sevinmek için sevmedik



Aradan epey zaman geçmiş. Şaka değil, kupayı en son 1954’te kaldırmışlar. Bu takımın, yani San Francisco Giants’ın şampiyonluk göremeden yaşayıp ölen taraftarları var. Yazık.

Beyzboldan anlamam; ama en az futbol kadar ciddi bir tutku olduğunu biliyorum. Bu yüzden geçtiğimiz Pazar günü World Series’da şampiyon olan Giants taraftarları adına onlar kadar sevindim. Takımı maçı kaybederken tribünleri terk edenler, televizyonunu kapatanlar, karşılığında bir kupa alamasalar da desteğe devam eden bu bahtsız taraftarları anlar mı? Hiç sanmıyorum.

Sevinmek için sevmedik, diyen bir tezahürat var ya, işte o, en çok bu arkadaşları anlatıyor. Doyasıya sevinsinler artık, haklarıdır.

Giants, 1957’de San Francisco’ya taşınana kadar New York şehrinin takımıydı. 1954 şampiyonluğu da orada kazanıldı.

nasıl görünmez olunur?



Önemli ayrıntılar gündemin hayhuyu içinde kaybolup gidiyor. Semin’in (Gümüşel) Newsweek Türkiye’nin son sayısındaki röportajının başına da aynısı gelsin istemem. Çünkü mesele, üzerinde bütün ülkenin hararetle tartışması gereken “gerçek” bir mesele.

Semin, Bilkent Üniversitesi’nden Dilek Cindoğlu’yla konuşmuş. 20 yıldır toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine çalışan Cindoğlu, TESEV için yazdığı “Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar: 2010 Türkiyesi'nde Ayrımcılık Meselesine Yeniden Bakmak” raporunda, İstanbul, Ankara ve Konya’da görüşmeler yaparak ciddi bulgulara ulaşmış. Bunlar elbette röportaja da yansıyor ve iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılığın hiç tahmin edilmeyen noktalarda da yaygın olduğunu gösteriyor. Dilerseniz, röportajın tamamını dergiden okursunuz (ki mutlaka okuyun, derim), ben Cindoğlu’nun sözlerinin bir bölümünü yine de buraya alayım:

“Araştırma dini hassasiyetleri olan özel şirketlerde dahi başörtüsü yasağının dolaylı etkisinin olduğunu; bu yasağın, iş hayatının tamamına farklı derecelerde de olsa yayıldığını gösterdi. Bu, kadınların iş piyasalarında var olmasını doğrudan etkiliyor. Peruğunu takan, üniversiteye giriyor. Ama peruğunu takan her iş yerine giremiyor veya yükselemiyor. Bu, artık İslamcıların değil, kadınların meselesi. Kadınların iş hayatında az olduğu bir dünyada yaşamak, başörtüsüz kadınlar için de zor.

“Başörtülü kadınlardan geri planda kalmaları, hatta görüşmecilerin defalarca tekrar ettiği gibi ‘görünmez’ olmaları beklenebiliyor. Bence araştırmanın en vurucu sonucu şu, insanlar bağnaz, tutucu veya tümü laik olduğu için değil, şirketler rantabl iş yapabilmek için başörtülü insan çalıştırmak istemiyor. Bu yasak hukukla başlıyor, iktisatla pekişiyor.”

Hep İslamcı bir sosla sunuluyor; ama bence mesele başından beri, öncelikle kadınların meselesi. Başörtülü kadınlar, üniversite kapısında da iş hayatında da, aynı görüşü savundukları erkeklerin arkasında kalıyorlar. Üniversitede hadi kanunlar izin vermiyor diyelim; peki çalıştıkları yerlerde onlardan yine de “görünmez” olmalarını isteyen ‘İslamcı’ erkeklere ne demeli? Riyakâr kelimesinin sözlükte güzel bir karşılığı var.

Resim Magritte'in

gelecekten gelen kadın

İşte neşeli bir haber… Zamanda yolculuk mümkün ve biz de buna şahit olabiliriz! Charlie Chaplin’in 1928 tarihli The Circus filmini dikkatle izlersek tabii. Bugünlerde Youtube’da ve diğer video platformlarında, Chaplin’in filminin bir sahnesinde sokaktan geçen bir kadının gelecekten gelmiş olabileceği konuşuluyor. Çünkü epey garip görünümlü bu kadın (garip dediysem, bakışları, giyinişi falan garip; yoksa öyle 500 yıl sonrasından gelmiş bir hali yok) o sahnede kulağına götürdüğü bir cep telefonuyla beliriyor. Bizi şimdi kendilerine mahkum eden cep telefonlarının Şarlo zamanında var olmadığını söylemeye gerek var mı?

Kadının tuttuğu o “şey” cep telefonu olmayabilir elbette; belki elini sadece saçına götürmüştür, ne bileyim. Muhtemelen de öyle yapmıştır; zararı yok. Ama Belfast’tan genç sinemacı George Clarke’ın video analizi gerçekten seyre değer. İnanmıyorsanız; videoyu bugüne dek izleyen 1,5 milyonu aşkın kişiye sorun.

Hem benim derdim başka. Bir meseleyi alıp suyunu çıkarana kadar tartışan, üzerine yazılar yazan, videolar kurgulayan insanları seviyorum. Muhtemelen sadece kendi reklamını yapıyor olsa da, George Clarke da, belli ki, öyle hevesli biri.

Eyvallah George; sevdim seni. Buyurun siz de sevin:

marslılar'ın amerika'ya saldırdığı gün




Beklenen oldu; ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçiler, Demokratlar’ı silip süpürdü. Temsilciler Meclisi çoğunluğunu aldılar ve en az on yeni vali çıkardılar. Senato’da ise Demokratlar ucu ucuna tutunmuş görünüyor. Sonuca yol açan bir sürü faktör var; ikisini yazayım. İlkin şu: Sandığa gidenlerin yüzde 23’ünü oluşturan 65 yaş üstü muhafazakâr seçmen, ülkelerinin (ve kendilerinin) sahip olduğunu düşündükleri ayrıcalıkları muhafaza etmeyi seçti ve yeni nesillere bencil, şımarık ve kaprisli bir ülke hediye etti. Sosyal adalet diye bir kavrama inanmadıklarını açıkça ilân ettiler. Bir de tabii Tea Party hadisesi var, çoğunluğu Beyaz ve Protestan bu çay particileri, ırkçılıklarını ve dünyanın geriye kalanına dair umursamazlıklarını ekonominin kötü gittiğine dair teorilerinin arkasına gizleyerek avaz avaz, çılgın bir parti düzenlediler. İç basında, dış basında, televizyonda, radyoda, internette, meydanlarda, konser salonlarında, kısacası her yerdeydiler. Gürültüleri herkesin sesini bastırdı.

Bu particilerin fotoğraflarına, fotoğraflardaki yüzlerine bakınca aklıma tek bir şey geliyor. Hani Amerikan ırkçılığı filmlerinin o en can alıcı sahnesinde, tam da Ku Klux Klancılar maskelerini çıkarttığında, kasabanın şerifinin, şerifin karısının, iş adamının ve ne kadar ileri gelen varsa neredeyse hepsinin o semiz, müsamahasız ve zevkten çarpılmış yüzlerini görürüz ya… İşte o… Boşuna “it’s the economy, stupid” diye bağırmasınlar yani.





Bu seçmen, sonuçlardan da anlaşılıyor işte, kendisinden başka hiç kimseyi umursamıyor. Dünyanın sadece ve sadece kendi etrafında döndüğünü sanıyor ve bu kadar kalabalık, güçlü ve enerjik olmasına rağmen, yabancı gördüğü her şeyden korkuyor. Western filmlerinde “Yabancıları burada sevmezler” demelerinin nedeni de bu zaten. Basitçe, korkuyorlar….

Yeni bir şeyden bahsetmiyorum yani. Mesele hep bu minvaldeydi. 72 yıl önce bugünlerde, ABD’de yaşanan bir olay fikir verecektir sanırım. İngiliz gazetesi Guardian’ın o tarihte yazdığı haberden aktarıyorum:

31 Ekim 1938’de, H. G.Wells’in 19. yüzyıl sonunda yazdığı Dünyalar Savaşı isimli eseri, ulusal bir radyoda, “radyo draması” olarak yayımlandı. Eseri hazırlayan ve sunan Orson Welles’ti. Doğrusu, ünlü oyuncu işini gerçekten iyi yapmıştı. Program bir dans şarkısıyla başladı; ama şarkı bitmeden Princeton Üniversitesi’nden astronomların Mars’ın yüzeyinde birtakım hareketler gördüğüne dair bir son dakika haberi girildi. Sonra da New Jersey’e bir meteorun çarptığı rapor edildi. Nihayet meteorun yarıldığı, içinden Marslılar’ın çıktığı ve New York’u ele geçirmek üzere ilerlediklerine dair haberler geldi.

Bütün yayın sırasında her şeyin bir kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu.

Ama… İnsanlar bunun gerçekliği konusunda hemfikir olmuştu bir kere. Polise ve radyoya telefonlar yağdı. New Jerseyliler'in bir kısmı zehirli gazlardan korunmak için yüzlerini ıslak havlularla kapladı; bazı şehir sakinleri de alabildikleri değerli eşyalarını yanlarına alarak evlerinden kaçtı. Şehrin her yerinden gaz saldırısı haberleri geliyordu; hastaneler “şok” tedavisi gören insanlarla doldu taştı. Marslılar’ın işgâline şahit olduğunu söyleyen insanlar polise ihbarda bulunuyorlardı. Kiliseler doldu.

Birçok insan o an dünyanın sonunun geldiğini düşünüyordu.

Bütün bunların sebebi dramatik açıdan epey başarılı bir radyo tiyatrosuydu sadece. Üstelik dediğim gibi, her şeyin kurgu olduğu ısrarla vurgulanıyordu. Ama insanların, hele de Amerikalılar’ın korkmak için gerçek bir sebebe ihtiyacı yok. Tea Party işte tam da bunun temsili ve artık iktidarı paylaşıyor.

vuslat ne zaman?




Bono'ymuş, Bon Jovi'ymiş falan umrumda değil; illa kıçının kılı ağarmış biri gelecekse pek sayın Al Pacino gelsin (Malum, bizim ona gitmemiz çok pahalıya patlıyor.)

Venedik Taciri'ni bu defa almış Broadway'e götürmüş Pacino; yani dünya üzerinde Shylock'u bu muhteremin yorumuyla canlı canlı seyredebilen birtakım şanslı insanlar var.

70'ini henüz devirmiş. Şevkle oynamaya devam ediyor. Oyun sebebiyle verdiği bir röportajdan tadımlık bir bölüm aktaralım da, tam olsun: "Kuliste birisi Prospero'yu da oynayıp oynamayacağımı sordu. 'Hayır,' dedim. 'Sanırım Romeo'yu deneyeceğim; yaşlı adamları siz oynayın."

Bizim vuslat ne zaman belli değil; ama işte o şanslı seyircilerden biri, dayanamamış bir de video klip yapmış, buyurun:

türkiye'den sevgilerle



Ağır haftaydı, geride kaldı; meyvesi bugün gazete-dergi standlarında. Tabii (şimdilik kısmen) internet üzerinde bir de. Mesele şu: İngiliz gizli servisi SIS (daha çok kabul gören adıyla MI6), arşivlerine bir askeri tarihçiyi, İrlandalı Keith Jeffery’i, davet etti ve teşkilâtın ilk kırk yılına (1909-1949) dair belgelerin tümünü incelemesi için önüne serdi; Jeffery de yıllarca çalışarak, neredeyse sonsuz gibi görünen bunca dokümandan bir kitap üretti. MI6’in Gizli Tarihi – Secret History of MI6, bir haber alma örgütünün nasıl kurulduğuna, nasıl çalıştığına ve dünyanın dört bir yanında nasıl operasyon yaptığına dair kapsamlı bir fikir veriyor. Dünyanın her tarafı derken, Türkiye de bundan payını alıyor elbette. Kitabı okuduğunuzda, Türkiye’nin İngiliz istihbaratının en gözde ülkelerinden biri olduğunu anlıyorsunuz. En azından birinci ve ikinci dünya savaşlarında… İlgili belgelerde, Milli Mücadele yıllarına, Mustafa Kemal’in Bolşevikler’le olan ilişkilerine, Nazi istihbarat örgütü Abwehr’in Ankara’daki faaliyetlerine dair epey bir malzeme var. Şüphesiz Soğuk Savaş günlerinde de epey bir macera dönmüştür ama şimdilik bilmiyoruz tabii.



Her neyse, dileyen ayrıntıları dergide okur da, yığınla bilgiyi aldığımız kaynağın yine ve ille de dışarıda olması insanı biraz hayal kırıklığına uğratıyor. Elin istihbarat örgütü, arşivlerini (kısmen de olsa) açıyor, ama buradaki tarihçiler Türkiye Cumhuriyeti’ne dair hiçbir belgeyi cumhuriyetin kendi arşivlerinde arayamıyor. Belge olmayınca herkes laf kalabalığı üretiyor; şöyle olmuştur, böyle olmuştur falan… Sonuçta hepimiz o malum toplum sözleşmesine biat ederek bir devlet çatısı altında yaşıyoruz; devlet de durmuyor tabii, her şeyin kaydını tutuyor. Eh, arada bir o kayıtları bize de gösterse, hiç fena olmaz hani. Hangi sözleşme bu denli tek taraflı ki?

bir ileri bir geri



Habertürk’ün internet sitesi incelik yapmış, yarın sabah (birkaç saat sonra) saatlerin geriye alınacağı hatırlatmasının altına bu uygulamanın sağladığı avantajları anlatan bir de haber hazırlamış. Malum, matbu basında ön sayfanın küçük bir köşesine “aman ha, unutmayın!” kabilinden bir ibare konularak mesele geçiştirilir. Habertürk’ün zahmete üşenmeyen sitesi, geçiştirmemiş; üstelik bu işin her yıl orta ölçekli bir hidroelektrik santrali kadar enerji tasarrufu sağladığını da belirtmiş.

Ee güzel işte! Daha ne olsun? Dahasını haberin altına onlarca yorum (son baktığımda 44’tü) bırakan okurlardan dinleyelim. İmlâ onlarındır:

- bu hükümetle ancak 1 ileri 2 geri...
- sabah kalinca karanlik oluyor elektrik yakiyoruz, aksam hava erken karariyor elektrik yakiyoruz.. nesi tasarruf anlayamiyorum ben. bilen aciklasin ne olur?
- yarın anasayfadan tekrar anımsatırmısınız. teşekkürler.
- sabah 1 saat erken kalktık akşam hava kararmadığı için işten çıkamadık bir daha geri gelme yaz saati.patronlara yaradı sadece.
- türkiyenin kıymetini bilelim başka türkiye yok türkiyede olan su kaynakları 4 mevsim dünyada hiçbir ülkede yok kıymetini bilelim
- bu saçma bir uygulama.çünki,artık dağ taş aydınlatılıyor.tasarruf diye bir şey yok ki.nerde kalmış gün ışığından yararlanmak
- bırakın kalsın ozaman daha ne diye geri alıyorsunuz..
- türkiyede ortalama 8 saat uyunuyorsa eğer,erken yat erken kalk pozisyonumuzu korursak eğer,1 saat güne erken başlarsak,hesine göre değişir tasarruf,ne kadar çok uyku o kadar çok tasarruf tabi :)
- iide aga 4 ne alaka niye 3 değilde 4 niye 1 değilde 4 :)
- saat 4 cunku ülkemizde hayatın durduğu saat ayrıca saat 4 dünyanında durduğu an. biraz bakarsanız saat 4 de tum dunyada hareket cok yavaslar cunku verimli zaman okyanusa denk geliyor.
- insanları depresyona sokup, antidepresanlara verilen paralar n'olacak?
- nasıl bir beyin tasarruf olduğunu hesaplamış anlayamıyoruz. insanları bunalıma sokmaya ne hakkınız var.. tasarruf değil tam tersi bir sürü maddi ve psikolojik zarar..
- çok saçma bir uygulama,ben öyle avantaj falan inanmıyorum,,dünya bunu terk etmeli
- bilmem nekadar elektrik tasarrufu yapıldığını yazmışsınız ve saatları geri alın diyorsunuz.allahaşkına,lillahaşkına neolur nasıl bir enerji tasarrufu yaptığımızı da açıklarmısınız.bilimsel olarak.iş yerine karanlıkta gidiliyor çalışırken lambalar yanıyor.okullar karanlıkta ders yapıyor lambalar yanıyor.insanı enayi yerine koymayın allahaşkına.
- hala ortaçağ düzenine devam
- 08:29 dunyanin nerelerini gezdin de salliyorsun bu su kaynaklari baska yerde yok diye... :) sen hic rusya ya geldin mi? 24 saat suyu acik birak, alt kata su basmadikca su parasi gelmez. su sikintisi nedir bilinmeyen yer gormemissin. ingiltereye git 11 ay yagmur yagar. yani turkiye sinirlarinin disina cikmadan sallamayin, biraz akilli olun yahu...
- eskiden saat 02'de geri alınırdı...böylece barlar,restaurantlar'da 1 saat fazla eğlenilirdi...şimdi akp bu saati 04'e çekerek o bir saat fazla eğlenceyi insanlara çok görüyor...yani 2 de henüz kapanmamış mekanlar 4 te kapanmış olduğundan saatlerin geri alınmasından faydalanamıyor eğlenmekte olan insanlar...zaten akp de eğlence istemiyo değil mi?
- kardeşim çılgın mısınız siz? saatler geri alındığında 1 saat daha geç kalkacağız!! kpss'ciler sakın sınavı 1 saat önce sanmayın,2 saat erken gitmiş olacaksınız yoksa! dikkatli hesap yapın!! düşünün sabah 8de kalkıyorsunuz, ama saatler geri alındığı için uyandığınız saat aslında 7 olacak ve dolayısıyla 8e kadar 1 saat daha fazla uyuyacaksınız. umarım anlaşılmıştır;çünkü 1saat erken kalkacağız gibi yanlış bir mantığı nasıl kurdunuz merak ediyorum.
- arkadaşım saatler 1 saat ileri alınmıyor geri alınıyor yani böylece örnek olarak pazartesi saat 8 de kalkacak bir kişi 1 saat daha fazla uyumuş olacak.hay bin matematik!
- sahi... saat kaç oldu yav...

Birbirleriyle konuşan, bağıran, çağıran, hislenen, üzülen, sinirlenen, makara yapan, gülücük koyan bu arkadaşlar kim? Bu haberin altına bu kadar yorumu nasıl bırakabiliyorlar? Nasıl böyle bir şeye ayıracak vakitleri oluyor ve ben bunları neden okuyorum?

Saatler diyorduk… Bir saat geriye. Ya da neyse, boş verin….

havaalanında

Burası evim de olabilir ama değil. Karşımda oturanlar arkadaşım olabilirdi, değil. Yorgunlar, tazelenmişler, usanmışlar, hevesliler… Oturmuş...