı, her şeyi okuduktan sonra oturup yazmam, ilk öğrendiğim şeyden yazarak başlarım, sonra yazı da kendi yoluna girer.” Tam böyle değilse de, buna benzer bir şeylerdi işte… Düşününce, o koca koca kitapları yazmak başka türlü mümkün olmazdı herhalde.

Zor bir Cumartesi bitti. Bu defa çok güçlük çektim yazarken. Konsantre olamadım, olamadıkça yazacaklarım da gözümde büyüdü. Zaten özel bir haftaydı, konu netameliydi, çok fazla malzeme vardı, onları elemek de sıraya koymak da ayrıca problemliydi.

Her sene bir iki defa böyle oluyor. Her olduğunda da, kendimi aynı şeyleri düşünürken buluyorum. Carr’ın dediğini yapayım artık, diyorum, ama sonra unutuyorum hemen.

boşverin plastiği, bez güzeldir


Ankara ve İzmir’dekileri pek hatırlamıyorum ama İstanbul’da en iyi paket yapan kitabevi tartışmasız, İstiklâl Caddesi’ndeki Robinson Crusoe 389. Kitaplarınızı önce ince bir paket kâğıdıyla kaplar, sonra yine kâğıttan bir torbanın içine koyarlar. Sanırım Pandora da kâğıt torba kullanıyordu ama diğerleri pek seviyor poşeti. Remzi Kitabevi’nin mesela, bordo gri poşetleri artık bir klasiktir. Mephisto’nun yeşillleri de o yolda.

Peki bez torba? Türkiye’de hiçbir kitabevi henüz kullanmıyor onları. Barnes & Noble’ın üzerinde Virginia Woolf resmi falan basılı bez torbaları olduğunu biliyorum. Alışveriş yapınca verilmiyordu ama ayrıca satılıyordu. Alayım desen, o bile yok burada.

İşler değişir mi? Yeşil Gündem blogunun yazarı Barış Baykan, Twitter’da bez torba kampanyası başlattı. Elbette plastik poşetlerin çevreye verdiği zararın altını çizme amacıyla yapıyor bunu. Öncelikle İstanbul, Ankara ve Eskişehir’deki kitabevlerine plastik poşet yerine bez kullanmaları çağrısı yapılsın istiyor. Görebildiğim kadarıyla Notos Kitap ve Resif Kitap hemen destek verdi. Başka ilgilenenler de olacaktır; bu mesele rahatlıkla büyüyebilir.

Kitabevleri maliyeti öne sürecektir, ki hakları var. Bez torba daha pahalıya patlayacak. Belki alışverişe ek maliyetle ya da tamamen bağımsız bir şekilde satmayı deneyebilirler ama. İlgilenenler olacaktır. Üzerinde logosu bulunduğu, kaldırılıp atılmayan bir ürün satabilme avantajı da cabası.

Notos ve Resif demiştim az önce, onlar da kendi torbalarını üretebilir belki. Tanınırlıkları da artacaktır bu şekilde.

iPad’in, Kindle’ın ve henüz adını bile duymadığımız, hatta tasarlanmamış cihazların, basılı olanı küçücük dijital ağızlarıyla yuttuğu/yutacağı günlerde bez torba anlamsız gelebilir. Kitabevleri zaten ortadan kalkacaksa torbaya ne gerek var ki! Ama belki o kadar da anlamsız değildir. Kitabevlerinin kendilerini ayırıcı kılmak ve bir avuç kalmış sadık okurlarını kendilerine bağlamak için çok fazla şansları kalmadı. Biraz değişiklik onlara da yarar.

PS: Pandora Kitabevi'nin bez torba kullandığı yönünde bilgi geldi. Haber veren Atom Karınca'ya da Pandora'ya da teşekkürler...

ay sarayında