alternatif bir sıkıntımız var

Bugün Milliyet'ten Can Dündar'ı kovdular.

O da oturup nasıl kovulduğunu ve şimdi neler hissettiğini yazdı. Bunu nerede yayımlatırım diye aranmasına da gerek yok, sonuçta kendi ismini taşıyan bir internet sitesi mevcut. Dündar da orada anlattı derdini.

Üzerinden muhtemelen dakikalar bile geçmemişken, Twitter'da bir Can Dündar bombardımanı başladı. Timeline'da birdenbire sayısız RT belirdi. Hepsi bir başka 'alternatif' haber sitesinden, hepsi de Dündar'ın açıklamaları, hepsi de doğal olarak birbirinin aynı.

Hiçbir site bu açıklamanın üzerine, bir iki sunuş satırından öte (üşenmediyse o da) bir şey koymamış, olduğu gibi kesip almış, yapıştırmış, sonra bir tweet halinde yayımlamış.

Çok basit bir soru: Niye okur doğrudan Dündar'ın sitesine yönlendirilmiyor?

Bütün mesele sıcak haberden tık almak. Dündar'ın istifasına kafası atan okuru kendi sitesine çekmek. Neye yarayacaksa...  Bugüne özgü bir mevzudan bahsetmiyorum. Hep aynı... Birisi bir haber yazıyor. Dakikalar içinde hoop bir başka sitede yayımlanıyor. Üstelik öyle alıntı falan da değil, haberin tamamı.

Tekrar edeyim. Bir muhabirin, bir blogger'ın veya bir köşe yazarının, 'emek' harcayarak ortaya koyduğu bir ürünün 'tamamı,' üzerinden daha beş dakika geçmeden, orijinal mecrasından başka bir yerde yayımlanıyor. İzin alınmadan yayımlanıyor. Bazen yazının sonuna (başına da değil) adet yerini bulsun diye orijinal link ekleniyor, hepsi bu kadar.

Yine tekrar ediyorum: İzin alınan durumlar haricinde, tamamı nakledilen bir yazının başına ya da sonuna link eklenmesi, o yazının tümünün başka bir siteden alınmış olma durumunu değiştirmez. Maksat alıntı yapmak değilse, makul uzunlukta bir parçadan hareketle başka bir analiz yapılmamışsa, kısaca orijinal bir eseri başka bir esere dönüştürecek bir çalışmaya rastlanmıyorsa, ortada ciddi bir sorun vardır.

Bugün çok kızılan Huffington Post bile, bir haberin sadece ilk paragraflarını kullanıp okuru orijinal siteye yolluyor. En azından hazırladığı kılıf bu.

Yani kimse kusura bakmasın ama bu hal için tek bir tanım var: Emek hırsızlığı. Dilerseniz, sadece hırsızlık da diyebilirsiniz. Kendini 'sol'da tanımlayanlar için emeğin bir kıymeti vardır diye altını çiziyorum sadece.

Bunlara alıştık artık, yine de üzülüyorum. Bu siteleri çoğunlukla, anaakım medyaya her gün sallayanlar, gerçek gazeteciliğin ancak alternatif medya'dan çıkacağını söyleyenler hazırlıyor.

Ama ne anladık biz bu işten?

Copy-paste tuşları anaakımda da var sonuçta.



ombudsman kovmak

Aklım almıyor halen. Bir gazete, kendisini eleştirdiği için ombudsmanını nasıl kovabilir? Bu nasıl bir cürettir?

Sabah'ın Yavuz Baydar'ı kovmasının sonuçları olacak. Unutulup gitmesin, bu, memleketin basın tarihine geçecek kadar büyük bir mesele. Nitekim uluslararası medyada da yankılar üretmeye başladı.

Cengiz Çandar, Radikal'deki dünkü yazısında şahsen tanıdığı bir gazetecinin, Guardian'ı geçmişte 20 yıl boyunca yönetmiş Peter Preston'un (Uluslararası Basın Enstitüsü'ne başkanlık etmişliği de var) bu konuya dair yorumlarına yer verdi. İnsan okuyunca üzülüyor.


"(...) Başbakan'a hayranlık duyan büyük bir Türk sanayicisiniz. Nitekim, onun damadını CEO'nuz yapmışsınız. Ve aynı zamanda İstanbul'da yayımlanan bir büyük gazetenin sahibi olmuşsunuz ve ciddiye alınmak istediğiniz için ülkenin en saygın gazetecilerinden birini ombudsmanınız yapmışsınız." 


O, editoryal özgürlük için, sizin dışa dönük ve görünür garantörünüz. Ama bir süre sonra, çok sayıda hayal kırıklığının ardından, New York Times'a bir makale yazıyor ve 'hükümetler ile medya şirketleri arasındaki kirli ittifaklar ve perde arkasındaki verdiğinden ve onların adam kayırmacılık ve iktidarın kötüye kullanılmasını irdelemelerini önlediğinden..' söz ediyor. 


Bundan sonra ne oluyor? Gazeteniz Sabah'ın genel yayın yönetmeni, ombudsmanı Yavuz Baydar'ı çağırıyor ve işten atıyor. Özgürlük oraya kadar. Ve eğer aramızda Başbakan Erdoğan'ı üzerlerindeki gizli baskıdan ötürü protesto eden Türk muhabirler ve yayın yönetmenlerinin abarttıklarını düşünen varsa, buna kuşku bırakmayacak durum ortaya çıkmış oldu. İddia kanıtlandı. Bu, ikinci-sınıf bir baskı bile değildir. Sadece aptallıktır (...) " 




en havalı gazeteciler

Taze papa Francis, bir Alitalia jetinde Brezilya'dan Vatikan'a beraberinde uçan gazetecilere sağlam sürpriz yaptı. Uçak Atlantik'in üzerinde seyrederken, yanlarına gitti ve tam 80 dakika (Vatikan ölçülerinde rekor) muhabbet etti. Üstelik Katolik dünyası için epey reformist sayılan o meşhur demeci de verdi: Bir insan gay'se ve Tanrı'yı arıyorsa, ben kimim ki onu yargılayayım.

Uçaktaki gazeteciler için pastadaki çilek tam da budur. Brezilya dönüşü umulmadık bir bonus... Guardian gazetesi de halden vazife çıkarmış; bu sürpriz uzunluktaki buluşmanın ardından, medyanın en 'havalı' işinin, yani devlet büyükleriyle uçakta söyleşmenin nasıl başladığına göz atmış.

Haberden öğrendiğimize göre, her şey zaten bir sürprizin sonucu. 'Making of the President' kitap serisinin efsane yazarı, gazeteci Theodore White, 1960'daki Wisconsin ön seçimlerinde kimsenin başarı göstereceğine ihtimal vermediği Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış ve olaylar gelişmiş... İstikbaldeki başkanla havada saatlerce bir başına seyahat eden White, ilk kitap için gerekli malzemeyi böyle toplamış (İlginçtir, Temmuz başında ölen ünlü Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas da zamanının 'esaslı' gazetecileri hep favori Nixon'un çevresinde dört döndüğü için Kennedy'e eşlik etmek zorunda kalmış, kariyeri de onun başkanlığa ulaşmasıyla sıçramıştı.)

Bugünkü durumu biliyorsunuz. Uçakta olmak bizde genel yayın müdürü düzeyinde bir sıkıntı. Biz fani gazeteciler endişe etmiyoruz ama onların uykularının "acaba başbakan, cumhurbaşkanı vs. Çin'e uçarken beni de davet eder mi" diye kaçtığı vakidir. Hele bugünlerde... Uçakta söyleneceklerin haber değeri pek yok da, devlet büyükleri medyaya nizamı bu davetlerle veriyor. Bir gazetenin temsilcisi uçağa alınmıyorsa, mesaj verilmiş oluyor. Neyse, karışık işler, girip de tadımızı bozmayalım.

Dönelim Guardian'ın haberine. Yazar, devlet adamlarıyla bindiği uçaklarda dönen geyiği de (hep haber haber, nereye kadar tabii) ufaktan anlatmış. Bir tanesi çok iyi. Zamanında BBC'nin siyaset muhabirliğini yürüten, son zamanlarda da ünlü televizyon şovu Strictly Come Dancing'le tanınan John Sergeant'tan gelsin... Gazetecilere, Başbakan John Major'un birazdan aralarına katılacağı anons edilince, Sergeant'ın "film bitene kadar bekleyemez mi" dediği söyleniyor.

Gerçekten dediyse, kalbimi kazandı.

Yukarıdaki fotoğraf, Cumhurbaşkanı Gül'ün ABD gezisinden. Sene 2008. Kareye girenler soldan sağa: Milliyet Genel Yayın Müdürü Sedat Ergin, Vatan Genel Yayın Müdürü Tayfun Devecioğlu, Star Genel Yayın Müdürü Mustafa Karaalioğlu, Zaman Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, Sabah Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan ve Hürriyet Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu. Medyada tablonun beş senede ne kadar değiştiğini buradan anlayın. Fotoğrafı da cumhurbaşkanlığı danışmanlığını halen yürütmekte olan Ahmet Sever çekmiş. 

Aşağıdaki fotoğraf Papa'nın uçağından 

Guardian'ın haberi için buraya


billie holiday neden tek başınayken dinlenmez?



Müzik eleştirmeni John Bush zamanında Billie Holiday için "Amerikan vokalistlerin şarkı söyleme biçimini sonsuza dek değiştirdi" demiş. İddialı laf, ama konu Strange Fruit'i, God Bless the Child'i, Good Morning Heartache'i söyleyen kadın olunca cuk diye oturuyor.

Kimin ne zaman doğduğunun, ne zaman öldüğünün notunu tutan biri değilim. Ama Amerikan romancı Darryl Pinckney'in New York Review of Books'ta geçen hafta yayımlanan anma yazısında gördüm; 17 Temmuz 1959'da henüz 44 yaşındayken ölmüş Holiday. Söyleyecek daha çok şarkısı varken... Aradan çok zaman geçmiş ama iyi ki yazmış Pinckney. Yoksa Holiday'e çok yakışan şu satırlardan mahrum kalırdık:

"(...) Lizzie tek başınıza opera dinleyebileceğinizi, ama cazın bazı türlerini yalnızken dinlemenin mümkün olmadığını söylerdi. Örneğin, Billie Holiday çalarken, yanınızda birisinin olması gerekir. Yoksa kendinizi öldürebilirsiniz. Ama yanlış kişiyle dinliyorsanız, yine vurabilirsiniz kendinizi. Bu durumda bir başkasını bulun."

Yukarıda, Good Morning Heartache var, aşağıda God Bless the Child  ... Hadi ikincisi o kadar kanırtmaz ama ilkinde aman diyeyim... Birini bulmanızı istemek de anlamsız, Good Morning Heartache kadar şahsi şarkı azdır. Neyse, başınızın çaresine bakarsınız.

gaz sıkıp travma yaşayan polis

Yazması bile tuhaf geliyor ama yine de yazayım: Occupy Wall Street gösterileri sırasında, gençlere şiddet uyguladığı (doğrudan gözlerine gaz sıktığı yani) belgelenen polis, tazminat isteğiyle mahkemeye gidiyor. Gerekçesi, hadiseden sonraki süreç sırasında psikolojik travma yaşamak... 

Kendi yaşadığı bir kenara, gençlere yaşattığı neydi hatırlayalım: 

Söz konusu gösteriler sırasında, elindeki biber gazını arabasının camına püskürtüyor rahatlığıyla önündeki gençlerin gözüne sıkan polisi hatırlarsınız. Bilmiyorsanız da, yukarıdaki, işte bu olayın fotoğrafı. California Üniversitesi'nin Davis kampüsündeki hadise, basınımızda o çok sevilen tabirle 'infial' yaratmıştı. Sadece ABD'de değil üstelik. Fotoğraf, dünyanın dört bir yanındaki polis şiddetinin sembollerinden biri haline geldi. 

Hikâyenin buraya kadarki kısmı bizim için tanıdık ama sonrası maalesef bilmediğimiz topraklar. Kasım 2011'deki vakanın ardından açılan davada, mahkeme, üniversitenin, söz konusu polisin, ya da adıyla sanıyla John Pike'ın sıktığı gazdan etkilenen 21 gence otuzar bin dolar ödenmesine karar verdi (bir 100 bin dolar da sonradan mahkemeye başvuran eylemci olursa diye kenara kondu; davaya bakan avukatlarsa toplam 250 bin dolar kazandı.)

Mevzu yine de kapanmadı. 

Şimdi polis memuru John Pike gidiyor mahkemeye. Bütün bu olaylar sırasında psikolojik travma yaşadığı için tazminat talep ediyor. 13 Ağustos'ta bir uzlaşma komisyonu toplanacak, uzlaşma çıkmazsa polisin dava açması bekleniyor. 

Bir küçük dipnot vereyim, Pike, söz konusu olaya kadar,  yılda 121, 680 dolar kazanıyormuş. Kendisine önce sekiz ay ücretli izin verilmiş. Geçtiğimiz yılın Temmuz ayı itibariyle de sözleşmesi feshedilmiş. 

Son olarak, Pike'ın başvurusunun ardından, gençleri savunan avukatlardan Bernie Goldsmith'in ne söylediğini dinleyelim: "İdeal bir demokraside, konuşma hakkını şiddetle bastıranlar hapse atılır, ödüllendirilmez."

Bu avukatı bir de Türkiye'de dinlemek isterdim.  




inceden bir algı inşası


Batı basınının Mısır'la ilişkisi sıkıntılı. Arap Baharı diyerek adlandırdığı sürecin ilk günlerinde de böyleydi; şimdi de aynı. O günlerde meseleyi anlayana dek, züccaciyeci dükkanındaki fil gibi çok kırıp döktüler, ama bu defa sebep farklı. Darbeye darbe diyene kadar çok vakit geçti. Kendi hükümetlerinin pozisyonunu anlayıp (özellikle ABD'de) ona ayak uydurana dek etliye sütlüye dokunmayan çok haber yazıldı. Bugünkü durumda da, sokağa dökülen insanları birbirlerinden ayırmaya başladılar. Daha fenası, onları tarihsel özne konumundan soyutlamaya çalışıyorlar.

Bu sonuncusu epey incelik istiyor. İlk bakışta hissedilmeyen bir tür algı inşası...

Yukarıdaki imaj dünkü Observer'ın (ipad edisyonu) açılış sayfasından. Ordu müdahalesi sonucunda hayatını kaybedenler için 'scores' ifadesi kullanılmış. Bu denli muğlak bir ifade ('çok sayıda' anlamına geliyor), çocuklar bile bilir, ciddi bir gazetenin standartlarında böylesi bir olaya uygun değildir. Örneğin kimse 11 Eylül'de 'scores of people - çok sayıda insan' öldü demez, diyemez. Bu ifade, insanı nesneye endeksleyen, dahası yüksek bir rakamı vermekten kaçınarak algıyı tahrif eden bir ayıptır. Üstelik olayı haberleştirme imkânı çok da zor değilken... Örneğin, haberin içinde tahmini rakamları görüyoruz.. 

İkincisi, gazete olayları daha başlıkta Müslüman Kardeşler ve ordu arasında geçen bir mesele şeklinde gösteriyor ki, bu da başlı başına bir ayıp. Söz konusu başlıkta meydanları dolduran göstericiler, itiraz eden insanlar yok, sadece Müslüman Kardeşler var. Ordu, savunmasız insanlara değil, Müslüman Kardeşler'e (yani bir örgüte) saldırıyor. Protestocu kimliklerinden arındırılmış, bir örgütün dar ve belirleyici tanımına hapsedilen insanlar... Bu önemli. İnce bir iş. Haberin devamını okuyanları boş verin, sadece başlığı gören ve geçen binlerce insan için konu orada bitiyor. Sanki ortada denk bir mücadele varmış gibi...

Son olarak, alttaki fotoğrafa geçelim. International Herald Tribune'un bugünkü açılışı. Kan ve Mursi. Kanı döken ordu ortada yok. Romantik belki ama değil. Silah yok, ateş eden yok, vurulan da yok. Kan ve Mursi eşitlenmiş sadece. O kadar olaydan sonra seçilecek fotoğraf sizce bu mudur? 

Daha çok örnek var. Gördükçe üzülüyorsunuz. 

don't tell the girls that he's back in town


Amsterdam'ın harika kitabevi American Book Center'da dolaşırken gördüm. Pride and Prejucide'in yepyeni bir baskısı... Kapaktaki espri pek güzel. "Aman kızlarınızı eve kapayın, Darcy etrafta dolanıyor" deniyor. Biraz abartılı bir yorum olabilir; zira bu fotoğrafı Twitter'da paylaştığımda kızlarımız tepki gösterdi. Darcy'i yedirtmeyiz, diyen var mesela (canımsın Baharcım, selam.)  Belli ki Darcy konusunda bir hassasiyet mevcut. Bu sarsılmaz inançta özellikle Colin Firth'in Darcy'sinin payı olduğunu düşünüyorum. Adam çıtayı çok yüksellti sonuçta.

Her neyse Pulp'un esprili bir yorumla bastığı diğer klasikler aşağıda. Naçizane favorim Robinson Crusoe.






ay sarayında