paris kalesi düşerken



Zurnanın zırt dediği yere geldik nihayet.

100 milyon euro’ya yakın borcu olan Fransız gazetesi Le Monde da satılmak üzere. Gazete, son on yılda okurlarının dörtte birini kaybederek günlük 320 binin az üzerinde bir rakama oturmuştu. Reklam gelirlerinin beşte biriyse sadece geçen yıl buhar olup gitti.

Le Monde’un satışı hem önemli hem de bir tuhaf. Önemli; çünkü 1944’te Direniş ruhuyla kurulan gazetenin o gün bugün en önem verdiği konu editoryal bağımsızlık. Gazetenin müstakbel sahibinin bu hasleti ipleyip iplemeyeceğiyse muamma.

Beri yandan bu satış biraz da tuhaf. Çünkü gazetenin kime satılacağına –bir ölçüde- Le Monde gazetecilerinin kendisi karar verecek. Gazete yöneticisi ve editörlerinin bu ay içinde potansiyel alıcılarla görüşmeler yapması, sadece “kimin ne kadar verdiğine” değil, ayrıca “kimin neyi koruyacağına” da bakıp bir karara varması bekleniyor.

Neredeyse bütün dünya medyasının, patronun iki dudağı arasında olduğu bir zamanda, hiç değilse yeni patronlarını seçebilecekler. İşten atılmamayı, ücret kesintisi yaşamamayı, tatilleri ve ikramiyeleri üzerinde kendi bilgileri dışında düzenleme yapılmamasını müzakere edecekler. Eh, iç güveysinden hallice bir durum ama buradan bakınca yine de fantastik görünüyor.

Sadece buradan değil, ABD’den bakınca da manzara aynı. Örneğin Washington Post grubunun Newsweek’i elden çıkaracağı kesin; ama yeni sahibin kim olacağı hakkında çalışanlarının ne somut bir fikri ne de söz hakkı var.

Peki Le Monde’cular kimi seçecek? Gazeteyle ilgilenen potansiyel alıcılar aşağıda:

Claude Perdriel, Le Nouvel Observateur dergisinin sahibi.
Matthieu Pigasse (Lazard France’ın başındaki bankacı), Pierre Berge (Yves Saint Laurent’nin kurucu ortağı) Xavier Niel (telekomünikasyon yatırımcısı) konsorsiyumu
İsviçre’den Ringier
İtalya’dan Espresso Group (ki La Repubblica’yı da onlar yayımlıyor)
İspanya’dan Prisa (El Pais’i yayımlayan grup)

Hiçbirisi siyaseten Le Monde’a çok uzak isimler değil. Ama okur sayısı düşmüş, reklam geliri bitmiş, kendini çevirmekten uzak bir gazeteye para yatırmak hepsini ürkütüyor. Üstelik içinde o kadar ukâla ve dikkafalı gazeteci varken.

ben bugün bunu gördüm

Fazladan bir şey söyleyeceğimden değil, sadece ne kadar şaşırdığımı ileride hatırlamak üzere üzere not düşüyorum.

Ben bugün bunu gördüm. Büyük olduğunu, en iyisi olduğunu, bütün Türkiye'ye hitap ettiğini iddia eden bir gazetede alt tabakada görülen insanları alenen aşağılayarak, hor görerek yazı yazılabiliyormuş. Yazıyı okumakla, düzeltmekle ve yayımlamakla sorumlu hiç kimse de bu işte bir problem görüp ses çıkarmayabiliyormuş.

İsmi zikretmek bile istemiyorum, aslında örnekleri o kadar çok ki, sadece onlar bu kadar cahil değiller. Daha önce bir siyasi aşağılama biçimi olarak çok yazıldı bu tür yazılar. Aynı gazetede onları halen okuyabilirsiniz.

Ama böylesini ilk defa gördüm. Dünkü "hayati" meselesinde de düşünmüştüm; sadece hizmeti değil, hizmeti veren insanı da satın aldığını düşünen insanlar çoğaldıysa ve bu düşüncelerini hiç beis görmeden köşelerinde yazacak kıvama geldilerse, durum kötü.

hafif müzik'ten hayati müdahale


Eski patronum Mehmet Tez, Hafif Müzik isimli blogunda bu seneki Efes Pilsen One Love Festivali’nde garip bir uygulamanın yer alacağını yazdı. Daha doğrusu olaya dikkat çeken Hayalet Kitap yazarı Doğu Yücel’in bir e-postasına yer verdi. Mesele şu ki, festivalde “Hayati” adı verilen birtakım çalışanlar “alandaki etkinlik maratonunu başarıyla tamamlayan” seyircileri, dilerlerse omuzlarına alacak ya da tuvalet vs. kuyruklarına onların yerine gireceklerdi.

Eh, blogu okuyanlar uygulamayı saçma bulup eleştirdi hemen. Organizatörler durumun vehametini hızla kavramış olmalı ki bir günde olaydan çark ettiler. İyi de ettiler. Bana kalırsa, bu uygulama son zamanlarda karşılaştığım en aptalca fikir. Hepimiz konsere, festivale vs. gidiyoruz. Kendi payıma bugüne dek “birisi olsa da beni omzuna alsa, kuyrukta benim için beklese” diyeni görmedim. Arkadaşlar ne için var ki? Ama bu fikri icat edenler de bir motivasyonla hareket ediyor olmalı. İptal edilen uygulama gerçek bir ihtiyaca tekabül ediyorsa harbiden çok tuhaf.

Ama tuhaf bir şey daha var. Bugünkü Radikal, “Hayati sırtında taşımayacak” başlığı altında bu meseleyi konu ediyordu. Haberin pek eleştirel bir tonu yoktu doğrusu. Sadece Doğu Yücel’in mailinin Tez’in blogunda yayımlanmasından sonra gelen tepkilerin organizatörlerin geri adım atmasına yol açtığını yazıyorlardı. Gazetenin internet sitesiyse dozajı biraz arttırıp aynı habere şu başlığı atıyordu: Köle Hayati özgürlüğüne kavuştu!

İşin komiği ben Hayati işini Radikal’de önceki gün de okumuştum. O zamanki başlık “Hayati’ler hızır gibi yetişecek”ti. Haberde festivaldeki bu uygulama ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Gerçi ballandıran Radikal sayılmazdı; sadece festivalcilerin geçtiği basın bültenini alıp yazıvermişe benziyorlardı.

Bu kadar tuhaf bir meseleyi de eleştirmeyecekse Kültür Sanat servisi ne için var? Etkinlikleri sponsorların ağzından duyurmak için mi? Eh onlar duyurur, Hafif Müzik gibi bloglar da eleştirir; sonra organizasyon geri adım atar, gazete de bu defa bir blogdaki haber yüzünden işin iptal olduğunu duyurur.

Duyurup durur işte.

çok açılmayın, boyunuzu geçiyor



Sinemacılara anlattınız, tamam.
Yazarlara anlattınız, tamam.
Sporculara anlattınız, ona da tamam.

Siz değil başkası anlatınca mı suç oluyor? Ya da Yıldırım Türker’in de isabetle sorduğu gibi mesela Hasan Cemal değil İrfan Aktan anlatınca mı suç oluyor?

Arkadan gelen cümle, Mavi Marmara’ydı, İsrail’di, Ortadoğu Birliği’ydi, Kılıçdaroğlu’ydu falan derken, bugün kimsenin üzerinde durmadığı, durmaya üşendiği bir cümledir. “İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Express dergisinde yayımlanan 'Bölgede ve Kandil'de Hava durumu / Mücadele Olmazsa Çözüm Olmaz' başlıklı yazısı nedeniyle gazeteci İrfan Aktan'ı 1 yıl 3 ay hapis cezasına mahkum etti.”

Uçakta konuştuklarınıza değil, başka gazetecilere de anlatırsanız açılımı, bu cümleyi de unutmayın.

PS: İrfan kardeşimin bu afili fotoğrafını netten buldum, imzayı bilemiyorum.

fisk usulü cesaret testi


Independent’ten Robert Fisk Ortadoğu’yu da basın alemini de iyi bilir. Yardım filosuna saldırı sonrasında bir şey diyorsa dinlemekte fayda var (çeviri Radikal’den):

“(...) Bütün bu manzarada şaşırtıcı olan şu: Birçok Batılı gazeteci (buna BBC’nin yardım gemileriyle ilgili ödlekçe yayınını da katıyorum) İsrailli gazeteciler gibi yazarken, birçok İsrailli gazeteci de cinayetler hakkında Batılı gazetecilerin sergilemesi gereken cesaretle yazıyor. Ve bizzat İsrail ordusu hakkında da cesurca yazan İsrailli gazeteciler var. Amos Harel’in Haaretz’de yayımlanan ve İsrailli subayların bileşimini analiz eden sarsıcı haberi mesela. Geçmişte birçoğu solcu kibbutz geleneğinden, Tel Aviv ve çevresinden geliyordu. 1990’da ordu kadrolarının sadece yüzde 2’si aşırı dindar Yahudilerden oluşuyordu. Bugünse bu oran yüzde 30.”

New York Times neyi eksik ve fazla yazdı derken kastım biraz da bu korkaklıktı. Batı basını bu sınavda çaktı; ama not veren kimse de yok ki.

ucuz etin yahnisi


Spekülasyonla yükseltilen et fiyatı "zorla" düşürüldü.

Haftabaşında Macaristan’dan getirilen (ve Uğur Dündar’ın Star Ana Haber’inde sanki öldürmeyip sadece besleyecekmişiz gibi tanıtılan) ithal sığırlar Sakarya Et Kombinası’nda kesilmeye başlandı.

Bu arada Latin Amerika’da ve dünyanın birçok başka yerinde tarlalar sökülüp soya plantasyonları kuruluyor. Amaç kesim hayvanlarını beslemek, özellikle Avrupa’daki eti ucuza getirmek. Dünya ölçeğinde kesim hayvanlarına yem üretmek için ayrılan tarlalar insanlara gereken besin için ekilenlerden daha fazla artık.

Başbakan iç politika antremanı yaparken et fiyatlarını tokatlamaya devam etsin. Son rauntta kim kazanacak peki?

Meselenin detaylı izahı burada

bir gazeteciyi daha işten attılar




Helen Thomas’ı işten attılar. Ya da hayır, kendisi istifa etti! Bu cümleleri duyamayacağınızı sanırdınız. Ama olabiliyormuş işte. Hearst grubunun Beyaz Saray muhabiri Thomas, Flotilla saldırısından sonra “Yahudiler nereden geldilerse oraya dönsünler” mealinde bir şeyler söyledi. Sonradan düzeltmeye çalışsa da kâr etmedi

Thomas’ı Oğul Bush’a giydirdiği dönemlerde tanımış, Yeni Aktüel’de hakkında bir şeyler karalamıştım. Bir Beyaz Saray muhabiri olarak epey etkileyici bir kariyeri var. Ama tek cümle aslında her şeyi özetliyor: Beyaz Saray’daki brifing odasında her koltuğun arkasında bir basın kuruluşunun adı yazar, onunkinde kendi adı yazıyordu.



Thomas, Kennedy’den beri basın toplantılarında, başkanlar önünde eğilip bükülmeden sorularını sordu. Geri adım atmadıkça bazı bazı onların eğilip bükülmelerine neden oldu. Öyle ki bir defasında Fidel Castro’ya, “ABD ile Küba demokrasisi arasındaki fark nedir” diye sorulduğunda, Küba başkanı “Fark Helen Thomas’a cevap vermek zorunda olmamam” demişti.

Esas maruzatıma geleyim. Thomas’ın işten atılması dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de haber. Hem de ön sayfada. Bu kadar yaşlı ve sembol önemde bir gazeteciyle ilgili bir gelişmeyi kimse umursamazlık etmiyor. Peki kendi gazetelerinde ilgili haberi yazan ya da “vay be, Thomas’ı atmışlar” diyen gazeteciler durup hiç şunu düşünüyor mu: Biz yaşlanınca nerede olacağız?

Türkiye’de yaşlanan (eskiyen) muhabirler, ya köşe yazarlığına ya da yöneticiliğe (ya da ikisine birden) “yükselir.” Köşelerini gün aşırı yazar, bazen de yazı dizileriyle şereflendirirler bizi. Bazıları istifa edip başka işlere atılır. Birkaç istisna dışında yazıişlerinde yaşını başını almış kimseye rastlamazsınız. Sanki muhabirlikte tecrübenin hükmü yokmuş gibi haberlere hep gençler gönderilir. İşin maddi tarafını tahmin ediyorsunuzdur; muhabirlik en az para aldığınız mevkidir. Üstelik yaşlandıkça da, geliriniz artmaz; aynı parayı kazanırsınız. Kimse kıdemli muhabir olmak istemez, o yüzden böyle bir mevki de yoktur. Kısacası Türkiye’de Başbakan’a ve diğer politikacılara yekten çatacak sembol bir isim bulamazsınız. Ki çoğu zaman nasıl da hak ediyorlar!



Kovulmasına neden olan lafı –açık söyleyeyim- tasvip etmiyorum, ama onu 89 yaşına kadar o basın odasında, başkanların önünde öylesi aksi, huysuz tavrıyla tutan, tutabilen geleneği, buralı bir gazeteci olarak kıskanıyorum. “Kıskanıyordum” demek daha doğru; çünkü artık öyle bir şey yok.

Cemal Süreya, Turgut Uyar için yazdığı şiirde “Öldüğü gün/Hepimizi işten attılar” der. Helen Thomas’ın işten atıldığı gün de, zaten kör topal kalmış, bir ayağı çukurda “eski usul” gazetecilik, ölümüne iyice yaklaşmış oldu.

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...