newsweek türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
newsweek türkiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
asker arkadaşım george
İki sene evveldi. Sudan’da işler iyice kızışmışken George Clooney de, adeti olduğu üzere, bölgedeydi. Bir yandan Devlet Başkanı El Beşir’e sövüp sayıyor bir yandan da BM’ye direktifler yağdırıyordu. Şaka yapmıyorum, o günlerde Clooney güçlü bir herifti.
Dergide oturuyorduk; dedik ki Clooney’le konuşalım; hatta daha iyisi bizim için bir makale yazsın. İşi ne!
İhale bana kaldı. Ajansının numarasını buldum. Yazıştık çiziştik bir iki gün; sonra asistanına ulaştım. Nemrutluğu hattın öbür ucundan kulağıma damlayan bir kadındı; geçit vermiyordu. Aramızda cereyan eden diyalogu Erzurumlu Emrah misali aktarmak isterim:
dedim George Clooney dedi Sudan’da,
dedim telefonu dedi yanında,
dedim dönecek mi dedi haftaya
dedim bize yazsın söyledi yok yok
Burada Cem Karaca misali gönülden bir “yok yok yok” patlattığımı hayal edin. Olmadı. “Sonra ulaştım da, konuştuk da” diyebildiğim bir hikâye değil, bir başarısızlık hikâyesi… Benimkiler de böyle, ne yapalım?
Hatırlamamın sebebine gelince… Geçenlerde şu yukarıdaki fotoğrafa rastladım. Clooney Efendi, New York Times’ın dünyanın en kahırlı yerlerini dere tepe dolaşan yazarı Nick Kristof’la Sudan’da… Üstelik pek bir asker arkadaşı havasında... Salaş tepeş, sarmaş dolaş, pek bir ulaşılabilir duruyor. Fotoğrafı görünce “”biraz daha zorlasaydım keşke” dedim.
Ha bu arada, hakkını yemeyelim; Clooney, BM helikopteriyle gelip, iki saat çocukların başını okşadıktan sonra geri dönen iyiniyet elçileri gibi değildi. Sudan’da çok zaman geçirdi. Sıtmaya yakalandı.
this is the end, beautiful friend
Tuhaf bir karışım... Türkiye'de haber dergiciği hem güçlü ve makbul, hem de naif ve kırılgandır. Bir gün işiniz yılın en iyi kapağı seçilir, ertesi gün kapınıza kilit vurulur. Belki ileride ortasını buluruz, ama şimdilik bu maceranın sonu...
Blogda ikinci defa kullandığım bu güzel fotoğraf Çetin Akdeniz'in.
yılın kapağı
2010 giderayak bir güzel hediye daha bıraktı. Yoğun bir çalışma gününden sonra, gözlerimi ovuştara ovuştura bilgisayar ekranına, Twitter'da akan yazılara bakarken, gördüm. Mediacat'in kurduğu jüri, bizim derginin, Newsweek Türkiye'nin Yeni CHP haberiyle çıkan kapağını "yılın kapağı" seçmiş.
Eh birazcık kendime de pay çıkarıyorum sevinerek. Çok uğraşmıştık. Üstelik de Kemal Kılıçdaroğlu'nun başkan seçildiği olağanüstü kurultayın hemen ertesinde, yani biz kurultay sonucunu henüz bilmiyorken yayımlandığı için riskli de bir kapaktı. Riski aldık, doğru olduğunu düşündüğümüz hikâyeyi yazdık. Yanılmadık.
Biz Newsweek Türkiye'de kapakları olabildiğince elbirliğiyle yapmaya çalışırız. Herkesin fikri önemli ve geçerlidir. Bu kapakta da öyle olmuştur muhakkak. Ama tabii kapağın arkasındaki imzayı selamlamak daha önemli. Bilen biliyor, sektörün en iyi kapakları zaten çoğunluk onun elinden çıkmadır, ama isterim ki siz de bilin. Bu kapak bir Serhat Gürpınar tasarımıdır. Tek başına ona da mal edemeyiz tabii. Kapak, diğer bütün güzelim Newsweek Türkiye kapaklarında olduğu gibi, derginin müthiş görsel ekibinin, İlknur Erkoçak, Çetin Akdeniz, Uğur Boztaş ve Selahattin Koç'un emeğiyle hazırlanmıştır.
Kapak üretme sürecinde dergide olmayı seviyordum. Şimdi o (epey stresli) anları çok özlüyorum. Dergideki herkese selam olsun; mutlu yıllar dostlarım...
Not: Uzun süredir dergi kapakları hakkında bir şeyler yazmayı düşünüyordum zaten, bu vesile olsun. Mediacat'in seçkisinin tamamını gördükten sonra belki bir şeyler daha karalarım.
güzel bir kaza
Jean Paul Sartre'ın Akıl Çağı'ndaki esaslı kahramanı Matthieu, değerli bir vazoyu bile isteye kırdıktan sonra yaşadığı özgürlük hissini anlatır. Eh, kimisi için özgürlük olan, başkası için talihsizlik anlamına da geliyor. Aşağıdaki haberi okuyunca, ne kastettiğimi anlayacaksınız. Newsweek Türkiye'nin iki hafta evvelki, 113. sayısından.
***
Müze gezen bir ziyaretçinin başına gelebilecek en kötü şey nedir? Geçen haftanın başında Hollanda’nın Rotterdam kentindeki Boijmans van Beuningen müzesinde bulunanlara sorarsanız bir cevap alabilirsiniz. Boijmans, Kasım ayının ortasından beri, Ikea için yaptığı çalışmalarla da tanınan Hollandalı tasarımcı Hella Jongerius’un sanat hayatından seçme işleri sergiliyordu. Ama ellerindeki eserlerin sayısı, talihsiz bir kaza sonucu bir anda azaldı. Kimliği açıklanmayan bir kadın ziyaretçi, Jongerius’un eserleri arasında dolaşırken rahatsızlandı ve sergi salonunun ortasındaki vazoların üzerine düştü. “Renkli Vazolar” başlığı altında yerleştirilmiş olan 300 vazonun yirmisi tuzla buz oldu; birçok başka vazo da ciddi zarar gördü Bu kazanın maliyetinin 100 bin euro civarında olduğu tahmin ediliyor. Müze, rahatsızlanan kadının sağlık durumunun iyi olduğunu açıkladı. Peki ya sanatçının hali? Eserlerinin kaza sonrasındaki görüntüsünü, Twitter hesabından “güzel bir kaza yaşandı” diye takipçileriyle paylaştığına göre, çok da keyfinin kaçtığı söylenemez.
Not: Jongerius, aramalarıma ancak haber yayımlandıktan sonra, asistanı aracılığıyla cevap verdi ve konunun üzerinde konuşmaya kendini hazır hissetmediğini söyledi.
hükümetsizlikte dünya rekoru
Belçika ve Hollanda gibi Batı Avrupa ülkeleri için seçim düzenlemek mühim değil. Esas çılgınlık sonra başlıyor. Hiçbir partinin çoğunluğu sağlayamaması artık gelenek halini aldığı için, koalisyon görüşmeleri aylarca sürüyor. Bu haberi yapmadan önce, bu konuda bir dünya rekoru olabileceği aklıma gelmezdi; meğer varmış. Ama rekorun yeni sahibi artık Avrupa ülkeleri değil, sınır komşumuz, derbeder Irak. Fotoğraflar, Irak Başbakanı Nuri El Maliki'nin güç bela oluşturduğu kabinesinin yemin töreninden; aşağıdaki metinse Newsweek Türkiye'nin 27 Aralık'ta yayımlanan iki haftalık özel sayısında yer aldı. Gerçekten iyi, özel röportajların yer aldığı bu sayıyı alıp saklayın derim.
***
Belçika’da 13 Haziran’da yapılan seçimlerin sonuçları açıklandığında, doğal olarak, kaybeden parti seçmenlerinin yüzü asıldı. Ama seçimden en yüksek oy oranıyla çıkan Yeni Flaman Birliği destekçilerinin de sevinçli olduğu pek söylenemezdi. Parti, lideri Bart de Wever’in ayrılıkçı mesajlarıyla ciddi oy toplamıştı ama sağladığı oy oranı, ülkede artık bir gelenek halini aldığı üzere tek başına iktidar olmasına yetmiyordu. Belçika’nın, kurucu unsurları olan Flaman ve Valon toplumları üzerinden ikiye ayrılması gerektiğini savunan de Wever koalisyon pazarlıklarına hemen başladı. Ama bugüne kadar henüz bir sonuç almış değil. Nitekim geçen hafta sarf ettiği “Belçika artık işlemiyor” sözleri yaşadığı hayal kırıklığının boyutlarını gösteriyor. Kolay değil, elinizde tuttuğunuz sayının piyasaya çıktığı gün itibariyle, Belçika 197 gündür hükümetsiz. Bu yazı geçen yıl yazılsaydı Belçika’nın hükümetsiz devlet konusunda rekora koştuğunu ve Hollanda’nın 1977’deki koalisyon pazarlıkları sırasındaki 208 günlük yönetim boşluğunu yakalamak üzere olduğunu söyleyebilirdik ama şimdilik bu rekora üç ay uzaklıkta. Çünkü Irak Parlamentosu, 7 Mart seçimlerinden sonra, Nuri el-Maliki’nin ancak geçen hafta kurmayı becerdiği hükümeti onaylayarak tam 289 gün süren bir tıkanıklığa son verdi ve bu konudaki rekoru şimdilik elinde tutmaya başladı. Bugüne kadar bu alandaki tek araştırmaya imza atan İsveçli sosyal bilimciler Kaare Strøm, Wolfgang C. Müller ve Torbjörn Bergman’ın verilerine göre Batı Avrupalılar, aslında ülkeyi hükümetsiz yönetme konusunda epey tecrübeli. Irak ve Belçika’nın taze skorlarını dışarıda bırakıp, bir hükümetsiz ülkeler “top 10” listesi kuracak olursak, bu listeye Hollanda’nın 4, Belçika’nın 2, Avusturya’nın 2, İzlanda ve İtalya’nınsa birer defa girdiğini görüyoruz (10. sırada Hollanda’nın 1956’da sonuçlanan 122 günlük koalisyon pazarlığı var.) Peki bu ülkelerde yönetimsizlik sıkıntısı ne boyutta? Belçika’nın Avrupa Birliği dönem başkanlığını son altı ay boyunca hiçbir problem yaşamadan yürüttüğünü hatırlayın. Sizce bir sıkıntı var mı?
Rekor sıralaması (Irak ve Belçika 2010 seçimleri hariç)
Hollanda (1977) 208 gün
Belçika (2007) 194 gün
Hollanda (1973) 163 gün
İzlanda (1963) 159 gün
Belçika (1988) 148 gün
Avusturya (1963) 129 gün
İtalya (1979) 126 gün
Hollanda (2003) 125 gün
Avusturya (2000) 124 gün
Hollanda (1956) 122 gün
her ayın elemanı
Newsweek Türkiye, bu hafta “2010'un en iyileri” kapağı yaptı. Bu senenin en iyileri, benim o dergiyi yapan arkadaşlarım. Geçen sene de öyleydi, gelecek sene de öyle olacak. Başkalarının üzüntüsünden mutluluk çıkartan birileri de bildiklerini yapmaya devam edecekler… Geçen sene de varlardı, gelecek sene de olacaklar; canınızı sıktıklarında aynı hazzı duyacaklar. Anlamak zor değil. Biz enseyi karartmayalım.
sana son bir şans chomsky efendi!
Kimse kendinden başkasını beğenmiyor. Eh, bunu bazı insanlardan zaten bekliyorsunuz. Mesela, eski futbolcu Sergen Yalçın, Habertürk’ten Elif Key’e bu hafta sonu verdiği röportajda, kendisinden sonra -hele de Beşiktaş’a- gelenleri asla beğenmediğini, bir daha, yetmedi bir daha söylüyordu: “Guti’yi yıldız oyuncu diye getirdiler. Hiç beğenmiyorum. 35 yaşındaki adamı yıldız oyuncu diye lanse edersen, işler yürümez. Hiçbir zaman Kenan İmirzalıoğlu, Erkan Petekkaya olmadı, hep yan roldeydi. Real Madrid’de de, Zidane’ın, Ronaldo’nun yanında sırıtmadı. Guti’ye tek başına sorumluluk ver, kesin mantarlar! Onun verdiği pasları gözlerimi bağlasan atarım.”
Ama aynı tavrı bazı başka insanlardan da beklemiyorsunuz. Hemen Newsweek Türkiye’nin bir önceki sayısındaki, Noam Chomsky röportajına bağlanıyoruz. Röportajı yapan Nevra Yaraç soruyor: “1971’de Amerikalı muhalif tarihçi Howard Zinn ile birlikte Ellsberg ve Russo’nun Pentagon belgelerini sızdırmasına yardımcı oldunuz. Hedef ve sonuçlar açısından bakınca kendinizle Julian Assange arasında paralellikler görüyor musunuz? Chomsky de cevaplıyor: “Çok fazla değil. Pentagon Belgeleri, devlet politikasının nasıl oluşturulduğunu ve uygulandığını anlamaya dair paha biçilemez bir katkı da sunan, 25 yıllık üst düzey planlamayı içeren, detaylı ve yoğun hükümet içi belgelerdi. Wikileaks ise, ilginç olmakla beraber genellikle güvenilirliği sınırlı olan yüzeysel raporlardan oluşan diplomatik yazışmaları içeriyor.
Bir başka soruya cevaben şunu da iddia ediyor Chomsky: “Wikileaks’in çok fazla etkisi olacağından o kadar emin değilim. Bundan önce de ülkelerin dış politikalarını etkilemesi gereken daha çarpıcı ifşaatlar olmuştu ama sonuçta çok büyük bir etki yarattıkları söylenemez.”
Yani nedir? En büyük etkiyi Chomsky'nin kendisinin de katkı verdiği Pentagon Papers yarattı. Julian Assange’in yaptığını çoluk çocuk da yapar. Zaten Chomsky’nin gözlerini bağlasan daha güzel belgeler yayımlar.
Manufacturing Consent isimli belgeselini henüz edindim. Sana son bir şans veriyorum Chomsky efendi. O belgesel iyi çıktı mı tamam, yoksa yollarımız burada ayrılıyor. Wikileaks yüzünden değil, bu burnu büyük tavrın yüzünden!
aman erdoğan kızmasın
Aşağıdaki yazı, Newsweek Türkiye'nin 20 Aralık 2010 tarihli sayısında yayımlandı.
Bu haberi hazırlarken şunu öğrendim: ABD'deki Türk uzmanlar, Türkiye hakkında konuşmaya eskisi kadar hevesli değil. Amerikan uzmanlar içinse dünya yıkılsa durum değişmez, aynı şevkle işlerine devam ederler. Buyurun habere:
Wikileaks ABD Dışişleri'nin yazışmalarını yayımlamaya, Amerikan diplomatları da bu yayın yüzünden bozulan ilişkileri tamir etmek için çabalamaya devam ediyor. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ilk günden beri bilfiil işin içinde; Türkiye'deki muadili Ahmet Davutoğlu dahil görüşebildiği herkesle görüştü. Ama Başkan Barack Obama, diplomatların çabalarına destek olmak için sadece bir defa devreye girdi ve geçen hafta, telefonuna davranıp iki ayrı ülkenin liderini, Meksika Başkanı Felipe Calderon'u ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ı aradı.
Görüşmelerin akabinde, Beyaz Saray yetkilileri bunların özür telefonu olmadığını, tarafların konu hakkındaki hassasiyetlerini paylaştıklarını bildirdi. Peki Obama, neden Merkel, Sarkozy, Putin, Cameron veya Berlusconi gibi, Amerikalı diplomatların haklarında epey ağır notlar yazdıkları liderlerle değil de sadece bu iki isimle hassasiyetini paylaştı? Calderon için aslında basit bir açıklama var. Obama, onu, Meksika'nın Cancun şehrinde düzenlediği İklim Zirvesi'nde ortaya koyduğu başarılı organizasyon için aramıştı; sonra konu Wikileaks'e de geldi. Ama Erdoğan'ı aramak için böyle bir bahane görünmüyor.
Washington'daki düşünce kuruluşlarında çalışan Amerikan diplomasisi ve Türkiye uzmanlarına göre, ortada çok güçlü bir sebep var: Obama yönetimi hiçbir şekilde Türkiye'yi ve Erdoğan'ı kaybetmek istemiyor ve iki ülkenin ilişkisini zora sokması muhtemel bu durumu bu yüzden bizzat onarmak istiyor. Carnegie Endowment for International Peace'den Henri Barkey'e göre, Türkiye'ye önem veren Başkan ilk elden hasar kontrolü yaptı: "Obama beri yandan Erdoğan'ın söylemsel veya yasal yollara başvurarak işi uzatmasının ve zararın bu şekilde büyümesinin sembolik de olsa önünü almak istemiş olabilir."
Center for a New American Security'den Daniel Kliman da, yazışmaların, iki ülke ilişkileri açısından çok kırılgan bir zamanda, yani Mavi Marmara meselesi ve İran'a BM yaptırımına karşı Türkiye'nin ret oyu ABD'de hâlâ gündemdeyken yayımlanmasının Obama'yı harekete geçirdiğini düşünüyor: "Başkan, yeni bir karşılıklı suçlama serisi başlamasın ve ABD için hâlâ hayati önemdeki bu ilişkinin gördüğü hasar azalsın diye bizzat telefon etti."
Council on Foreign Relations'dan Steven A. Cook ise Obama'nın telefonunun arkasında Erdoğan'ın öfkesi olduğunu düşünüyor: "Aradı, çünkü Erdoğan çok sinirlenmişti. Diplomatlar onun hakkında ne düşünürse düşünsün, Obama yönetiminin Erdoğan'la çalışmaya halen ihtiyacı var."
aşkımız her zamanki gibi tehlikede
Yaşımız geçti artık, benden sonra da gidenler var. Berkan'ı (Özyer) askere gönderiyoruz. Tam şu an Newsweek Türkiye ekibi uğurlama adına cümleten İstanbul'da partiliyor, ben de gurbette bu post'u giriyorum. Sebepsiz değil, taze askerin bu fotopost'lara pek kanı kaynıyor, eh, giderayak arkasından şöyle bir tas su dökmüş olayım. Ben Amsterdam'a gelirken de o dökmüştü, unutmadım bak!
Sosyal sorumluluğunun farkında bir blog yazarı olarak şu duygusal girişi hemen gündemle birleştiriyorum. Malum, Wikileaks belgeleri, bir sürü başka ifşaatın yanı sıra, Rusya Başbakanı Vladimir Putin ile İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi arasında akçeli bir ilişki olduğunu söylüyor. Her şeye inanırım, işte buna inanmam! Bu ikilinin ilişkisi bambaşka, paraya pula bakmaz. Bakın, fotoğraflar da böyle söylüyor. Maşallah beraberce her kılığa girmişler, her zevki tatmışlar, şimdi bunun parayla ne ilgisi var!
En tatlısını sona sakladım Berkan, yavaş yavaş git, sana aynen o fotoğrafta olduğu gibi uzaktan selam ederim, hayırlı teskereler!
wikileaks devler liginde
Aşağıda uzunca bir yazı var. Ağustos ayının ilk haftasında Newsweek Türkiye'de yayımlandı. Wikileaks, epey ses getiren savaş kayıtlarını (warlogs) ortaya döktükten sonra yazmıştım. Bugün tekrar bakmak faydalı olabilir. Yazıda bir Julian Assange ve Wikileaks portresi mevcut ama onun ötesinde bundan sonra biz gazetecilerin nasıl çalışması gerektiği de tartışılıyor. Sonuçta bir siteden alıp alıp manşet döşemek yetmiyor. Peki ne yapacağız? Sabırlıysanız buyurun:
"
Wikileaks devler liginde
Eski hacker Assange bir hareketi tetikledi; medya artık değişmek zorunda.
Onu bir sonraki Harry Potter filminde görecek olsanız şaşırmazdınız. "Karanlık Sanatlara Karşı Savunma" dersi için Hogwarts'a gelen yeni büyücü öğretmen rolünü rahatlıkla oynayabilirdi. Hatta Harry Potter dünyası için pek uygun görünen gizemli adını bile değiştirmezdi. (Soyadı İngilizce'de "saldırmak-assault" ile "tertip etmek-arrange" fiilleri arasında bir yerde tınlıyor.) Üstelik eserin orijinaline uygun bir şekilde, onun karanlık sanatlara karşı mı, onların yanında mı olduğunu da ilk bakışta anlayamazdınız. Devletlerin ve özel şirketlerin sırlarını ifşa eden internet sitesi Wikileaks'in kurucusu ve görünürdeki tek temsilcisi Avustralya vatandaşı Julian Assange işte böyle tuhaf bir adam. Rengi ışığa göre sarıyla gri arasında değişip duran dümdüz saçları, yüzüne dökülerek ona hem yumuşak hem de tekinsiz bir hava katıyor. Yavaş bir tempoda, tane tane ama yine de düzensiz bir şekilde konuşuyor. Sanki sofradan kalkar kalkmaz topluluk önünde bir konuşma yapmaya zorlanmışçasına, sözcükler ağzından hem keyifsizce hem de hazım güçlüğü çekiyormuş gibi dökülüyor. Ama kendinden ve söylediklerinden emin olduğu da aşikâr. Söyledikleri bir kenara, Assange'ın son bir, iki yıldır yayımladığı belgeler dünyanın her tarafında ses getirdi. Wikileaks, ulaştığı -ya da ona ulaşan- kaynaklar, müthiş hızı, her yerde olabilme ve her şeyi birden yayımlayabilme kapasitesiyle, skandalları deşifre eden yeni nesil bir yayın mecrası olma yolunda idmanını tamamladı. Tartışma büyüyor. Bu internet sitesi kimilerine göre kamuyu bilgilendirmenin yeni ve dolaysız yolu, kimilerine göre de sadece bilgi kirliliği yaratan anarşist bir yapı. Her ne olursa olsun soru ortada: Bu tuhaf adam ve yöntemleri gazeteciliğin geleceğini bugünden değiştiriyor mu?
İki hafta önce sorulsaydı, bu soruya "evet" demek kolay olmayacaktı. Ama şu an Ağustos 2010'un başındayız ve bu meslekte en kıdemlilerimiz dahil, hepimiz birkaç gün önce, hayatımızda ilk defa dünyanın büyük yayın organlarının, devletlerin ve orduların gizli saklı işlerine karşı güç birliği yaptığını gördük. Her şey Temmuz'un son haftasında yaşandı. ABD'den New York Times ve İngiltere'den The Guardian gazeteleriyle Almanya'dan Der Spiegel dergisi medya dünyasındaki tüm saygınlık ve güçlerini kullanarak Wikileaks'in onlara sağladığı 92 bin küsur gizli belgeden haberler üretti. 25 Temmuz Pazar günü üç yayın organı da, ayrı ayrı yazdıkları aynı haberle çıktılar. Haberde NATO birliklerinin Afganistan'da yürüttüğü savaşa dair, benzeri görülmemiş detaylı askeri kayıtlar yer alıyordu. Belgeler Assange'ın her zamanki gibi kimliğini açıklamadığı bir askeri yetkili -belki de onlarcası- tarafından Wikileaks'e sızdırılmış, Assange da onları kendisi yayımlamadan evvel bu üç medya devine teklif etmişti. Üçü de teklifi kabul etti; bazen beraberce, bazen sadece kendi ekipleriyle yaklaşık bir ay belgeleri gözden ve elekten geçirdiler, haberi nasıl yazacaklarını tasarladılar ve sonunda kendi meşreplerince yayımladılar. Aynı gün Wikileaks de bütün belgeleri internete koydu.
Bu yayın, kendini güvende hissettiği dört şehir arasında mekik dokuyan, çeşitli devletlerin gizli servisleriyle bazı özel şirketlerin dedektifleri tarafından sürekli takip edildiğini söyleyen eski hacker Assange'ın Wikileaks vasıtasıyla kotardığı ifşaat kariyerindeki zirve noktasıydı. Wikileaks'in daha önce de iyi zamanları olmuştu. 6 gönüllünün tam zamanlı, 1000 civarında şifreleme uzmanının ise yarı zamanlı çalıştığı, ana sunucusu İsveç'te bulunan sitenin bir önceki parlak işi, Bağdat'taki iki Reuters muhabirinin bir Amerikan helikopterinden hedef gözetilerek açılan ateşle öldürüldüğünü belgelemesiydi. Tanzanya'da, Kenya'da hükümetlerin yolsuzluklarını, Guantanamo Körfezi'nde ABD hükümetinin savaş esirlerine yaptığı suiistimalleri ve daha bunlar gibi onlarca olayın belgesini ortaya çıkardılar. Assange, "hükümetler içindeki iyi insanların" onları sürekli beslediğini ve o insanlar var oldukça sitenin de yaşamaya devam edeceğini söylüyor.
Ama şimdiye kadar sızan hiçbir belge bu denli büyük bir kıyamet koparmamıştı. Geçen haftaki yayından hemen sonra hem ilgili devletleri ve o devletlerin ordularını, hem de bütün gazetecilik alemini içine alan bir tartışma başladı. Assange, yayımladığı belgelerin 1970'lerde Vietnam Savaşı'nı deşifre eden Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri) kadar önemli olduğunu söylüyordu. Hatta daha da ileri giderek, Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla birlikte Doğu Alman gizli servisi Stasi'nin arşivlerinin açılmasına denk bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu da ileri sürdü. Bunlar tutarlı iddialar mı? Eski bir askeri görevli olan Daniel Ellsberg'in sızdırdığı Pentagon dokümanları; Kennedy yönetiminin Güney Vietnam lideri Ngo Dinh Diem'in devrilmesi, ardından gelen Nixon yönetiminin de Kamboçya ve Laos'un bombalanması işinde parmağı olduğunu ifşa ediyordu ve basına yansımaları büyük bir şok dalgası yaratmıştı. Totaliter Doğu Alman devletinin bekçisi ve suikastçisi Stasi'nin arşivleri ise Doğu Alman ulusunun sporcusundan yazarına, devlet başkanından sade vatandaşına, neredeyse fert fert, akla hayale sığmayacak trajediler yaşadığını ortaya koymuştu. Wikileaks belgeleri nasıl anlatılabilir peki? Bunlar Afganistan'da, sahadaki birliklerin tuttuğu savaş kayıtlarından ibaret. Tek tek bir şey açıklamaktan uzaklar. Ama biraraya getirildiklerinde özellikle üç önemli başlık altında toplanabiliyorlar: Afgan savaşındaki sivil ölümleri kamuya yansıyanlardan çok daha fazla, Pakistan gizli servisi (ISI) Taliban'la doğrudan ilişki içinde -Pakistan bunu anında yalanladı- ve ABD ordusu Taliban ve El Kaide liderlerini avlayacak gizli suikast timleri kurdu.
Habere imza atan üç yayın kuruluşunun dışındakiler ve askeri uzmanlar genel olarak "bu belgelerde yeni bir şey yok" yorumunda bulundu. Muhtemelen geride kalmış olmanın da verdiği bir kırgınlıkla, belgelerin değerini düşüren, öne sürdüğü iddiaları önemsizleştiren haberler yaptılar. Örneğin Washington Post'tan Richard Cohen, "ne idüğü belirsiz Wikileaks'in sağladığı muazzam veri çöplüğünün verdiği haber, ortada haber falan olmadığıdır," diyordu. Belgelere ilişkin haberi yayımlayanlardan New York Times bile bu konudaki eleştirilere yer veriyordu.
Kısacası, birçok gazeteci ve askeri uzman, Wikileaks belgelerinin ABD'yi sallayan Pentagon dokümanlarının yanından bile geçemediğini, hatta savaş alanındaki birçok görevliyi hedef haline getirdiğini dillendirdi. Bu dokümanlar eski ve önemsiz mi gerçekten? Savaşta ne olup bittiği hakkında kimseye bir fikir vermiyorlar mı? Gazetecilik açısından esas mesele bu soruların ötesinde ama ona gelmeden evvel, dünya çapındaki bu ifşaatın habercilik açısından iyi iş olduğunu, sıradan halkın öyle uzmanlar gibi Afgan savaşına dair her şeyi bilmediğini, dolayısıyla bilgilendirildiklerinde halen şaşırıp, kızıp, sorgulamaya geçebildiğini savunanlara bakalım. Columbia Journalism Review'a yazan Avustralyalı gazeteci Joel Meares, "son zamanlarda savaşa dair doğru dürüst hiçbir şey yazılıp çizilmediğini; öte yandan ortalama okurun her şeyden haberdar olduğunu düşünüp haber yapmamanın da gazeteciliğin içsel mantığına aykırı" olduğunu söylüyordu. "Belgelerin sağladığı ekstra bilginin işe yaramayacağını düşünmekse zaten gazetecilik fikrinin kendisine aykırıdır."
İyi veya kötü, elimizde artık 90 bini aşkın doküman var. (Assange daha büyük etki yaratacağını söylediği 15 bin dokümanı yedekte bekletiyor.) Bugün hepsini okuyamasak da, gelecekte bunları tek tek incelemeye devam edebileceğiz. Haberin değerini sorgulayan tüm köşe yazarı ve uzmanlar da onlardan yararlanacak. Peki Wikileaks hep yaptığı gibi belgeleri internete yükleyip kulaktan kulağa yayılmalarını beklese başarılı olur muydu? Üç büyük yayın organının haberin sorumluluğunu paylaşması işte bu noktada önem kazanıyor. Bir ölçüde de gazeteciliğin alabileceği yeni şekle ışık tutuyor.
Geçen Haziran ayında Wikileaks belgelerini diğer gazetelerle paylaşma fikrini Assange'ın aklına sokan Guardian'dan Nick Davies, gazeteler devreye girmeseydi, bu belgelerin patlamayacağını söylüyor. "Assange'ın internete ham materyal koyma konusunda sıkıntıları olduğunu biliyorum, ne zaman yeni bir şey yayımlasa, yayın organları 'bunlar üzerinde çalışmayalım, nasıl olsa yapan birileri vardır, haber elimizde patlayabilir' diyerek belgelere eğilmekten kaçıyorlardı. Bizim dahlimiz belgelerin gerçekten okunması olasılığını yükseltti."
New York Times, Guardian ve Spiegel'in varlığı sadece okunurluğu yükseltmekle kalmadı; belgelerin güvenilirliğini de garanti altına aldı. Guardian'ın Londra'daki binasında "sığınak" adını verdikleri bir odaya kapanan onlarca gazeteci ve uzman, alışılmadık güvenlik tedbirleri eşliğinde, bu belgelerin özgün ve tutarlı olup olmadığını anlayabilmek için detaylı çalışmalar yaptı; sahadaki gazetecilerden, ordu mensuplarından ve devletin diğer kayıtlarından yararlanılarak karşılaştırmalar yapıldı. Aynı işlem bir ay boyunca New York'ta ve Berlin'de de sürdü. (New York Times, daha sonra Assange'ın onları korkaklıkla suçlamasına neden olan bir hamle daha yaptı ve belgeleri yayımlamadan önce ABD hükümetinden yetkililere gösterdi; Avrupalıların başvurmadığı bu tutum Times'ın objektifliğini sorgulatsa da, hükümet kanadından itiraz gelmemesi belgelerin gerçek olduğunu da açığa çıkardı.)
Biz bu tip bir duruma alışık değiliz. Son yıllarda genelde Taraf gazetesi aracılığıyla yayımlanan belgeler, Türkiye'de başka türlü bir gündem yaratıyor, Wikileaks belgelerinde hiç gündeme gelmeyen sorular ortaya dökülüyor:
Neden bu gazete, neden şimdi, bu belgeler gerçek mi? Afgan kayıtları vakasında bu üç sorunun kıyısından bile geçilmedi. Herkes belgeleri olduğu gibi kabul edip sadece "değer" ve "etik" üzerinden kalem oynattı. Fark demokrasi kültürünün daha yaygın olmasında değil, daha doyurucu bir gazetecilik yapılmasındaydı. Örneğin, Taraf'ın darbe girişimleri ve Ergenekon yapılanmasına dair iddiaların yer aldığı cesur yayınlarının arkasında araştırmacı gazetecilik eksiği hissediliyordu.
Ama Wikileaks meselesinde sadece güvenilirlikle yetinilmedi, doyuruculuk da esas alındı. Haberi yayımlayan üç gazete arasındaki fark da işte bu noktada gündeme geldi. Guardian'daki gazeteciler, belgeler üzerinde çalışabildikleri bir ay boyunca kendi sıkıntılarını okurlarının yaşamaması için seferber oldu. Temel gaye ille de yeni ve flaş bir haber sunmak değildi; okurlara bu dev malzemeyi nasıl yorumlayıp 92 bin belge içinde yollarını kaybolmadan nasıl bulacaklarını da öğretmek gerekiyordu. İşte bu yüzden ölümlerin, saldırıların, anahtar olayların gün gün verildiği, renk kodlarıyla olayların kahramanlarını ve kurbanlarını birbirinden ayıran muazzam bir interaktif harita hazırlandı. Guardian'ın araştırma editörü David Leigh de, gazetenin habere ilişkin online marifetlerini gösteren bir eğitim videosu üretti. Evladiyelik bir çalışmaydı.
New York Times da zamansal, tarihi ve coğrafi çerçeveleri oturtmak konusunda iyi iş yaptı. Gazete, internet sitesinde, her bilgiyi haritayla desteklerken "Times'a sorun" başlığı altında editör ve muhabirlerini de okurlarla yüzleştirdi. (Bu arada Der Spiegel'in genellikle işin Almanya boyutuyla ilgilendiğini not edelim.)
Çıkarmamız gereken dersler var. Binlerce sayfalık Ergenekon iddianameleri yayımlandığında, bu dergi de dahil hiçbir yayın organı bu tip teknikler kullanmadı. Haritalar, soy ağaçları, grafikler, zaman çizelgeleri hazırlanmadı. Okurun bu belgeleri kendi kendine okuyup bitireceğini mi düşünüyorduk? Sonuçta okurlar da, gazeteciler de belgeleri hakkınca okumadı. Gazetecilerin okumadığını konu hakkında çıkan kitapların bir elin parmaklarını geçmemesinden, yeni haberlerin ortaya dökülmemesinden anlayabiliyoruz.
Ama artık bu devir bitti. Gazetecilik sadece belgeyi yayımlama devri değil. (Bu Wikileaks örneğinde gördüğünüz gibi artık çok kolay, ya biri ya diğeri belgeyi sızdırıyor, birileri yayımlıyor, herkes de aynı anda, aynı rahatlıkla okuyabiliyor.) İş, belgeyi işlemekte, okunabilir kılıp geleceğe devretmekte. Washington Post'un geçen ay kotardığı "Top Secret America" dosyasına bakmanızı öneririm. Gazete, Amerikan'ın çok gizli güvenlik endüstrisinde hangi firmaların, devletin hangi kurumlarının, ne ölçüde, hangi coğrafyada, hangi sıklıkla yer aldığını, diagram ve interaktif haritalar üzerinde karşılaştırmalı bir şekilde anlatıyor; bütün bunları videolar ve analizlerle destekliyor ve bu karmaşık dünyadaki her şeyin anlaşılmaya en azından biraz daha yakın olmasını sağlıyor. Üstelik internetteki gazete ile matbu ürün arasında nasıl bir farklılaşmaya gidilebileceği konusunda bir fikir veriyor. Yeterince basit değil mi? Kağıt üzerinde yapamadığınızı ekran üzerinde yapın. Şimdi anlatmanın yeni yolları da var. "
dünyayı ateşe vermek istemiyorum
Logorama from Human Music & Sound Design on Vimeo.
Başlığı “Yalan Dünya” diye de atabilirdim ama Ink Spots’a sevgimden bu “ateşli” başlığı seçtim.
Her iki durumda da fark etmez; kısa animasyon dalında 2010 Oscar’ını kapan Logorama’yla, Newsweek Türkiye’nin bu haftaki kapak haberinin bir ilgisi var. Özet geçeyim: Ayçin Noyan ile Mustafa Alkan’ın haberi, beklenen İstanbul depreminden önce bir şansımız daha olduğunu anlatıyor. Yıkıp yeniden yapmanın gereğini herkes söylüyordu; ama Newsweek Türkiye bu işin nasıl yapılacağını da anlatıyor. Zaten, başka çare de yok.
Umarım haberi okursunuz ve yukarıdaki kısa filmi seyredersiniz. Gündelik telaşlar gerçeği örtmeye yetmiyor; yalan dünyanın sonu bir depreme bakıyor.
Fazla mesaj kaygılı bulduysanız; filmden gayrı Ink Spots meselesine de odaklanabilirsiniz; ödülünüz için filmin sonunu bekleyin:
“I don’t want to set the world in fire
I just want to start a flame in your heart.”
Logorama’yı François Alaux, Herve de Crecy ve Ludovic Houplain, kısaca H5 çekti.
nasıl görünmez olunur?
Önemli ayrıntılar gündemin hayhuyu içinde kaybolup gidiyor. Semin’in (Gümüşel) Newsweek Türkiye’nin son sayısındaki röportajının başına da aynısı gelsin istemem. Çünkü mesele, üzerinde bütün ülkenin hararetle tartışması gereken “gerçek” bir mesele.
Semin, Bilkent Üniversitesi’nden Dilek Cindoğlu’yla konuşmuş. 20 yıldır toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine çalışan Cindoğlu, TESEV için yazdığı “Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar: 2010 Türkiyesi'nde Ayrımcılık Meselesine Yeniden Bakmak” raporunda, İstanbul, Ankara ve Konya’da görüşmeler yaparak ciddi bulgulara ulaşmış. Bunlar elbette röportaja da yansıyor ve iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılığın hiç tahmin edilmeyen noktalarda da yaygın olduğunu gösteriyor. Dilerseniz, röportajın tamamını dergiden okursunuz (ki mutlaka okuyun, derim), ben Cindoğlu’nun sözlerinin bir bölümünü yine de buraya alayım:
“Araştırma dini hassasiyetleri olan özel şirketlerde dahi başörtüsü yasağının dolaylı etkisinin olduğunu; bu yasağın, iş hayatının tamamına farklı derecelerde de olsa yayıldığını gösterdi. Bu, kadınların iş piyasalarında var olmasını doğrudan etkiliyor. Peruğunu takan, üniversiteye giriyor. Ama peruğunu takan her iş yerine giremiyor veya yükselemiyor. Bu, artık İslamcıların değil, kadınların meselesi. Kadınların iş hayatında az olduğu bir dünyada yaşamak, başörtüsüz kadınlar için de zor.
“Başörtülü kadınlardan geri planda kalmaları, hatta görüşmecilerin defalarca tekrar ettiği gibi ‘görünmez’ olmaları beklenebiliyor. Bence araştırmanın en vurucu sonucu şu, insanlar bağnaz, tutucu veya tümü laik olduğu için değil, şirketler rantabl iş yapabilmek için başörtülü insan çalıştırmak istemiyor. Bu yasak hukukla başlıyor, iktisatla pekişiyor.”
Hep İslamcı bir sosla sunuluyor; ama bence mesele başından beri, öncelikle kadınların meselesi. Başörtülü kadınlar, üniversite kapısında da iş hayatında da, aynı görüşü savundukları erkeklerin arkasında kalıyorlar. Üniversitede hadi kanunlar izin vermiyor diyelim; peki çalıştıkları yerlerde onlardan yine de “görünmez” olmalarını isteyen ‘İslamcı’ erkeklere ne demeli? Riyakâr kelimesinin sözlükte güzel bir karşılığı var.
Resim Magritte'in
tek tek değil hep birlikte...
Neredeyse Newsweek Türkiye kurulduğundan beri, yani iki seneye yakın onları izliyoruz. Önce zemini kazdılar, yerin yedi kat dibinden koca bir binayı yukarı kaldırdılar, gece gündüz, yağmurda çamurda hiç durmadan çalıştılar; artık bulunduğumuz üçüncü katın çok üstündeler... Görebilmek için kafamızı kaldırıyoruz. Sonra kendi işimize, klavye başına dönüyoruz. Hepimizin 1 Mayıs'ı kutlu olsun.
(Fotoğraflar Çetin Akdeniz'den)
...ertesi gün bahardı
her yerde kirazlar vardı
hayri uyup kendi vaktinin ölçeğine
geçti arsanın karşısına yine
arsa oyulmuştu – ya da kazılmıştı-
kazılan yerlere uzun demirler atılmıştı
bir kişi kaldıramayınca bir demiri
onun yardımına koşuyordu öbürü
yeniyorlardı demiri
demir ve toprak yenildikçe
pazularının sertliğini duyuyordu hayri
geçmişte yaşadığı bir gün gibi fark ediyordu ama
pazular tek tek değil
hep birlikte ve hepsi
çileğin çilleri
bileycinin kıvılcımları
kuşların kış sıcaklığı gibi…
Yapı, Turgut Uyar
long live kozmik
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
zamanım yok
O kadar hızlı geçiyorlar ki kaldırımlardan. Omuzları düşük, başları öne eğik, rüzgârlı virgüller. İki nokta arasının doyumsuz seyyahları. Ak...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
Biz Bağışladığın özgürlüğe yeğdir biçtiğin zından sonsuz güzelleşecek dünya biz kurduğumuz zaman senin verdiğin umudu ...
-
"(...) Yani bir eskrim sporu niye var diye soruyorduk Konservatuvar’a girdiğimizde. Niye eskrim diye ders var? Rahmetli Sait Tayla çok...
-
Melvyn Bragg’ın ‘In Our Time’ podcast’ında Hititler bölümü ... Üç akademisyen (ki biri Bilkent’ten İlgi Gerçek) oturup konuşuyor Bin tanrılı...
-
İranlı bir kadının işlettiği bir kafedeyim. Bir ay önce yine buraya gelmiştim. Verdiğim siparişi hatırladı: Çırpılmış yumurta ve Americano (...
-
Javaplein'deki kütüphaneye geldim. Birkaç Türk oturmuş, kütüphanenin orta yerinde siyaset konuşuyorlar. Yaşlıca bir adam "Türkiye’...
-
‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz. Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...