hariçten gazel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hariçten gazel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

bağımlılık bildirisi



Irish Examiner’a, “İrlanda topu dikti” haberlerini okurken rastladım. Memleketleri kan ağlarken Examiner’ın eli armut toplamamış; geçen hafta mükemmel bir ön sayfa hazırlamışlar. İrlanda’nın 1916 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’ni bir çırpıda “Bağımlılık Bildirisi’ne çevirerek öfkelerini ortaya koymuşlar. Bildiri’nin orijinali şöyle başlıyor: “İrlandalı erkekler ve kadınlar, Tanrı’nın ve millet olma geleneğinin devşirildiği geçmiş kuşakların adına, İrlanda, bu bildirgeyle, çocuklarını bayrağı altında toplanmaya ve özgürlüğünü ilân etmeye çağırıyor.” Bildirinin yeni versiyonu ise “Allah aşkına bu duruma nasıl düştük”, diye soruyor ve İrlanda’nın çocuklarını, ülkenin ekonomik bağımsızlığının Avrupa Merkez Bankası’ndaki yeni efendiler tarafından defnedilecek cenazesine katılmaya çağırıyor.

Atatürk’ten haberdar olsalardı “ekonomik bağımsızlığını kaybeden bir millet siyasi bağımsızlığını kaybetmiş demektir” cümlesini de habere eklerlerdi muhtemelen. Etkili gazetecilik! Popülist ön sayfa yapmanın da bir adabı var işte.

ters yön



Avrupa'da Portekiz ve İspanya gibi uzak taşra kaleleri düşerken sesleri çıkmıyordu; Yunanistan dümdüz olduğunda da bu kadar feryat etmediler. Neo Haçlı Daily Express (logoya bakın) İrlanda'nın da topu dikmesi üzerine kampanyaya başladı.

Dün İngiltere'nin Avrupa'dan kendini ayırması gerektiğini söylüyor, "Brüksel'in oyuncağı olmayacağız" diye kelime oyunları yapıyorlardı. Bugün destek bulduklarını da söylüyorlar. Yüzde 99. Okur profili çok sağlammış demek. "Ne mozaiki ulan, beton!" ayarında.

Bulvar gazetesi falan ama İngiltere'de bu çapta bir yayın bildiğim kadarıyla ilk defa yapılıyor. Paşa gönülleri bilir. İnsan şunu düşünmeden yapamıyor yine de: Ertuğrul Özkök Bild'de yazıyorsa, Yılmaz Özdil Daily Express'e başyazar olur.

bir şeyi kırk defa söylersen...


Sakınan göze çöp batar. Bunca yıl “İran mı olucaz, oluyoruz, olduk yoksa” diye dertlenirsen sonunda olursun işte.

2006 yılından beri harika işler yapan –arada bir muhakkak gözünüze çarpmıştır- Frank Jacobs’un son numarası, ülkelerin mevcut fiziki harita üzerine nüfuslarına göre dağıtıldığı yepyeni bir harita.

Böyle düşününce bütün harita tepetaklak oluyor tabii. Dört ülke dışında (Yemen, ABD, İrlanda ve Brezilya) herkes dünyanın bir başka yerine sürgün. Biz çok uzağa gitmiyoruz. 72 milyonun gücü adına, yakına ve biraz daha geniş bir coğrafyaya, İran’a taşıyoruz. Yeni komşularımız, bilmem sever misiniz, Peru, Canada, Suriye, Türkmenistan, Letonya ve azıcık ucundan Cibuti (Nahçıvan misali). Tabii bir de bizim bıraktığımız yere yerleşen Uganda var (sanırım bundan sonra birilerini aşağılamak için gelişmemiş ülke olarak Uganda örneği verilemeyecek, adamlar dibimizde; neyse, siyasetçiler düşünsün)

Üzerine gevezelik etmek için bolca malzeme veren harika bir harita. Frank Jacobs bunu hep yapıyor. Adamımsın Frank!

PS. Günün anlam ve önemine uygun bir ekleme: Kuzey ve Güney Kore burada da beraber. Haritanın dibine, Güney Afrika'nın eski yerine bakın.

çok uzaklarda, gün ortasında



Gazeteler ölecek mi ölmeyecek diye konuşaduralım, basın hâlâ işe yarıyor. Bu sene Hindistan’da bir haber dergisi, Tehelka, devletin gün ortasında şiddetini belgeleyerek Hindistan IPI’nin (International Press Institute) gazetecilikte mükemmeliyet ödülünü kazandı. Ülkenin kuzeydoğusundaki Manipur eyaletinde, ayrılık yanlısı gruplar yaklaşık 30 yıldır hareket halinde. Tahmin edersiniz, hem devlet hem de halk diken üstünde. Başkent Imphal’ın sokakları sıkıntılı.

Gelelim ödülü hak eden habere. Uzun zamandır bu denli açık şiddet fotoğrafı görmemiştim. Olmadığından değil, çekilemediğinden elbette. 23 Temmuz 2009’da polis, Eyalet Meclisi’nin 500 metre ötesinde, önce kalabalığa ateş açıyor, sonra da eski bir terörist olduğunu düşündükleri genç bir adamı, Chongkham Sanjit’i çevreleyerek, apar topar bir dükkâna sokuyorlar. Bütün bu olaylar sırasında polise hiç karşı koymayan genç adamın ölü bedeni çıkıyor dükkândan.

Oradan geçen birisi yaşananları dakika dakika fotoğraflıyor ve Tehelka’ya veriyor. Polisler o kadar umursamaz ki, fotoğrafçıyla ilgilenmiyorlar bile. Sonuç: Her şeyi apaçık gösteren fotoğraflar, polislerin sonunda yargılanmasını sağlıyor.

Çok uzak, çok alakasız gibi gelebilir. O kadar değil. Birkaç isim sıralayayım: Uğur Kaymaz, Engin Çeber, Festus Okey… Herkes görmüştü. Ne oldu?

Özellikle sondaki fotoğrafların rahatsız edici olduğunu hatırlatırım.
















Haberin tamamı burada

savaş şimdi başlıyor



Bir haftadır bu işlerle uğraşıyordum ama anladım ki füze, kalkan falan hikâye. Savaş dediğin, yüz yıldır bildiğin tankla yapılıyor.

İşte, Lizbon’daki NATO Zirvesi’nin yeni strateji ve füze kalkanında anlaşma sağlanan ilk gününde, ABD, kendi kamuoyuna, Afganistan’daki savaşla ilgili bir açıklama yaptı. Buna göre, özellikle savaşın en yoğun yaşandığı Helmand’a zırhlı tank (fotoğraftaki M1 Abrams'lardan) birliği gönderiliyor. Bu dokuz yıllık savaşın tarihinde bir ilk.

Gerçek savaş şimdi başlıyor. Yazık. Rambo’nun Afganistan macerasını hatırlar mısınız? İşte o hesap.

oy vermek bir zevktir



Birisi Penguen’in 2009 yerel seçimlerinden önceki “oh, evet, evet” kapağından ilhamla reklam çekseydi ancak üstteki gibi yapardı. Ama böyle şeyler bizim topraklarımızda çok ayıp olduğundan, bu işi Katalanlar üstlenmiş. Hem de dünyevi heveslere pek uzak olduğu farz edilen Sosyalistler çekmiş bu reklamı. Tabii, biraz daha genç olanları…

28 Kasım’da yerel seçimlerden önce Katalan Sosyalist Partisi’nin gençlik kolu Joventut Socialista de Catalunia, dünyanın her tarafında olduğu gibi orada da sandığa gelmeye üşenen gençleri etkilemek için “zevkli” bir yola başvurmuş. Genç bir kadın oy vermeye gider ve olaylar gelişir, diye özetlenebilecek reklamın sonunda da “oy vermek bir zevktir” diye amaçlarını açıklıyorlar. Söylemeye gerek var mı; Katalan halkı bu konuda ikiye bölünmüş; videoyu iğrenç bulan da var, “oh, ne âlâ” diyen de.

Tekrar başa dönelim. Bizde de şu aşağıdaki kadarı yapılabilmişti. Katalanlar’a özenen ilk partinin başına neler geleceğini gerçekten merak ediyorum.

köyümde şenlik var köyümde düğün








Bundan kaçabileceğinizi sanmayın. İngiliz veliaht prensi evleniyor, siz de bundan sonra bütün ayrıntıları satırı satırına okuyacaksınız.

Prens Charles’ın mahdumu William ile orta sınıf aile kızı Kate Middleton dünya evine gireceklerini açıkladı (dünya evi ne demek, halen bilmiyorum, ama yazması havalı oluyor.) Daha fazla ayrıntıya gerek yok, çünkü zaten an gelecek, nişan sizin evin salonunda yapılıyor sanacak kadar ayrıntıya boğulacaksınız. Düğün ise, aman aman, hiç girmeyelim. Bahara, olmadı yaza, o da tamamdır!

Gördüğünüz gibi Lady Di’nin ölümünden sonra aç susuz kalan İngiliz gazeteleri, bugün itibariyle çıldırdı. Ama “Buckingham yanıyor, koş” deseler haber yapmayacak, serinkanlı The Independent’ı ayrı tutuyorum. Bakın, onlar yine İrlanda için dertleniyor. Sanırım, biraz da biz dertlenmeliyiz. Zira krizin domino etkisi oluyor, ama elin düğününün bize faydası yok.

halkın adamı



Hepsi “halk adamıyım” diyor, hiçbirisinin böyle bir fotoğrafı yok. New York çocuğu Kennedy bile, gitmiş taşraya, karışmış halkın arasına, çıkmış sandalyeye nutuk atıyor.

Bizde çok politik taşlama yapılır; ama kendimizi kandırıyoruz sanırım. Üstüne lacileri çekmiş irikıyım korumaların kareye girmediği hiçbir Türkiyeli politikacı fotoğrafı yok. Ya açılışta, törende kurdele keserken, temel atarken ya da kürsüde, iç kıyıcı toplantılarda hep aynı şeyi söylerken fotoğraf veriyorlar… Şimdi güvenlik sorunu var, diyelim, eskiden de mi vardı yani? Süleyman Demirel’i, Bülent Ecevit’i, Necmettin Erbakan’ı bu çıplaklıkta hatırlıyor musunuz?

Fotoğraf ortada, o dönemlerin Hasip ile Nasip’ine en yaklaşan politikacı bile yine o dönemlerden Kennedy’miş. Bizim halk adamlarına nal toplatıyor…

Artık internetten yayımlanan Life Magazine, 1961-63 arası görev yapan, ABD’nin 35. başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin hiç gün ışığı görmemiş fotoğraflarını ortaya çıkardı. Politik fotoğrafçılıkla ilgilenenler buraya uğrayabilir.





erdoğan'la neşeli günler (feat. medvedev & berlusconi)




İşte özlenen tablo! Seul'deki G-20 zirvesinin ardından yazılan kuru ve renksiz cümlelere inat, Vatan Gazetesi kendi hikâyesini bulmuş. Başrollerde Erdoğan, Medvedev ve Berlusconi... Diğer 17 lider ise hasetinden çatlıyor. Yazı gazetede nasıldı bilmem ama internet sitesinde aynen şöyleydi:

"Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Seul'de düzenlenen G20 zirvesinde Rusya Devlet Başkanı Dimitry Medvedev ile de bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmeyi haber alan İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi de koşarak toplantıya katıldı. Üçlünün kahkahaları toplantı salonunu çınlatırken, diğer dünya liderleri ise bu zirveye özenerek baktı."

Özenerek! Evet Çin'i, ABD'yi, Fransa'yı, İngiltere'yi vs. yönetiyor olabilirsin, ama adama sorarlar, birazcık mizahtan, neşeden, insanlıktan nasibini aldın mı?

Misal Barack Obama, ABD'ye dönünce, insan ilişkilerini şöyle bir gözden geçirmiş, yeni kararlar almıştır herhalde.

Çünkü kıskançlıktan olsa gerek, kendisinde eski neşeli hallerinden eser yok.

İki fotoğrafta inceleyelim:


Aşağıda Obama'yı, önceki mutlu anlarında, keyifli ve kendinden emim bir ruh halinde görüyoruz. Başka bir toplantı. Obama'nın kıskançlığa esir olmadığı güzel günler... Erdoğan ise tabii ki rahat, dünya -liderleri de dahil- umurunda değil, özgüveni yüksek. Beri yandan, Berlusconi'ye dikkat!



Alttaki fotoğrafta ise, son G-2O zirvesinde, yaşanan o malum neşeli anlardan sonra, Obama'nın takipçiliğini görüyoruz. Fotoğrafın sağ alt köşesine bakın, işte oradalar, Obama'yla Erdoğan... ABD başkanı, bir şeyler kapar mıyım diye, halen Erdoğan'ın peşinde. Az zamanda çok işler başarmak istiyorsa, kendisine daha pratik bir şeyi, bu blogdan bir başka sayfayı okumasını öneririm. Buradan buyursun: Erdoğan'la kişisel gelişim.



Günümü aydınlatan Vatan Gazetesi'ne teşekkürler

paris metrosunun provokatif prensesi





Metroda çalışıyor. Gizli çalışıyor. Tek başına çalışıyor. Yaptığı bir tür gerilla sanatı. Paris metrosuna geceleri veya sabahın erken saatlerinde sızıp, reklam afişlerindeki kadınları boyuyor. Yarı çıplak reklam kadınlarına türban giydiriyor.

Ertuğrul Özkök
, ondan haberdar olsaydı, muhtemelen en az birkaç gün diline dolardı.

Adı Prenses Hijab. Yaptığı iş provoke edici gerçekten. Hem de çift taraflı. “Burka yasağını” yani kadınların kamuda yüzlerini tamamen örtmesini illegal kılan -gelecek yıldan itibaren uygulanmaya başlayacak- kanunu geçen ay Parlamento’dan geçiren Sarkozy hükümetine, kapitalizmin en görünür yerinden, reklamlar üzerinden çakıyor. Hedefinde sadece hükümet yok; tüketim toplumuna da yaptığı işlerle bir mesaj yolluyor. Muhtemelen peçe ile modayı beraber tasavvur etmek istemeyen radikal Müslümanları da kızdırıyordur.

Kendisi de Müslüman mı, bilinmiyor. Erkek mi kadın mı, o bile belli değil. İlhamını Naomi Klein’in No Logo’sundan aldığını biliyoruz sadece.

Tepkileri umursamıyor. Yaptığı işin din ile bir ilgisi olmadığını söylüyor; ama Fransız toplumunda Sarkozy kanunlarıyla daha da büyüyen entegrasyon tartışmalarını ciddiye alıyor. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik; cumhuriyetin ilkeleri bunlar ama gerçekte azınlıklar meselesi yarım yüzyılda bir gıdım bile yol almadı. Dışarıda kalanlar yine Araplar, yine fakirler, yine siyahlar ve tabii yine Çingeneler.”

Türban tartışmasına Fransa’dan bir katkı olarak değerlendirelim bu provokatif sanat biçimini. Malum, Türkiye’den sanatsal bir katkının geleceği yok. Meseleyi televizyon stüdyolarında tartışmak daha rahat galiba.

Prenses, aşağıdaki fotoğrafta. Daha fazla ayrıntı içinse haberin kaynağına buyurun.

yurttaşlığı başbakandan öğren



Biraz da yeni mekândan haber geçelim. Hollanda'da işler, Türkiye'nin tam tersi yönde akmakta. Burada ana konular değil, detaylar enteresan. Bizim memlekette esası tartışmaktan usule hiç gelemediğimizi düşünürsek, farkı anlarız. Neyse, bu meseleye daha sonra girerim, şimdi konuya atlayalım. Önce bir soru: Bir başbakanın ülkeyi yönetmekten başka ne işi olabilir?

Eh, yığınla meslek saymak mümkün. Ama Bugünlerde Hollanda’ya bakarsanız enteresan bir alternatif görebilirsiniz. Ülkenin geçen ay kurulan kabinesinin başındaki Mark Rutte, sürdürmekte olduğu bir başka işe, öğretmenliğe de devam etmekte kararlı. Hollanda’nın ilk liberal başbakanı Rutte, seçimden önce ve aylar alan kabine pazarlıkları sırasında, Lahey’deki Johan de Witt College’da her hafta iki saat sosyoloji ve yurttaşlık bilgisi dersi veriyordu. İşleri muhtemelen başından aşkındır ama Parlamento’ya derslere devam etmek istediğini çoktan bildirdi. Buna göre, Rutte, derslere, kabine toplantısıyla çakışan Cuma yerine Perşembe günü girecek.

Rutte'nin dersi başka güne kaydırma stratejisi hoş. Gerçi bunu bir de öğrencilere sormak lazım; mesela dersi kırarsanız, kendini sizden sorumlu hisseden bir Başbakan evi arayabilir. Yine de devletin en tepesindeki adamdan alınan bir yurttaşlık bilgisi dersinin nasıl geçtiğini görmek isterdim. Soracak çok soru olmalı.

kitaplarını düşürmeden koşan çocuk



Bir masal daha bitti. Tiyatrocuların sahnede ölmek istemesi gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uzun mesafe koşucusu, kariyerine New York sokaklarında, tam olarak Queensboro Bridge’de son verdi.

Haile Gebrselassie… Afrika’nın en zorlu ülkelerinden birinden, Etiyopya’dan geldiğini bağıran ismini televizyonda işitmeye ne kadar alışmıştık. Rahmetli Kenan Onuk da, anlattığı koşularda, yarışı en önde onun bitirdiğini söylemeye alışmıştır herhalde.

Bu defa bitiremedi. Uzun mesafelerde iki olimpiyat altınıyla 27 dünya rekoruna ve sayısız maraton birinciliğine sahip Gebrselassie, dizindeki sakatlık fazlasına izin vermeyince Pazar günkü New York Maratonu’nu tamamlayamadı ve göz yaşları içinde artık bıraktığını açıkladı.

Masalsı ismi, sadece atletizm pistlerine değil, masallara da yakışıyordu gerçekten. Fakir bir ailenin on çocuğundan biriydi. Okula gitmek için her gün 10 kilometre koşup, aynı şekilde geri dönüyordu. Koşmayı bu şekilde öğrendi. Tuhaf koşu stili de o günlerden kaldı. Gebrselassie, kazandığı ve kazanmadığı bütün yarışları, sanki koltuğunun altında hâlâ okul kitapları varmış gibi, sol kolunu bükerek koşuyordu.



Artık koşmayacak, ne yazık. Spor tarihinde bir devir daha biterken, sürekli atletizmden önemli bir şey olmadığını söyleyen Hıncal Uluç’un, Gebrselassie hakkında neler yazdığına baktım. Tuhaftır, henüz yazmamış (belki de hiç yazmayacak). Yazacak daha önemli bir şey var mı ki?

Bu Gebrselassie hakkında hoş bir klip:



Bu 2000 Sidney Olimpiyatları'nın efsanevi 10 bin metre finali



Bu da içinde bir sürü Gebrselassie olan Adidas reklamı

genç W'nun acıları (ya da anıları)


Fıkra değil gerçek; üstelik George W. Bush’un kendisi anlatıyor. Özetleyerek aktarıyorum:

Bush’un Rusya’ya yaptığı bir ziyarette, Rus başkan Vladimir Putin, Amerikan başkanına Koni isimli siyah Labrador’unu gösterir. Putin köpeğiyle pek övünmektedir ve Bush’a, “Benim Koni, senin Barney’nden (Bush’un köpeği) daha büyük, daha güçlü ve daha hızlı,” der.
Çok sonra bir gün Bush, bu olayı Kanada Başbakanı Stephen Harper’a anlattığında şöyle bir cevap alır: “Sana sadece köpeğini gösterdiği için şanslısın.”

W. Bush’a katlanabilirseniz, dahasını da okuyabilirsiniz; çünkü ABD’nin 43. başkanı nihayet anılarını yayımladı. Decision Points adını verdiği kitabında, W, ulusunun (ve dünyanın) kaderini belirleyen anlarda nasıl karar aldığı veya alamadığı üzerine samimi bir analiz sunuyor. Samimi diyorsam yanlış anlamayın, kendini yerin dibine batırdığı yok; sadece birtakım bilgilendirme hataları yüzünden bazı kararlarında yanlış veya aceleci davranmış olabileceğini itiraf ediyor. 9/11’i, Irak’ın işgâlini, Afganistan’a yığılan birlikleri, Katrina Kasırgası’nı ve ekonomik krizi düşünün. Adam aceleci davranmış!

Kitapta birtakım dokunaklı detaylar da var. Örneğin Katrina sonrasında, siyahi şarkıcı Kanye West’in kendisine ırkçı göndermesi yapmasını (tam olarak, Başkan’ın siyahları umursadığını sanmıyorum, demişti) başkanlık döneminin en kötü anı olarak tanımlıyor. Bunca olay dururken bunun içine oturması tuhaf.

İlla sadece kişisel bir kötü an seçilecekse, benim oyum 4 yıl önceki G-8 zirvesi sırasında Almanya Başbakanı Angela Merkel’le yaşadıklarına gider. Fotoğraflara bakınca da hatırlayacaksınız; Merkel’in oturduğu masaya seğirten Bush, birdenbire ellerini her şeyden habersiz Alman Başbakanı’nın omuzlarına koymuş ve kısa bir masaj (!) yapmıştı. Merkel bunu hiç hoş karşılamadı tabii.

Eski başkan, iyi tanımadığı bir kadına nasıl davranması gerektiğini bilmiyor olabilir mi? Olabilir pekâlâ, Teksas usulü samimiyet diyip geçmiştir belki; ama o kadar insanın (ve bütün dünyanın) önünde şu yaptığından mahcup olmadıysa, hiçbir şey ona kötü hissettiremez bence.

Aşağıda bu posta konu olan üç ismi çene çalarken görüyorsunuz. Erkekler sidik yarıştıradursun, Merkel’in, özgüven açısından Putin’den de Bush’tan da fersah fersah ötede olduğu çok açık.

yenildik ama ezilmedik



Bu rugby epey sert bir oyun. Benim için de biraz tuhaf; Yeni Zelanda - İngiltere'den başka bir rugby karşılaşması yok sanki. Şimdi zorunluluktan BBC seyrediyorum; sürekli bu ikisinin maçına denk geliyorum. Kiwiler sürekli gagalıyor kırmızı urbalıları. İngilizler de yazık, hep bir umut, yeniden maça çıkıyor.

Ama olmuyor... İngilizler azıcık geliştiriyor kendini, yine kâr etmiyor. Bugün Sunday Times şu manşeti atmış sonunda: Beaten but not broken. Türkçesi, "Yenildik ama ezilmedik." Görünce içim soğudu tabii. O manşeti bizim attığımız günler geçti ama olsun. Şimdi İngilizler düşünsün...

Yürüyün be Kiwiler!

sevinmek için sevmedik



Aradan epey zaman geçmiş. Şaka değil, kupayı en son 1954’te kaldırmışlar. Bu takımın, yani San Francisco Giants’ın şampiyonluk göremeden yaşayıp ölen taraftarları var. Yazık.

Beyzboldan anlamam; ama en az futbol kadar ciddi bir tutku olduğunu biliyorum. Bu yüzden geçtiğimiz Pazar günü World Series’da şampiyon olan Giants taraftarları adına onlar kadar sevindim. Takımı maçı kaybederken tribünleri terk edenler, televizyonunu kapatanlar, karşılığında bir kupa alamasalar da desteğe devam eden bu bahtsız taraftarları anlar mı? Hiç sanmıyorum.

Sevinmek için sevmedik, diyen bir tezahürat var ya, işte o, en çok bu arkadaşları anlatıyor. Doyasıya sevinsinler artık, haklarıdır.

Giants, 1957’de San Francisco’ya taşınana kadar New York şehrinin takımıydı. 1954 şampiyonluğu da orada kazanıldı.

marslılar'ın amerika'ya saldırdığı gün




Beklenen oldu; ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Demokratlar’ı silip süpürdü. Temsilciler Meclisi çoğunluğunu aldılar ve en az on yeni vali çıkardılar. Senato’da ise Demokratlar ucu ucuna tutunmuş görünüyor. Sonuca yol açan bir sürü faktör var; ikisini yazayım. İlkin şu: Sandığa gidenlerin yüzde 23’ünü oluşturan 65 yaş üstü muhafazakâr seçmen, ülkelerinin (ve kendilerinin) sahip olduğunu düşündükleri ayrıcalıkları muhafaza etmeyi seçti ve yeni nesillere bencil, şımarık ve kaprisli bir ülke hediye etti. Sosyal adalet diye bir kavrama inanmadıklarını açıkça ilân ettiler. Bir de tabii Tea Party hadisesi var, çoğunluğu Beyaz ve Protestan bu çay particileri, ırkçılıklarını ve dünyanın geriye kalanına dair umursamazlıklarını ekonominin kötü gittiğine dair teorilerinin arkasına gizleyerek avaz avaz, çılgın bir parti düzenlediler. İç basında, dış basında, televizyonda, radyoda, internette, meydanlarda, konser salonlarında, kısacası her yerdeydiler. Gürültüleri herkesin sesini bastırdı.

Bu particilerin fotoğraflarına, fotoğraflardaki yüzlerine bakınca aklıma tek bir şey geliyor. Hani Amerikan ırkçılığı filmlerinin o en can alıcı sahnesinde, tam da Ku Klux Klancılar maskelerini çıkarttığında, kasabanın şerifinin, şerifin karısının, iş adamının ve ne kadar ileri gelen varsa neredeyse hepsinin o semiz, müsamahasız ve zevkten çarpılmış yüzlerini görürüz ya… İşte o… Boşuna “it’s the economy, stupid” diye bağırmasınlar yani.





Bu seçmen, sonuçlardan da anlaşılıyor işte, kendisinden başka hiç kimseyi umursamıyor. Dünyanın sadece ve sadece kendi etrafında döndüğünü sanıyor ve bu kadar kalabalık, güçlü ve enerjik olmasına rağmen, yabancı gördüğü her şeyden korkuyor. Western filmlerinde “Yabancıları burada sevmezler” demelerinin nedeni de bu zaten. Basitçe, korkuyorlar….

Yeni bir şeyden bahsetmiyorum yani. Mesele hep bu minvaldeydi. 72 yıl önce bugünlerde, ABD’de yaşanan bir olay fikir verecektir sanırım. İngiliz gazetesi Guardian’ın o tarihte yazdığı haberden aktarıyorum:

31 Ekim 1938’de, H. G.Wells’in 19. yüzyıl sonunda yazdığı Dünyalar Savaşı isimli eseri, ulusal bir radyoda, “radyo draması” olarak yayımlandı. Eseri hazırlayan ve sunan Orson Welles’ti. Doğrusu, ünlü oyuncu işini gerçekten iyi yapmıştı. Program bir dans şarkısıyla başladı; ama şarkı bitmeden Princeton Üniversitesi’nden astronomların Mars’ın yüzeyinde birtakım hareketler gördüğüne dair bir son dakika haberi girildi. Sonra da New Jersey’e bir meteorun çarptığı rapor edildi. Nihayet meteorun yarıldığı, içinden Marslılar’ın çıktığı ve New York’u ele geçirmek üzere ilerlediklerine dair haberler geldi.

Bütün yayın sırasında her şeyin bir kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu.

Ama… İnsanlar bunun gerçekliği konusunda hemfikir olmuştu bir kere. Polise ve radyoya telefonlar yağdı. New Jerseyliler'in bir kısmı zehirli gazlardan korunmak için yüzlerini ıslak havlularla kapladı; bazı şehir sakinleri de alabildikleri değerli eşyalarını yanlarına alarak evlerinden kaçtı. Şehrin her yerinden gaz saldırısı haberleri geliyordu; hastaneler “şok” tedavisi gören insanlarla doldu taştı. Marslılar’ın işgâline şahit olduğunu söyleyen insanlar polise ihbarda bulunuyorlardı. Kiliseler doldu.

Birçok insan o an dünyanın sonunun geldiğini düşünüyordu.

Bütün bunların sebebi dramatik açıdan epey başarılı bir radyo tiyatrosuydu sadece. Üstelik dediğim gibi, her şeyin kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Ama insanların, hele de Amerikalılar’ın korkmak için gerçek bir sebebe ihtiyacı yok. Tea Party işte tam da bunun temsili ve artık iktidarı paylaşıyor.

söylemesi zor bir doktrin - davutoğluizm

ABD’li bir yazarın kaleminden çıkan Türkiye analizini iki kere okumayı alışkanlık edindik. Biraz meslek hastalığı, biraz da “hakkımızda yine ne demiş, övmüşse niye övmüş, dövmüşse niye dövmüş” diye sürekli kıpırdanan yerel telaşlardan olsa gerek. Bu kıpırtıya yersiz demek de haksızlık olur hani; kime baksan bir lobiyle, bir grupla bağlantılı çıkıyor. Bağlantılar bu zatların kendisini bağlar da, yazılanlar tatsız tuzsuz, vasat ve tekrardan ibaret fikirler... Sıkılıyorsunuz sonuçta.

Blogda daha önce bir iki defa yer verdim, yine bahsedeceğim. New York Times’dan Roger Cohen, ABD’li yazarlar klasmanında, adil ve ölçülü olmayı beceren az sayıda isimden biri (tabii “bence öyle” demeli, azimle arayan onun da birileriyle bağlantısını çıkartır mutlaka.) Bugün de Türkiye’yi ne abartan ne yerin dibine geçiren, ABD ve AB ile ilişkilerinde hakkını gereğince veren bir makalesi yayımlandı. Davutoğlu’nu özellikle seviyor belli, bizim Dışişleri Bakanı’nı bir düşünür pozisyonuna oturtuyor. Örneğin bu makalede kullandığı “Davutogluizm” ifadesine hem Türkiye hem de dünya basını ilk defa şahit oluyordur herhalde. Ama aynı Davutoğlu’nun örneğin şaibeli seçimlerin hemen sonrasında İran’la sorgusuz sualsiz yakınlaşmasına da prim vermiyor.

Her neyse, üslubu da epey renkli olan Cohen’in bugünkü yazısını tavsiye ederim. Geçmişte yazdıklarını da. Sizi tekrara boğmayan, çocuksu fikirleriyle sıkmayan bir ABD’li yazar arıyorsanız, buyurun.

Bu arada söylemeden de geçmeyeyim, Davutoğluizm, kelime olarak çok rahatsız edici. Akım oluşturmak için talihsiz bir soyadı.

başka bir evren mümkün


Uzaklardan dergiye ilk yazım... Newsweek Türkiye'nin 25 Ekim 2010'da yayımlanan sayısından...

"Kütüphane üzerine birkaç satır yazılsın da, içinde Borges'ten bahsedilmeden geçilsin; mümkün mü? Değil galiba. Klişelere saplanma riskini göze alarak en bilinen yola sapacağım ve Arjantinli yazar Jorge Luis Borges'ten bir daha bahsedeceğim. Yeterince geçerli bir gerekçem var: Amsterdam'da onun anlattıklarını anımsatan bir kütüphane gördüm.

Arjantinli, Babil Kitaplığı isimli hikâyesinde kütüphaneyi evrene benzetmişti. Ya da evreni kütüphaneye, artık nasıl okumak isterseniz... Epey büyük bir yerdi Borges'in kütüphanesi. Onun kütüphane-evreninde yazılmış ve yazılacak olan bütün kitaplar, düşünülmüş ve düşünülecek olan bütün fikirler bulunuyordu. Her şey labirentlerinin içinde, raflarının arasındaydı. Dolayısıyla ne okur onun sınırlarını bilirdi ne de kütüphaneci. Belli ki okumadığı ve okuyamayacağı kitaplara da yanarak, evrenin bilgisine asla tamamen vakıf olamazsınız, demeye getiriyordu Borges. Kütüphane her şeyi, her bilgiyi kapsar; siz sadece ancak birkaç kitabını, bir rafını, belki bir labirentini bilebilirsiniz. Kütüphane bir evrendir.

İşte tam bu noktada, yani kütüphane evren eşitlemesinde devreye Amsterdam Şehir Kütüphanesi ya da halk arasında daha çok kabul gören kısaltmasıyla OBA devreye giriyor. Amsterdam'a indiğimde, ayağımın tozuyla, eşin dostun hararetle bahsettiği, faaliyetine üç yıl önce başlayan OBA'ya uğradım. Zaten uğramamak mümkün değil; yeri çok kolay. Merkez İstasyonu'ndan limana doğru baktığınızda, başka hiçbir şeyi değil, sırtını denize ve yüzünü kanal üzerinden şehre dönmüş garip, modern, heybetli binayı görüyorsunuz. Bisikletlerinin sırtındaki telaşsız gençler de, yakalarını yağmura siper ederek hızla seğirten yaşlılar da, anne babalarının elinden tutup koşturan çocuklar da, iki tarafı deniz olan dar bir bisiklet-yaya yolunu kullanarak oraya, OBA'ya gidiyor.



Yalan söyleyecek değilim; bütün bir şehir halkının, çoluk çocuk kütüphaneye koşturmasını yadırgadım elbette. Ama inanın, yolun sonundaki birkaç taş basamağı tırmanıp içeriye sorgusuz sualsiz girdikten sonra, anlıyorsunuz. İçeride bugüne kadar kütüphane hakkında bildiklerimize meydan okuyan, kalıpları değiştiren, hatta bizi (belki Borges'i de) bir parça rahatsız eden bir şeyler var. Yeni ve tuhaf şeyler; yeni bir mimari, yeni bir anlayış, hatta yeni bir şehir var içeride.

Bir defa sesler var. Gürültü, hemen girişe konan ve çalmak isteyen herkesin hizmetine sunulan piyanodan başlıyor, kendilerine ayrılan katta koşturan üç - dört yaşındaki çocuklarla devam ediyor, radyo yayınıyla, konservatuar öğrencilerinin arada derede verdiği küçük konserlerle güçleniyor; nihayet teras katındaki pazaryeri görünümündeki muazzam restoranla zirveye ulaşıyor. OBA, en ufak bir fısıltıya kaşları çatıp azarlayacak münasebetsiz arama yeri değil. Tam tersi, yaşayan, soluk alıp veren, kendi seslerini ve imkânlarını üreten bir yer. Borges'in evren tasarımına yakışır şekilde içinde her şey mevcut: Tiyatro salonları, okuma salonları, müzik kabinleri, merkezi radyo, müze, sergiler, hobi alanları, Avrupa Birliği merkezi gibi özel birimler, restoran, kafeler... İçeri adımını atan herkese, ister kendi bilgisayarında ister keyfince ilişeceği herhangi bir başka bilgisayarda sınırsız internet bağlantısı sunuluyor. Sekiz katlı binanın hemen her yerinde, yatarak, saklanarak, ayaklarınızı uzatarak, yiyip içerek ya da Amsterdam manzarasına hakim herhangi bir koltukta oturarak çalışabiliyor, okuyabiliyor ya da ne bileyim, uyuyabiliyorsunuz.

Mimar Jo Coenen'in elinden çıkan ve her gün beş bini aşkın kişinin girip çıktığı 30 bin metrekarelik bina (benzerleri içinde Avrupa'nın en büyüğü), gariptir, saydığım bütün bu imkânların bir kütüphane biçimi içinde usturuplu ve mantıklı bir düzende var olmasına yine de el veriyor. Elmalarla armutlar toplanabiliyormuş demek ki. Bir kütüphane sadece kitaplardan ibaret olmayabiliyormuş. Kitaplar demişken, hem kitap, hem nota, hem gazete ve dergi, hem de DVD ve CD arşivinin sizi para dolu ambarında yüzen Varyemez Amca'nın ruh haline getireceğini söyleyebilirim. Hiç çıkmak istemeyebilirsiniz. Zaten evren burası sonuçta; dışarıda bir şey yok. Demem o ki, Borges haklıymış."

ay sarayında