küslübürtün

 14 Mayıs 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı



Kasabada sadece iki mahalle vardı. Aşağı mahalle, yukarı mahalle. Ortalarındaysa içine birkaç sevimli çocuk heykeli serpiştirilmiş, alabildiğine yeşil bir park. İki taraftaki iki köprü, kanalları aşıp, parkı mahallelere bağlıyordu. 


Bu küçük Hollanda kasabasına ilk defa gelmiştim. Yumuşak ışıklı, tatlı bir ikindiydi. 


Burada inzivaya çekilip yazdığını söyleyen ama bana kalırsa parkta aylak aylak gezinmediği zamanlarda penceresinin önünde oturmaktan başka bir iş yapmayan bir yazarla görüşmem henüz bitmişti. Bir “söyleşi” yapmak istemiştim ama bu huysuz adamla birkaç beylik cümlenin ötesine geçememiştik. Canım sıkkındı. Neyse ki hava güzeldi; Amsterdam trenine binmeden önce, kasabanın sokaklarında, yumuşacık ışığın vurduğu geniş pencereli tuğladan evlerin arasında biraz dolaşmak istedim. 


İstasyon tarafındaki mahalledeydim; bir örnek sokakları çabucak arşınlayıp bitirdim. Üzerine yağan ışık kadar güzel bir kasaba değildi. Trene daha vakit vardı, bir de karşı tarafa geçeyim dedim. Köprüyü aştım, parkı boydan boya yürüdüm ve diğer köprüyü de atlayınca kendimi yine neredeyse aynı sokakların içinde buldum.


Ayaklarım gerisin geriye istasyona yürümek ve bu tuhaf, sıkıcı kasabayı bana sonsuza dek unutturmak istiyordu ki onu gördüm. 


Bir bahçe çitinin üzerine konulmuş, ardındaki yaşlı bir incir ağacına derme çatma sabitlenmiş, zorlukla ayakta duran minik bir kitaplık…


Buralarda sık görülen, insanların okudukları kitapları koyup yenilerini aldıkları, benim de sıklıkla güzel kitaplar keşfettiğim mahalle tipi bir değiş tokuş kitaplığıydı. Hepi topu birkaç raftan ibaretti, raflar da tıklım tıkış kitap doluydu. En üst rafa çakılmış küçük tahta levhada “Pablo’nun Kitaplığı” yazıyordu.


İncelemek için yaklaştım. Çoğu İngilizce’ydi ve Güney Amerikalı yazarların kitaplarıydı. Eduardo Galeano’dan Latin Amerika’nın Kesik Damarları; Gabriel Garcia Marquez’den “Başkan Babamızın Sonbaharı”, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”; Mario Vargas Llosa’dan “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”, “Julia Teyze”, Julio Cortazar’dan “Seksek”, daha bir dolu kitap… 


Trende okurum diye ince kitap “Palomino Molero”yı çantama atıyordum ki birisinin, İngilizce “nihayet” dediğini duydum.


“Nihayet birisi buradan kitap aldı.”


Ufak tefek, bembeyaz saçlı, sopa yutmuş gibi dik duran, yaşlı bir kadın bahçe kapısına çıkmış beni seyrediyordu. Elinde bir kadeh kırmızı şarap… Hırsızlık yaparken yakalanmış gibi utandım. 


Utanıp utanmamam kadını pek ilgilendirmiyordu. Neşeyle devam etti: “Kitaplar bir aydır orada duruyor, her yağmurda içeri taşıyorum, güneş açınca getiriyorum, bakıyorum hiç eksilmiyor. Her getirip götürdüğümde kitapları değiştiriyorum. Her defasında yeni bir koleksiyon yapıyorum. Kitap okuyan yok herhalde diyecektim ki tam, sen çıkageldin…” 


Ben anlamaz gözlerle ona bakıyor olmalıydım ki bir iki saniyeliğine durdu.


“Hahah, ‘nereden çıktı bu deli’ diyorsun değil mi? Olsun, alıştım ben bana deli demelerine. Gerçi bu kasabada delilik bile yapılmıyor, hiçbir şey kimsenin umurunda değil.”  


İşte bunu anlamıştım. Hakikaten de sıkıcı, ruhsuz bir yerdi. 


Kadın elindeki kadehi bana uzattı. “Gel” dedi, “biz yarın gidiyoruz buradan, bahçede parti veriyorum, katılır mısın?” Cevabımı beklemeden dönüp bahçe kapısını açtı.


Sesinde hafif bir Alman aksanı olduğunu ancak “gel” dediğinde fark etmiştim.



*


Beraberce bahçeye girdik. Büyük bir parti değildi. Hatta bir parti bile değildi. Bir bahçe masasının üzerinde bir şişe şarap, bir küçük pasta ve benden başka tek bir katılımcı daha: Tekerlekli sandalyesinde oturan, yüzü derin çizgilerle dolu, yaşlı bir adam… Beni görünce bir şey söylemedi ama sanki yüzünden gülümsemeye benzer bir gölge gelip geçti. 


“Kadim dostum Herman” diye bizi tanıştırdı kadın. Sonra Herman’a döndü ve yüksek sesle; “bu genç adam da kasabanın tek okuryazarı” dedi. “Bendeniz ise Sophia.”


Gülümsedim. “Pek genç değilim” dedim. “Bu kasabadan da değilim.”

 

“Tahmin etmeliydim” diye tatlı tatlı güldü Sophia. “Neredensin peki?”


“Türküm” dedim. “İstanbul’dan geldim.”


“Ahh” dedi kadın… “Dünyanın en güzel şehrinden geldin yani.”


En azından bu defa tutturmuştu. 


*


Sonra anlattım. Kendimi anlattım. O kasabada görüşmeye çalıştığım yazarı anlattım. Derdimi anlattım. Sophia da kendi hayatından bahsetti. Doğu Berlin’de doğup büyümüş bir Alman’dı. Müzisyendi. Duvar yıkıldıktan sonra, meraktan Berlin’e gelen İspanyol eşiyle tanışmış ve birkaç gün flörtten sonra birbirlerinden ayrılamacaklarını anlayıp beraberce İspanya’ya dönmüşlerdi. Pablo isimli adam maceracı ruhlu bir antikacıydı; yıllar içinde dünyada dolaşmadık yer bırakmamışlardı. Çok uzun yaşamamıştı İspanyol; hızlı ve tatlı geçen yılların ardından eşi Sophia’ya maceracılığını ve epey değerli birkaç el yazması kitap miras bırakmıştı. Onun ardından, Sophia da oradan oraya seyahat etmiş; piyano, gitar, keman dersleri vererek geçinmişti. Günün birinde kocasından miras kalan elyazmalarını epey yüklü bir fiyata satmış ve onlarla Madrid’de bir kitabevi açmıştı. Pablo’nun Kitaplığı... Derken o günler de geçmişti, Sophia kitabevini kapatmış, Picasso’nun doğum yeri Malaga’da yaşamaya başlamıştı. Kuzeydeki bu kasabaya, arkadaşı Herman’ı sıkıcı evinden kurtarmaya, onu güneye, düzgün bir yaşlılar evine taşımaya gelmişti. Eşyalarının çoğunu tasfiye etmişti bile; kitapları da incir ağacına tutturduğu “Pablo’nun Kitaplığı” marifetiyle ufak ufak dağıtmaya çalışmıştı. Herman kütüphanesinin boşaldığını görmek istemiyordu. Sophia söylememişti ama bana ikisinin arasında arkadaşlıktan biraz fazlası var gibi gelmişti. Hiç değilse bir zamanlar…


İkinci kadeh şarap bitmişti. Herman da uyuklamaya başlamıştı. Kalkmak için izin istedim.


“Biliyor musun” dedi Sophia; “deminden beri hafızamı yokluyorum, bildiğim Türkçe bir iki cümle var, söyleyeyim mi?”


Ne olduğunu tahmin ettim. Teşekkür ederim, güle güle, merhaba… Yabancıların bildiği standart cümleler.


“Söyleyin tabii” dedim.


Kendini birdenbire belli eden, ağır bir Almanca aksanla hiç beklemediğim sözler döküldü ağzından:


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Bakakalmıştım. Hafiften horlayan Herman’ın bile sanki sesi kesilmişti.


“Küslübürtün”den öğrendim dedi Sophia muzipçe. 


Küslübürtün mü? Dadaloğlu bu, belki Karacaoğlan.... Küslübürtün diye mi biliniyorlar Almanya’da? Kim Küslübürtün?


“O kim” diye sordum. 


“Nasıl yani” dedi Sophia. Şaşırma sırası ondaydı. “Tanımıyor musun Küslübürtün’ü? Her Türk bilir onu. Aa bilmez mi yoksa? Dil cini Küslübürtün.”


Bomboş bakmaya devam ediyordum. 


“Franz Fühmann’ı tanır mısın peki” diye sordu. 


Onu da tanımıyordum.


“Yazar. Doğu Almanyalı. Anne babamın arkadaşıydı. Evimize çok girip çıkardı. Ben üniversiteyi bitirince araştırmalarında yıllarca ona yardım ettim. Mitoloji, dinler, masallar. Muazzam bir bilgisi vardı. Onun kitabı. Die Dampfenden Hälse der Pferde im Turm von Babel… Babil Kulesindeki Atların Tüten Boyunları. Küslübürtün, işte o kitabın kahramanıdır.”


Hiç duymamıştım. Franz Fühmann… Kimdir, nedir diye soracakken tam, Herman’ın başı önüne düştü, canı yanmış gibi gözlerini kocaman kocaman açtı. Sophia, ona “tamam içeri geçiyoruz” der gibi tatlı tatlı güldü. Sonra bana döndü ve “gazetecisin, araştırırsın” dedi. 


El sıkıştık ve birbirimizin kısacık bir süreliğine dahil olduğumuz hayatlarından çıktık. 


*


Dönüş yolunda “Palomino Molero’yu Kim Öldürdü”yü okumadım. Franz Fühmann hakkında okudum.


1922-1984 yılları arasında yaşamış Doğu Alman yazar. Gençken Nazi, sonra komünist. Derken sosyalist rejimin kıymetli yazarı, sonra rejime de muhalif… Tiyatro oyunları, denemeler, romanlar, çocuk kitapları her şeyi yazmış. 


Bir de Küslübürtün’ü yazmış. Dünyanın en ilginç roman kahramanlarından birini…


Küslübürtün, Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan fırlamışa benzeyen bir cin. Ama korkutucu değil, ufak tefek ve dost canlısı; üzerinde çimen yeşili bir şalvar, ayaklarında yeşil terlikler var. Yosun yeşili kuşağından deniz yeşili kabzalı eğri bir kılıç sallanıyor. Sesi berrak, garip bir zil sesi gibi… Yağmurlu bir günde, canları sıkılmış oturan beş arkadaşın arasında birdenbire beliriyor ve onlara hiç bilmedikleri oyunlar öğretiyor. 


Dil oyunları. 


Anagramlar, kafiyeler, ses uyumu… Küslübürtün, Babil Kulesi’nde diğer dil uzmanlarıyla beraber yaşadığını söylüyor ve bazen yanında kendi gibi uzman arkadaşlarını getiriyor. Mesela Schopenhauer’i… Çocuklara masalları, efsaneleri bu arada Brecht’i öğretiyor.


Kendi kökenlerine dair, kendi dilinde tek bir şey söylüyor. Karacaoğlan’ın dizelerini:  


“Merhametin çoktur benden farıma

Beni görüp gül yüzünü bürüme”


Çocuklar bu dil oyunlarını çok seviyor…


*


Tren, Amsterdam Centraal’e ulaşmadan bunları öğrenmiştim. Küslübürtün ve dil oyunları, Doğu Almanya’da yaşayan çocukları yıllarda cezbetmişti. Ama ne yazar ne kitap ne de kahraman Türkiye’de, Türkçede var olmuştu.


Yine de bir sürprizle önüme düşmüştü işte.


Uzak ve küçük bir kasabaya gitmiş, huysuz bir yazarla konuşmayı becerememiştim. Sonra bir bahçede derme çatma bir kitaplık görmüş, bir tatlı yaşlı kadınla tanışmıştım.


Sonra da Küslübürtün’le…


Artık tek eksiğim Almanca’ydı. 


*



PS: Küslübürtün ve Franz Fühmann’a giriş için şurası. 






internetin en güzel yeri


İnternetin en güzel yeri belki burasıdır. Tren videoları...

Üç video türünü çok seviyorum. Kafe sesi videoları, şehir yürüme videoları ve bu tren seyahati videoları... Masamda çalışırken bazen bu videoları açıyorum. Tren düdükleri, çay kaşıkları, çocuk sesleri. Odada bir gizli geçit.   

Burada Şili'deyiz. Barrancas'dan Los Lirios'a gidiyoruz. Rüya gibi istasyonlardan geçiyoruz. 

Hayat genişliyor, açılıyor...

polisten bir mektup


Kaliforniya’da bir yer. Yıllar evvel. Adamın birinin posta kutusuna, fiziki posta kutusuna yani, bir mektup geliyor. Polis ceza kesmiş. Kamerayla. Mektupta da adamın direksiyon başında görüntüsü var; trafik ışıklarında beklememiş geçiyor. Cezayı yemiş tabii. Ama yöntem yeni; tarihteki ilk fotoğraflı cezalardan birini yemiş.

Adam isyan ediyor, özel hayatının ihlal edildiğini düşünüyor ama daha da çok bu sürecin içinde insan olmamasına takıyor. Kendi kendine çareler arıyor. Nihayet gidiyor cezanın miktarı kadar paranın fotoğrafını çekip polis merkezine faksla gönderiyor. Madem artık her şey fotoğrafla...

Günler sonra posta kutusunda bir mektup daha... İçinden bir kelepçe fotoğrafı çıkıyor. Adamın hoşuna gidiyor bu; bir insana temas ettiği için ikna oluyor. Neticede cezasını da ödüyor. 

Eski zamanlar. Bin yıl kadar uzak sanki...


Resim: Edward Hopper

dünyaya nasıl bakmalı?


İçinde yaşadığımız dünya. Aynı anda hem korkunç hem güzel olan bu dünya. Ona nasıl bakmalı? John Berger, burada iki üç dakika içinde dahi yol gösteriyor. 
Sürekli düzelterek. 
Anlatarak. 
Ve de tarih bilinciyle (Marksist tarih bilinciyle)...


çok güzel yazıyorsun ama...

Bir düğünde, uzak bir akrabamla konuşuyoruz. 70 yaşlarında, yumuşak huylu, tatlı bir adam…

“Yazılarını takip ediyorum, eline sağlık” dedi. 


Teşekkür ettim. Bir süredir görmediğim yakınlarımın yazdıklarımı okuyor olması hoşuma gidiyor. Bağ bir şekilde devam ediyor. Sessiz de olsa…


“Çok güzel yazıyorsun ama bir şey diyeyim mi sana?”


“Deyin tabii, ne demek.”


“Uzun Yenalcım uzun, biraz kısa tut yazıları.”


70 yaşındaki de “kısalt” diyorsa…

gündelik hayatımızdaki kaosa düzen getirmenin altı yolu

4 Haziran 2023'te Gazete Duvar'da yayımlandı



1.


Bunca yıllık yazıp çizme ve okuma uğraşından bir şey öğrendim: Her ne yazıyorsanız, onu bir liste olarak verirseniz daha çok okunur. 


Sayılar ve sıralama sihirlidir. Alt alta yazılmış ya da virgülle ayrılmış maddeler insan zihnine çekici gelir. Liste okumayı severiz; listelere ışığa uçan pervaneler gibi sürükleniriz. Birisi sosyal medyada alışveriş listesini paylaşsa bile okumak isteriz. 


Neden? 


Amerikan yazar Maria Konnikova, New Yorker’daki bir makalesinde, listeleri neden cazip bulduğumuzu bir çırpıda anlatmıştı


Ben konuya uygun olarak, Konnikova’nın özetini liste şeklinde vereyim:

1- Listeli bir konu başlığı, içerik akışında ilgimizi çekmeye elverişlidir. 

2- Başlık, konuyu önceden bildiğimiz bir kategori ve sınıflandırma üzerinden (mesela ‘yetenekli hayvanlar’) anlattığı için ayrıca avantajlıdır. 

3- Liste, bilgiyi belli bir alan içinde düzenlemek için kullanışlıdır. 

4- Bir liste gördüğümüzde onun sınırlı ve sonlu olduğunu biliriz. 

5- Tüm bunlar, bilgiyi evvelden kategorize edip kavramsallaştırarak okuma deneyimini de daha kolay hale getirir. 


Sırf bu yüzden, “Nicolas Cage’in Bizim Kuşağın (ya da tüm kuşakların) En İyi Aktörü Olmasının 42 Nedeni” başlıklı bir listeyi okumaya dahi adayızdır.  



2.



Amerikan yayıncı NPR, yıllar önce “Neden Listeleri Severiz” başlıklı on maddelik bir liste hazırlamıştı. Halen güncel bir başlık. Bugün bence daha da güncel. Hele birinci maddesi: “Listeler, kaosa düzen getirir.”  


NPR makalesinde görüşüne yer verilen, “Book of Lists” (Listeler Kitabı’nın yazarlarından David Wallechinsky’ye göre bizler, bir tür aşırı maruz kalma ve uyarılma çağındayız; en çok da fazla bilgiye maruz kalıyoruz; bu yüzden de listeleri seviyoruz. “Listeler başka türlü çok bunaltıcı olacak organizasyonu sağlıyor.”


Evet, kaos. Bizler için her gün kendi halinde bir küçük, mütevazı kaos. Listeler bu kaos sırasında önümüzü görmeye yardım ediyor. Bilgi yağmurunda bir şemsiye... Bazen işe yaramayan bir şemsiye ama olsun, şemsiye fikri bile bizi rahatlatıyor. Beynimiz, liste halindeki bilgileri daha rahat işliyor. Paragraflarsa yoruyor. Neticede, emek yorucudur. 



3. 


Listeler bir sınır getiriyor. Sadece bildiklerimize değil, seçeneklerimize de. 


İki psikologun, Michaela Wanke ve Claude Messner’in 2011’de yaptıkları bir araştırma, meşhur “seçme paradoksu” üzerine yoğunlaşmıştı. Modern zamanların bu meşhur paradoksu şuna işaret eder: Bir seçim yaparken elimizde ne kadar çok imkân ve bilgi varsa, kendimizi o denli kötü hissederiz.  


Wanke ve Messner, araştırmaların sonunda, üzerinde kafa yoracak seçenek azaldıkça ve akabinde karar verme süreci de hızlandıkça daha mutlu hissettiğimize karar vermişti. Sahiden de “azıcık aşım, ağrısız başım” lafı boşuna söylenmedi. Atalarımız, Netflix, Spotify ve bilimum platformlar çağında kullanabilmemiz için altın değerinde bir tavsiye vermiş meğer. (Bu konularda, yine Gazete Duvar’da şurada ve şurada yazmıştım).


Listeler işte bu paradoks anında karar verme sürecini hızlandırıyor. Bilgileri kategorize ediyorlar, numaralıyorlar, eliyorlar ve işimize yaramasa bile rahat hazmedeceğimiz parçalar haline getiriyorlar. Bu rahatlık bizi mutlu kılıyor. İşimize yarasa da mutlu kılıyor yaramasa da…


Çünkü bize bu sonsuz bilgi ve imkân evreninde bir şeylerin sonu olduğunu söylüyor. 


4.


Listeler hakkında en güzel şeyleri ise “listelerin piri” Umberto Eco söylüyor. 


Müteveffa İtalyan yazar Eco, Der Spiegel’e verdiği bir röportajında, sonsuz bilgi ve imkân evrenindeki sonluluğun yanında, kendi sınırlarımıza da dikkat çekmişti


“Listeleri seviyoruz çünkü ölmek istemiyoruz.”


O yüzden de liste yapıp duruyoruz. Kendisi de listelerin müdavimi olan Eco’dan dinleyelim yine: “İlk başta listelerin primitif olduğunu, evrenden bihaber ilk kültürlerden izler taşıdığını düşünürdük; ilkel toplulukların, sınırlı dünya bilgilerinden dolayı her şeyi sıraladıklarını kabul ederdik. Ama kültürel tarih boyunca, listeler her fırsatta hüküm sürdü. Onları katiyen ilkel topluluklara özgü olarak değerlendiremeyiz. Örneğin Orta Çağ’da evrene dair net bir fikre ulaşılmıştı ve listeler vardı. Rönesans’ta ve Barok Dönem’de astronomiden beslenen yeni bir dünya görüşü hâkimdi ve yine listeler vardı. Postmodern dönem de kesinlikle bir listeler çağı. Listelerin karşı konulmaz bir büyüsü var.”


5.


Bir de ihtiyaç var tabii…  Psikolojik ihtiyaçlar var: Sıralama ihtiyacı, planlama ihtiyacı, idrak etme, değerlendirme ihtiyacı. 


Listeler en çok yeni bir dönem başlarken ya da bir dönem biterken yapılır. Örneğin yıl bitmeye yakın, o yılın en iyilerini, önemli olaylarını ve aramızdan ayrılan isimleri birer liste halinde okuruz. Muhasebe yapanlarımız vardır: “Şunları yanlış, şunları doğru yaptım” listeleri tutanlar… Zaman kayıplarının üstünü çizenler, işe yarayanları alt alta dizenler. Ve tabii yeni yıl listeleri: “Bu sene bunu yapacağım”lar…


Türkiye şu an bir dönemeçte. Kimisi için bir dönem bitti, kimisi için bir dönem başlıyor. Seçimden sonra, kazanan ve kaybeden çok insanın kafasında listeler var. “Şunu yapacağım, şunu yapmayacağım” listeleri. Bazısı için intikam bazısı için yeni bir başlangıç bazısı için takip listeleri… Sadece sokaktaki vatandaşın değil; siyasilerin ve patronların da listeleri. Fiş listeleri, talep listeleri, gereken yapılsın listeleri… Herkesin kafası şu an madde madde…




6. 


Yine de içimizi açan listeler her zaman “her şey daha güzel olsun” listeleri. Zaten en güzel listelerden biri de, adlı adınca “Her Şey Daha Güzel Olacak” filmindeki liste değil mi? 


Ne diyordu Cem Yılmaz’ın karakteri Altan: 

“Bir, barı açıyorum; iki, Ayla’yla aramı düzeltiyorum; üç, babamı da yanıma alıyorum. Olay bitmiştir.” 


Olay bitmemişti tabii. Altan için her şey çok güzel olmadı. Ama yine de bir şeyler oldu. Hayat aktı, genişledi…


Aksın ve genişlesin. Başka ne isteriz ki hayattan? 




3 Okuma Önerisi 



1.

Infinity of the Lists - Umberto Eco 


Listelerin Sonsuzluğu… Her şeyin listesini tutan Batı zihninin acı tatlı bir listesi. Homeros’tan James Joyce’a, Dali’den Ravel’e görsel yoğun bir kitap… Doğal olarak, listelerin efendisi, ıssız adaya gitse yanına telefon rehberi almak istediğini söyleyen Umberto Eco’dan. Bu liste kitabının ardından, Louvre’da “misafir” olarak bir liste sergisi de düzenlemişti Eco. Koca müzede akşamları kendi kendine dolaşırken kendini bir Dan Brown karakteri olarak hissettiğini de söylemişti. “Infinity of the Lists”, Türkçede hâlâ yok. Çevrilmesini beklerken, Eco’nun bu konu hakkındaki söyleşilerini okuyabilirsiniz; biraz Google çabasına bakar. Bir de kişisel mesaj: Bu kitabı benden alan her kimse keşke yerine hiç değilse bir not bıraksaydı! Kitabı tekrar almalı mıyım, onu anlardım en azından.



2.


Faşizmin 14 temel özelliği - Umberto Eco


Bu bir kitap değil, bir makale. Eco’nun 1995 yılında New York Review of Books’ta yayımlanan nefis makalesi. Open Culture internet sitesi bu makaleyi güzelce özetlemişti. Düşünbil Portal da bu özetin Türkçe çevirisini yayımladı.  Kahramanlık kültünden, karşı çıkmanın ihanet sayılmasına; farklılığa dönük korkulardan, komplolara meyletmeye çok güzel, zihin açan ve güncelliğini hiç yitirmeyen, hatta daha da güncelleşen maddeler var. Daha önce okumadıysanız, “bir bakın” derim.



3. 


Homeros - İlyada


Homeros okumak için kimsenin önerisine ihtiyacınız yok elbette ama edebiyatın en büyük listecilerinden birini Umberto Eco’dan okuyunca kafama dank etti: Hakikaten, edebiyatın birazı da “şeyleri” sıralamak. Tasnif etmek, kategorize etmek, kümelemek… Ben kendi adıma, hemşerimiz Homeros’u bu gözle bir daha okumaya karar verdim. Eco bu konularda James Joyce’un da çok verimli olduğundan bahsetmiş ama yazmadığı biri var. Şeyleri sıralamaya bayılan bir başka romancı. O da bu toprakların insanı. Madem liste yapmayı seven romancılar listesi yapılmış; Homeros’un ardına bir de Orhan Pamuk yazmayalım mı?


eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...