korona günleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
korona günleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

temas yok tesadüf yok


Akıl alır gibi değil, koronayla neredeyse yarım yıldır beraberiz. 

Bu süre içinde çok yakınlarımız hariç kimseyle sarılmadık, tokalaşmadık, kucaklaşmadık, öpüşmedik. Kimsenin elini sıkmadık. Elbette aradan kaçanlar, istisnalar olmuştur ama eğilim bu yönde.


Son altı aydır birisiyle yeni tanıştığımızda hafifçe kafamızı sallıyoruz, elimizi kalbimize götürüyoruz ya da kendimize özgü ve aslında eskiye göre epey tuhaf görünen birtakım hareketler yapıyoruz. 


Şunu merak ediyorum: Bu günler içinde kimseye dokunamamak yeni kurulacak arkadaşlıkları engelledi mi? İlerleyecek dostlukların önünü tıkadı mı? 


Bir de sosyal mesafe yüzünden sofralar yok, partiler yok. Tesadüfler, sürprizler yok. Hem insanın hem toplumun hayatını farklı yönlerde esneten tanışmalar yok. Bugüne dek bunları esas kabul ediyorduk ama artık yoklar. Mevcut hayatlarla ilerliyoruz. 


Şu an farkında değiliz, zarar ziyan hesabında sıra dahi gelmiyor ama bu zorunlu sosyal mesafe, gelecekte toplumun tıkanmasına, tökezlemesine yol açacak mı acaba? 


Resim: Renoir, Bal du moulin de la Galette

konuşma odası

Korona dalgasının ilk günleri… Hollanda’da huzurevlerine ziyaretçi yasağı getirilmişti. Buna göre, sakinlerin de dışarıya çıkması engelleniyordu. Yaşlı insanlar artık tamamen içeri alınmıştı. Belirsiz bir süre için. 


Bir an var ki unutamıyorum. Bir televizyon kanalı yasaktan önceki son gün akşam saatlerinde huzurevleri önünde hava almaya çıkmış sakinlerle -olabildiğince uzaktan- konuşuyordu. Muhabir, seksenlerini aştığını tahmin ettiğim pamuk saçlı bir kadına konuyu açtı. Yasaktan haberi yoktu kadının. Bizdeki “Aa”ya denk bir “Oh” çıktı ağzından. Küçücük. Gözleri daldı. Kapıdan içeriye girdi. Bir daha ne zaman çıkacağını bilemeden. 


Dün bizim mahallede aylarca dışarıya kapanan huzurevinin önünden geçerken fark ettim. Yan taraftaki kapıdan iki kişi içeri giriyordu. O tarafa baktım. Açılan kapının ardında, karşıki duvara dayalı bir ufak masa. Önünde pleksiglastan bir bariyer. Neredeyse bir kulübe… Masanın her iki tarafında birer sandalye. Pleksigasa bantla sıkıca tutturulmuş bir kağıtta ‘konuşma odası’ yazıyor. Bir nevi görüş alanı.


Huzurevinde kalanların en zor zamanları, zor zamanlara denk geldi. Kimsenin ne yapacağını bilemediği zamanlara. Şimdi bana yürek burkucu gelen o konuşma odasına bile ulaşamayan ne çok kişi var. 


PS: Resim Van Gogh'un


keşke iki küçük köpek olsaydım


Amsterdam'da işlek bir cadde. Şehrin güzel sineması Kriterion'un hemen üstünde bir apartman dairesi. Kafamı kaldırınca, koca bez pankartı gördüm. Zaten görmemek mümkün değildi. 

"Pencerenin önünde öyle çok sıkılıyorum ki... Keşke birbiriyle oynayabilen iki küçük köpek olsaydım." 

Eve hayat sığdırmak çok zor ama bu pankarta ne çok hikâye sığar. 

kanat alıştırmaları

Okulların önünde küçük kuyruklar var. Anneler babalar, elleri çocuklarının elinde öğretmenlerin kapıyı açmasını bekliyor. Az konuşuluyor. Her zamanki cıvıltı yok. Bir iki kıvılcım şimdilik. 
Esnaf habire temizliyor dükkânını. Kapının önüne çıkıyor, tekrar içeri giriyor, yapacak bir iş arıyor kendine. Kafe-restoran sahipleri, kahve vermek için kurdukları minik tezgâhların ardına geçmiş eski kalabalıkları düşünüyor. Özlemle. 

Sokaklarda parklarda, bir göz karşıdan gelende, tedirginlikle ama hak etmişlerin, sabretmişlerin gururuyla yürüyor insanlar. 


İki tanıdık karşılaşınca bir başka tuhaflık… Eller kollar nereye konacak? Bir şaşkınlık. Çok sevilen, özlenen biri evet karşıdaki ama ne yapmalı? Bir iki saniyelik bocalama… Öpüşürken kafaları aynı tarafa eğip çarpışırkenki gibi bir sersemlik… Bir buçuk metre kendini dayatıyor. Hayatlar artık hep bir buçuk metre. 

Trafik ışıklarında, sokak köşelerinde kafalar ayrı karışıyor. Nerede beklenecek, kim nerede duracak, geçiş üstünlüğü kimde? Yaşlılarda mı gençlerde mi çocuklularda mı? Yeni sorular. 

Üzerinde çalışıyoruz bunların. 

Kendimizi geliştiriyoruz. 

Toplum olmayı, beraber yaşamayı hiç bilmemiş gibi acemiyiz. Öğrenmeye çalışıyoruz. Tedirginiz ama sabırsızız da. Aksın hayat, çağlayıp gitsin istiyoruz. Ritmini bulsun. 

Binlerce yıl yaşayıp buraya gelmek ne garip. Şimdi kanatlarımızı alıştırıyoruz tekrar uçmaya. 

burdur soğuğu


Dikkat, askerlik anısı içerir


Acemi birliğim Burdur’daydı. Aralık ayını orada geçirdim. Soğuktu, çok soğuktu da o ay içinde bir dört gün var ki soğukları bana yeniden tarif etmişti. 


Kurban Bayramı, o sene Aralık’taydı. İki hafta askerlik yaptıktan sonra, “Tamam, dört gün tatilsiniz” dediler. Bunalmıştık, yorulmuştuk, sevindik. Hem komutanlar da tatile çıkacak, evlerine gideceklerdi. Serbest kalacaktık. 


Gerçekten de serbest kaldık. Ama hesaplayamadığımız bir şey vardı. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Sabah altıda yatakhaneden çıkıyor, akşam altıda dönüyorduk. Yemekhane harici, içeriye girmemiz yasaktı. O kadar soğuktu ki… Dört gün boyunca, yemek saati gelsin de ısınalım diye bekleyerek, kışlada dört döndük. Konuştuk, sustuk, sıkıldık, sonra hep sustuk, bekledik. Üşümekle ve ısınmakla uğraştık. 


Bugün şehirde dolaşırken o hisse kapıldım. Yapacak hiçbir şey yok. Girmek isteyeceğim yerler kapalı (Berberlerle alışveriş mekânları açık ama durup dururken de girilmez ki onlara). Hava da epey soğuktu. Amsterdam bugün, Burdur’u hatırlattı bana. 


Yine de saatlerce yürümek iyi geldi. 


Askerli resim Chagall'in.

eli sopalı kadınlar


Dino ve Aslıhan’la akşama doğru yürüyüşe çıkarken görüyoruz onları. Her defasında parktan yeni çıkmış oluyorlar. Sokağın köşesinde vedalaşıp evlerine gidiyorlar. 


Altmışlarında iki kadın. Güleryüzlü, şen şakraklar. Rutinlerine sadıklar. 


Ellerinde birer sopa var. Baston değil, şemsiye değil, sopa. Ucuna çiçekler iliştirmişler sopaların. 


İlkin anlam verememiştik, üzerinde durmamıştık. Zaten tedirgin tedirgin yürümekten, diğer insanlarla aramıza mesafe koymaya çalışmaktan başka bir şey düşünemiyorduk. Bir tek Dino Bey kendi havasında; scooter’la bütün parkı harmanlıyor; bir şey düşündüğü yok. .


Onları ikinci defa gördüğümüzde jeton düştü. Sopalar bir buçuk metre!


Nasıl yani? Yaklaşanı sopayla mı dürtüklüyorlar? Ama ‘niyetimiz de kötü değil’ dercesine mi iliştirmişler çiçekleri? Aklımıza başka bir şey gelmedi. 


İş üzerinde de göremedik ki, ne acayip huylar gelişti, diyeyim. 


Ama iz üstündeyiz. 


PS: Resim, Henri Matisse'in 'kesik'leri.

pencere önü muharebeleri


İnsanlar sokaklardan çekilince martılar geldi. Öyle efendi efendi de gelmediler. Etrafta çete olarak dolaşıyorlar. 

Pencerenin önünden martıların güvercinleri kovalamasını izliyorum. Birisi bir ağaç dibine, çöpün kenarına ekmek mi bıraktı, cümbüş başlıyor. İlginçtir, martılar yarım dakika avans veriyor güvercinlere, onlar ekmekleri eşelerken, yıldırım gibi iniyorlar. 

İstanbul’daki pencerelerin önünden de bilgiler tarafımıza ulaştı. Martılar bu ara orada da zalimmiş. Doğa bu sonuçta. Öyle suda zıplayan yunuslar gibi davranmıyor her zaman. 

Martıların ilacı kargalar. Onlar çok güzel başa çıkıyor martılarla. Hiç de tınmıyorlar. Taktikleri var, strateji geliştiriyorlar. Sonuçta hep kazançlı çıkıyorlar. Oynuyorlar.

Moda’da iki karganın bir martıyı kovaladığını görmüştüm. Ama yerde. Uçmadan. “Uçmak yok” diye kural mı koymuşlardı artık, bilmiyorum ama o koca gövdeli martı hımbıl hımbıl kaçıyordu.

Yine başladı işte. Güvercinler eşeleniyor. “Alın gidin kardeşim ekmeği, niye oyalanıyorsuz” diyeceğim ama içeride biraz fazla kaldığım aklıma geliyor. 

Görsel, Tom Kristensen'in eseri

kaygusuz abdal menem, fartu furtu bilmenem

Bugünlerde sanki jilet kıtlığı varmış gibi sakalını koyverenler var. 

Biri de benim. Uzadıkça uzadı sakal. Belki de daha önce olmadığı kadar (ikinci defa da olabilir, hatırlamıyorum, geçmiş gün). Hoşuma da gidiyor.

Son günlerde aklımda Kaygusuz Abdal’ın sesi. Sakal uzadıkça, bu sese karşı savaşıyorum. Fakat ne deyiş bu… Ne söyleyiş… İnsanın dans edesi geliyor. 

kaygusuz abdal menem
fartu furtu bilmenem
bir tüyünü koymanam
bu sakalı kırkarım

PS: Kim kimdir, kim nasıl görünürdü bilmem ama Kaygusuz’u webde arayınca hep sakallı bir dede geliyor, bir de bu gördüğünüz çizim. Bu daha uygun sanki. 

zayıfı feda edenler

Dün Twitter’da rastladım bu fotoğrafa. 

Amerika’da korona tedbirlerine karşı yapılan eylemlerden bir pankart: 

“Zayıfı feda et” diyor. 

Zayıfı feda et ki, çarklar tekrar dönsün, ekonomi işlesin. Fotoğraftan anlıyoruz ki, miting ile ilgili haberde televizyona da yansımış bu kare. 

Trump gibi bir adamı kendilerine başkan seçen aklın altında işte bu zihniyet yatıyor. Nazizme çeyrek bile kalmamış. Beraberce direnmek yerine, yaşlıları, hastaları kenara koyup (ölmesine izin verip yani) yola devam etmek isteyen zihniyet bu…

İşte bu zihniyet, sadece ABD’de değil her yerde yükselişte. Hele Batı’da. Dün her zamanki gündemimiz koronadan konuşurken “Bu salgın ebola gibi Afrika’da başlasaydı, kıtayı dünyaya kapatmayı isteyenler çıkardı Batı’dan. Çin için de istiyorlardır ama kâr etmiyor işte" dedi Aslıhan.

Haklı bence. Kendi vatandaşını, belki anasını babasını bile feda etmek isteyenleri görünce… 

Aklıma esas takılan şu: Pankart oraya gelinceye kadar kaç kişinin gözünün önünden geçti; kimse “Gerizekalılığın lüzumu yok” dememiş mi?

Dememiş. Çünkü faşizmde gerizekâlılığın lüzumu vardır. Hatta daha lüzumlu bir şey yoktur. Gerizekâlılığın sistemi ele geçirmesidir faşizm. 

O yüzden o pankart bir evden çıkıp televizyon ekranlarına kadar gelebilir. 

Demek faşizm ekrana kadar gelmiş. Daha nereye kadar gidecek, esas soru o.

değişecek miyiz?

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demeyi seviyoruz. Büyük büyük laflar. 

Olmayabilir sahiden de ama biz değişmeyi istiyor muyuz?

Daha ilk günden beri maske meselesi kafamı kurcalıyor. Anlatılan şuydu temel olarak: Maske esasen hasta olanlar için gerekli. Onların takması gerekir. Hasta olmayanlar için pek koruyuculuğu yok. 

Nitekim takmadık. 

Ama Uzakdoğu toplumları taktı. Mesele şu ki zaten hep takıyorlardı. Sokakta, metroda, şurada burada maske takan Uzakdoğuluları hep görüyorduk. Ya da Asya ülkelerine gittiğimizde. 

Önceleri onların biraz paranoyak olduğunu düşünüyordum, sonra anlattılar. Hasta olduklarında kimseye bulaşmasın diye maske takıyorlarmış. 

“Aman bana bulaşmasın” diye değil. Bulaştırmamak için. Bu zahmete toplum için katlanıyorlar. 

Son salgında da maskelerini kuşandılar. Alışkanlıkları var. Hasta olan olmayan kim varsa taktı maskesini. Çünkü yine ilk günlerden beri anlatıldığı üzere, kimin hasta olduğu bilinmiyordu. O yüzden maske ancak iki taraflı kullanılırsa işe yarayacaktı.

Sonuç ortada. 

Uzakdoğuluların haricinde kimse maske takmadı. Biz takmadık, takmıyoruz. Takmak da istemiyoruz. 

Neden? 

Sanırım iki cevabı var. Birincisi benciliz. Birilerine hastalık bulaştırmak pek umrumuzda değil. Umrumuzda olsa bile zahmete girmek istemiyoruz. 

İkincisi maskeyi bir hastalık işareti olarak görüyoruz. Steril, sağlıklı toplumlarımızda istenmeyen bir mikrop… Bir tür kirlilik. Medeniyetin geldiği seviyeye yakışmıyor maske. 

Arada dağlar kadar fark var. 

Neyse ki bu salgın vesilesiyle medeniyetin bir yere gelmediğini de anladık. Hem bu işin uzayacağı, kısa bile sürse bu tür salgınlara alışmamız gerektiği de söyleniyor. 

Peki değişecek miyiz? Bence maske bir ölçü olacak. 



Fotoğraflar (yukarıdan aşağıya): Dmirty Kostyukov, Isaac Lawrence, Matthew Abbott, Tyler Hicks, Sean Gallup

iki distopyanın çatıştığı gün


Her yerde virüs var. Doğal sonucu, her yerde tedbir var. 

Rüyalarda bile. 

Karantinadayız, evimizdeyiz, dört duvar arasındayız ama bir yandan da, belki yeterince farkında değiliz, bambaşka bir hücredeyiz. Kendi zihnimizin içine hapsolmuş gibiyiz. Hep aynı şeyi düşünen bir zihin. Oradan kafamızı uzatsak, bir başka zihnin de sadece virüsü düşündüğünü anlıyoruz. Bir başkasının da… Herkesin. İster istemez, bu böyle.

Çıkış yok. 

Çıktığımızı zannettiğimizde bile, açık havada kendimizi yeterince özgür hissetmeyebiliriz. Zihnimizin içinde yeterince rahat hareket edemeyebiliriz. 

Murat Belge, her zamanki gibi serinkanlı düşünerek, mevcut durum için güzel bir tanım bulmuş. Dilsel klostrofobi. Bence tam isabet: 

“ (…) Sokağa çıkma, el sıkma, kimseyle sarılışma, mümkünse eve kimseyi alma vb. Ama bundan başka bir de ‘dilsel klostrofobi’ içindeyiz gibi geliyor. Deyimi ben uydurdum. Demek istediğim, konuştuğumuz her şeyin de ‘Koronavirüs’le sınırlı bir hale gelmesi. Onunla ilgili olmayan şeylerle biz ilgilenemiyoruz sanki. Bunlar (yani sonuç olarak her şey) hayatımızdan çıktı. Dolayısıyla ‘Koronavirüs’ kavramı ve adıyla imal edilmiş bir dilsel duvar içindeyiz aynı zamanda. Bunun ne kadar devam edeceğinin de bir tahmini süresi yok. Herhalde hastalık devam ettikçe o da devam edecek.”

*

Merak ediyorum, biz bunu nasıl aşacağız?

Yoksa hiç aşamayacak mıyız?

Algı eşiğimizin müthiş düşük olmasına güvenerek, bir sonraki belaya dek, eski sersemliğimize mi döneceğiz? Unutarak mı yaşayacağız? 

Sosyal medya türü müsekkinlere mi başvuracağız?

Yoksa aşmayı bile düşünmeyip yeni duvarlar mı öreceğiz? Ya da korkumuzdan, çevremize yeni duvarlar örülmesine izin mi vereceğiz? 

Alttan alta ‘Cesur Yeni Dünya’ ile ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ karşı karşıya gelecek gibi. İki distopya çarpışacak. 

Aldous Huxley ile George Orwell’in, öğretmen ile öğrencisinin insanlığa uyarı niyetine yazdıkları karanlık dünyaları… Farklı duvarcılık teknikleri. İlk fırsatta yazacağım. 

Ama önce şu:

Özgürlük önce dilde kaybedilir. Murat Belge’nin icat ettiği terimle ‘dilsel klostrofobi’, bana geleceğin sıkıntılı geleceğini çağrıştırıyor. 

Kendimizi zihnimize kapatmak uzak bir seçenek değil.

Fotoğraf: Joel Marklund. Brooklyn Köprüsü, New York.

bir karantina gecesi eğer bir yolcu

JK Rowling’in tweetlerinde rastladım. Hangi yazarlarla karantinaya girerdin diye bir liste dolaşıyor. Görüyorsunuz işte, altı ayrı ev, altı ayrı yazar grubu. Hayatta olmayan yazarlar. Sonradan belki biraz daha eğlenceli olsun diye bugünün yazarlarıyla da listeler oluşturuldu. Onları da belki görmüşsünüzdür. 

Ben bu listede birinci evi seçmiştim. Brecht ve Wilde olduğu için. Ama her listede bir iki favorim var. Stein, Marquez ve Joyce’u da isterim mesela. 

Ama ev arkadaşı olmak zordur. Hele böyle sıkıntılı zamanlarda. Evden çıkmadan var olmak, dip dibe dururken arızasız geçinip gitmek gereken zamanlarda. Rowling mesela işe uyanmış, Jane Austen’e bulaşıkları yıkatamazsın, diyor. Haksız mı?

Sonuçta bu evlerin hepsinde hır çıkar; rahat edemem. Rahatıma bakmayı da severim yani. Sıfırdan liste kurdum kendime. Temiz temiz. 

İlk adayım Ursula K. Le Guin. Kitaplarını okurken kendimi güvende hissediyorum hep. Kendi topraklarımda. Yanında da güvende hissederim. Bir dakika, Gülten Akın bir de. İkisinin birbirlerine anlatacaklarını duymak isterim. 

İkincisi JK Rowling’in kendisi. Neşeli insan. Hayal gücü de muazzam. Kafamız uyuşurdu, eğlenirdik bence. 

Sevgi Soysal tabii ki. Çünkü o Sevgi Soysal. 

Bir doktor olmalı. Malum, sağlık sebebiyle içerdeyiz. Doktor Çehov’u yanımızda görmek isterdim. Bir de Rus coğrafyasıyla memurların derecelerini sorup dururdum. Aklım ikisine de basmıyor. Bizden de bir doktor alalım ama neme lazım. Dr. Ercan Kesal, karantina evine bekleniyorsunuz.  

Yaşar Kemal illa olsun. Neşeli, bereketli, sağlam bir insan. Bir röportaj yapamadığım için hayıflanırım hep. Bari aynı eve sığınalım. 

Daniel Pennac, lütfen. Görmüş geçirmiş tecrübeli. Kalabalık evlerde yaşamanın en güzel romanlarını o yazmıştır hem. Şu an onun sularındayız. En sevdiğim sularda. 

Homeros’u da alalım eve. Tamamen muhabbet için. Daha iyi anlatacak kim var?

Sanki dengeli bir ev oldu. Çamaşırı, bulaşığı bana yıkarlar ya neyse… Belki de yanılıyorum, bilemedim. Yeni kuşak bir genç yazar mı alsak? Mevzuyu anlayana kadar iki tur bulaşık kitlerdim. 

Bir dakika… 

Bir de böyle rüzgârlı uğultulu bir gece, birden kapı açılsa… 

Bir kış gecesi eğer bir yolcu misali… 

Italo Calvino da içeri düşse. Ona yakışır bir giriş olur. Alırdık da eve, tanrı misafiridir. Koronanın, karantinanın koşullarını ihlal etmiş ama tipi, boran, kar; yazıktır.   

Gerçi şu an dışarıda bahar fena patlıyor ya neyse…

yaşlılar için bir tasfiye listesi

Kuzey İtalyalı Umberto Eco acaba sonuncusu kendi ülkesini fena vuran salgınlar hakkında bir şeyler yazmış mıdır diye bakınırken beklemediğim türde bir yazısına rastladım. 

Daha önce okumuştum ama çok da ilgilenmeden geçmişim. Bir kehanet yazısı bu. Eco, 2011’in ilk günlerinde, “geleceğe dair öngürülere ait yadsınamaz verilerle ilgili, belki birazcık da abartarak, neden genellemeler yaparak eğlenmeyelim” demiş ve gençlerle-yaşlıların birbirleriyle ‘ölümüne’ çekişeceği bir geleceğe dair yazmış.

Anlatırken sözünü sakınmadığı, muhtemelen yazarken de kıs kıs güldüğü bir distopya… Gençlerle yaşlılar savaşsa kim kazanır?

Her iyi distopya gibi bugünkü hayattan fena halde izler taşıyor. 
Eco’yu dinleyelim:  

“ (…) En azından bizim ülkemizde (bununla sınırlı kalalım) yaşlı nüfus, genç nüfusu aşmış durumda. Bir zamanlar altmışlı yaşlarda ölünürken artık yaşam doksanlı yaşlara uzadı. Bu da otuz yıl daha fazla emeklilik anlamına geliyor. Bilindiği üzere bu emeklilik maaşlarını ödemek de gençlere düşüyor. Ama bu kadar fazla sayıda işgalci ve yaşama tutunmuş yaşlı insan varken birçok resmi ya da özel kuruluşun dümeninde de onlar yer almakta (en azından melekelerini yitirene kadar). Dolayısıyla gençlere çalışacak iş kalmıyor ve emeklilik maaşlarını ödemek için üretim yapılamıyor. 

Bu durumda ülke, davetkâr vergiler aracılığıyla piyasalara kimi zorunluluklar getirse bile, dış yatırımcılar güven duymayacak ve emeklilik maaşları için gereken kaynak bulunmayacak. Öte yandan da iş bulamayan gençlerin babaları ya da emekli akrabaları tarafından finanse edileceği hesaba katılmalı. Kısacası tam bir trajedi.  

İlk akla gelen çözüm en bariz olanı. Gençler varisleri bulunmayan yaşlılar için bir tasfiye listesi hazırlamak zorunda kalacaklar. Ama bu da yeterli gelmeyeceğinden ve koruma içgüdüsü nedeniyle, bu gençler varisleri olan yakın akrabalarını da, yani kendi ana babalarını da o listelere dahil etmek durumundalar. Çok zor olsa bir kere alışılınca kolaylaşır. Altmış yaşında mısın? Hiçbirimiz ölümsüz değiliz babacığım, güle güle dedeciğim, diyen torunlarınla birlikte hepimiz seni tasfiye kampına yapacağın son yolculuğuna uğurlamaya geliriz. Yaşlılar başkaldırırsa da, ispiyoncular eşliğinde yaşlı avı başlar. Yahudilerin başına geldiyse yaşlıların başına neden gelmesin ki? 

Ama acaba henüz emekli olmamış, hâlâ idari görevlerdeki yaşlılar bu tür bir kadere rıza gösterecek mi? En azından dünyaya muhtemel tasfiyeciler yetiştirmemek için çocuk yapmayacaklardır. Dolayısıyla da genç nüfus sayısı iyice azalacak. Ve en sonunda da sanayinin çeşit çeşit mücadeleye alışkın bu yaşlı kaptanları (ya da şövalyeleri) belki de yüreklerine taş basarak çocuklarını ve torunlarını ortadan kaldırma kararı verecekler. Tabii ki, hâlâ geleneksel ailevi ve vatani değerlere bağlı bir nesil olacaklarından, vârislerinin kendilerine yapacağı gibi temerküz kamplarına yollayarak değil de, bilindiği gibi yaşı en geç olanların yollandığı ve fütüristlerin tabiriyle dünya temizliği için tek yöntem sayılan savaşlar çıkaracaklar. 

Böylelikle genç nüfustan yoksun, şehitler için anıtlar dikmeye ve vatan için bonkörce yaşamından feragat edenleri anlamaya niyetli süslü ve gürbüz yaşlılarla dolu bir ülkeye sahip olacağız. İyi de emekli maaşlarını ödemek için kim çalışacak? Tabii ki İtalyan vatandaşlığını kapmak için her şeyi yapmaya amade, düşük ücretle çalışmaya gönüllü, eski ticari yasalar çerçevesinde taze işgücüne yer açmak için ellili yaşlarda ölmeye aday mülteciler. 

Bu sayede iki nesil sonra ‘bronzlaşmış’ tene sahip milyonlarca İtalyan, doksanlıkların oluşturduğu, artık yalnızca renkli tene sahip, TV’de reklamı yapılan çamaşır suyuyla kafayı bulan zombilerin işgal ettiği kentlerin kargaşasından uzak, nehir ve deniz kıyısındaki kolonyal tarz malikânelerinde viski ve soda yudumlayan, kırmızı burunlu beyaz ırktan bir seçkinler sınıfının ve namlı gözdelerin (dantelli ve tüllü kadınlar) refahını garantileyecek.” 

Pape Satàn Aleppe - Budalalıktan Deliliğe (Kırmızı Kedi Yayınları, Çev: Feza Özemre)


bugünleri en iyi kim anlatır?

Salgın sonrası, insanların içinden salgın hakkında okumak, izlemek gelip gelmeyeceğini sormuştum. İki önceki postta

Düşündüm de, ben özellikle bir kişinin yazdıklarını okumayı çok isterdim. Maalesef mümkün değil. 

Yaşasaydı, Umberto Eco ne yazardı acaba?

Kuzey İtalya’da Alessandria doğumlu, hayatının çoğunu Milano’da yaşamış Eco, sevgili şehirlerini kasıp kavuran salgın hakkında ne derdi? Ortaçağ’ın vebasıyla, kendi romanlarının fonuyla, bugünü nasıl karşılaştırırdı? Dünyayı salgından da hızlı saran aptallığı nasıl yorumlardı? Tam da onun konuları. 

Ama yaşıyor olsaydı, Milano’da bir hastanede solunum cihazına bağlı yatıyor da olabilirdi. 

Eskileri okumakla yetineceğiz artık (Aslında okumaya başladım Eco’yu, bir iki enteresan notunu da buldum; belki yazarım buraya da).  

*
Hızımı almışken, iki isim daha sayayım. Bu konunun David Mitchell’ın zihninde nasıl dolaştığını çok merak ediyorum (Kemik Saatler’in sonunda benzer bir atmosfer var). 

Bir de Latife Tekin’i merak ediyorum. Böyle bir salgını yoksulu vurduğu yerden, en zor yerinden, en iyi o yazar.

Belki o da aklında evirip çeviriyordur.

*
Siz kimi sayarsınız?

çarkları çevirenler

Evdeyiz.

Evde kalabiliyoruz. Evde kalabildiğimiz için evdeyiz. Ya da zaten gidecek bir işimiz, ofisimiz, fabrikamız yok. 

Herkes için değil belki, uzun süreliğine de değil belki ama evde kalabilmek ayrıcalıkmış, onu öğrenmiş olduk. Sınıfsal bir ayrıcalık çoğu zaman.

Bir yandan da ruhlarımızın derinlerine, çok gizli bir yere, şu dünyanın işleyişinde yaşamsal bir öneme sahip olmadığımız bilgisini sakladık. Ustalıkla gizlemişizdir muhtemelen. Bir gün geri dönüp bulamayalım diye.

Çok önemli olabiliriz tek tek. Başkaları için de çok önemli olabiliriz. Yaptığımız iş dünyalar değiştiriyor, ufuklar açıyor, milyonlarca insana değiyor bile olabilir. 

Ama şu an evimizi laboratuvara çevirmiş aşı bulmaya çalışmıyorsak, maske dikmiyorsak, yaşamsal öneme de sahip değiliz, kabul edelim. 

Çarkları çeviren biz değiliz. Dünyayı kuranlar biz değiliz. Evde kalarak kurulmuyor dünya. İşine gitmek zorunda olanlar kuruyor. Can kurtaranlar, alanlar satanlar, dışarıda yaşananları anlatanlar… Evde kalma seçenekleri olsaydı kalırlardı ama gitmek zorundalar, gidiyorlar. 

Başrolde olan onlar.

Onlar sistemi, toplumu ayakta tutuyor. Dünyayı kuruyorlar. Eyliyorlar. 

Toplumu ayakta tuttukları için, eyledikleri için, üretimden gelen bir güce sahip oldukları için, canları pahasına her gün işe gitmek zorunda kaldıkları için, hepsi ve daha fazlası için bunların, devrimcilik potansiyelleri de var. Hep vardı. 

Fotoğraf: Helsinki’deki Üç Demirci Anıtı (Kimmo Brandt)

zamanım yok

O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...