kahve parası

Schiphol Havaalanı... İstanbul'dan dört beş saat öncesi, döner kapının önünde durmuş sigara içiyorum.

Dalgın dalgın geleni geçeni seyrederken, neşeli bir delikanlı yanaşıyor. Arnavut olduğunu söylüyor -niyeyse-, birazdan uçağına binip gidecekmiş. Bozuk param varsa rica ediyor. Kahve içecek.

İçsin tabii. Ceplerimi karıştırıyorum. İki euro çıkıyor. Uzatıyorum.

Alıyor ama beğenmiyor parayı. Bildiğin dudak büküyor.

"Kahve 2.2 euro, dostum."

"Peki," diyorum. "20 centim yok." Aramızda, çok ayıp etmişim, hukukumuzu bozmuşum gibi bir hava... 

Omuz silkip gidiyor.

nereye gitti bu gazeteciler?

Grafikte gördüğünüz, ABD'deki gazetecilerin halidir. 2008 krizi itibariyle ofisler hızla boşalmış. Çalışan gazeteci sayısı 1970'ler seviyesine inmiş.

İnternet sayfalarında gezinirken pek fark edilmiyor da New York Times, Washington Post gibi büyüklerin matbu versiyonlarını okuduğunuzda, düşüşü hissediyorsunuz. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorlar ama sayfalar başka bir şey söylüyor. Dış bürolardan gelen haberlerin sayısı çok az.

Türkiye'deki grafiğin de buna benzer olduğunu tahmin ediyorum. En azından 2008 sonrasındaki düşüş kısmı... Bizde sendikalar, birlikler vs. istatistik tutmayı işleri arasında görmediklerinden, elimizde rakam yok maalesef. Ama fazlasıyla tecrübe var. 2008 ve sonrasında sayısız dergi, gazete kapandı; yüzlerce (belki binlerce) gazeteci işsiz kaldı. 

Çoğu geri dönemedi.

Nereye gitti peki bu gazeteciler?

İki cevap var. Bazıları sektörün dışında; bazıları da freelancer olarak çalışıyor. Ofislerdeki sayıysa kesin olarak azaldı.

Yalnız azalan bir şey daha var... Ajans harici haber sayısı. Artık hangi gazeteyi alırsanız alın aynı haberi okuyorsunuz. Gazeteye göre değişen tek şey köşe yazarı. Onların içinde de bir pırıltı gösteren kaç kişi var ki?

Yukarıdaki grafik değişmezse, gazeteler matbaa ölmeden önce ölür.

bu dünyada ne var ne yok

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın 
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir 
                                                            Turgut Uyar

şapkamızı takalım

Bir elli yıl önce gazetecilik yapsaydım, neyi nasıl yazardım bilmiyorum. Ama bir fötr şapka edinmiş olurdum, orası kesin.

Guardian'dan Martin Kelner, geçtiğimiz günlerde ölen boks yazarı Bert Sugar'ın anısına yazarken, araya birkaç nostaljik cümle sıkıştırıvermiş: "Ben gazeteciyi fötr şapkasıyla görmeyi seviyorum. Hoşuma giden şey şapkaya iliştirilmiş bir basın kartı ya da ağız kenarından sarkan sigara değil. Fötr, gazeteciye otorite veriyor."

Birazcık otoriteye itirazım olmazdı. Hem denedim, iyi de duruyor.


Yazının girişinde Yurttaş Kane/Orson Welles, hemen üstteki fotoğrafta müteveffa Bert Sugar.

geciken treni kiminle beklemeli?

Köln İstasyonu, 6 numaralı peron... Amsterdam trenine yirmi dakika var. Frankfurt'tan gelecek, bizi alacak ve üç saat sonra evimize ulaştıracak.

Bekliyoruz. Derken, elektronik tabelada bir yazı beliriyor. 80 dakika rötar. Ekrana bakarken bir önceki Amsterdam treninin de gelmediğini fark ediyoruz. Ona binecek yolcular halihazırda iki saattir bekliyor. Bizimkinin de ertelendiğini anlayınca yüzleri düşenler onlar.

Durumu anlamak için danışmanın önündeki kuyruğa giriyoruz. Gişedeki görevli bir Türk. Yazıcısından bir çıktı alıp yolculara veriyor. Dağıttığı kâğıtlarda alternatif bir seyahat plânı var. Üç aktarmayla gece yarısından çok sonra (beş altı saatte) Amsterdam'a varılabiliyor. İsteyen bu yolu kullanacak, isteyen geciken treni bekleyecek. Bize farklı bir şey daha söylüyor ama: "Treniniz belki hiç gelmeyebilir."

Karar veremeden perona dönüyoruz. Aramızda konuşurken bir başka yolcu araya giriyor. "Amaan, gelecek birazdan, tren değil mi, gecikir..." Uzun saçlı, güler yüzlü, Hollandalı bir adam. Elinde bir iş çantası. İki saattir bir önceki treni beklediğini söylüyor. "Neyse, bir tanesi gelsin de beraberce gideriz." Sonra da standart Hollandalı sinizmiyle demiryolu şirketini şöyle bir kalaylıyor. Maksat, adet yerini bulsun.

Biz de adamın tasasızlığında bir ferahlık bulup oraya sığınıyoruz. Alternatif planı aklımızdan çıkarıyoruz. Gişedeki görevli umurumuzda değil; bu adam "gelecek" diyorsa, o tren gelecek!

Sonra yeni bir anons... Bir yarım saat rötar daha... Üstelik trenlerden biri de iptal. Demiryolu şirketinin Alman görevlisi tepkileri göğüslemek için peronda hazır. Çevresindeki çember giderek daralıyor. Gençten, top sakallı ve tümden sinire kesmiş bir adam bağırıp çağırmaya başlıyor görevliye. Soluksuz konuşup duruyor. "Neden bana gelip rötarı haber vermiyorsunuz" bile diyor bir ara. Saçından sakalından duman çıkıyor. Çevredeki herkes geriliyor. Görevli şaşkın. Yolcular mutsuz, yorgun.

Bizim adamı buluyoruz bir telaş... Keyfi yerinde, elinde çantası, ıslık çala çala geziyor peronda. "Gelir birazdan" diyor "gelir gelir..."

Seviniyoruz.

Derken geliyor tren...  Adam başıyla nazik bir selam veriyor, kapılara üşüşen kalabalığın içinde kayboluyor.


murakami'nin izinde



400 sayfa oldu. Daha da epey bir yolum var. Haruki Murakami'nin 1Q84'ünün yarısında bile değilim.

İlk okuduğum Zemberekkuşunun Güncesi'ni çok severim. Elephant Vanishes'teki öyküleri de. What I Talk About When I Talk About Running hâlâ ilham verir. Diğer birçok kitabını, bu saydıklarımla aynı düzeyde bulmasam da okudum. Severek demeyeyim ama ilgiyle... Murakami'nin kolaylığından, teklifsizliğinden, gizemciliğinden hoşnutum.

Hep aynı kapıya çıkan ve artık fena halde tanıdık gelen formülünü de benimserim. Şöyle ki: Kara kedi nerede? Suya düştü? Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Dağa kaçtı? Dağ nerede? Yandı bitti kül oldu...

Kim sevmez ki bunu? 

Ama IQ84... Bitmek bilmez tekrarlar, sürekli aynı cümleler, aynı düşünceler, aynı sıkıntılar, aynı klişeler... Bir türlü tam anlamıyla başlamayan olaylar. Gereksiz ayrıntılar... 500 sayfa daha yolum var.  Güzel günlerimizin hatırına, kalan kısmı da okuyacağım.

Yine de şu soruyu unutmam mümkün değil: 1Q84 niye bu kadar uzun yazılmış? Aklıma maalesef sadece ticari cevaplar geliyor.

Kitap bittiğinde söylediklerimden pişman olursam, size de haber veririm.

Yukarıda gördüğünüz bağımsız bir Murakami belgeseli. In Search of Murakami... Çok iyi sayılmaz ama çaba takdire değer. Yazarı seviyorsanız bir göz atın derim.

göstermeden göstermek

On sekiz bin vuruşluk bir köşe yazısı... Bir günlük gazetenin yazarı üşenmemiş, oturup yazmış. Editörler "bu nedir kardeşim" dememiş, basmış. Bizden okumamamız bekleniyor.

Ben başka bir şey yaptım; gazetenin web sayfasından yazıyı kopyalayıp bir word dosyasına yerleştirdim. Vuruşları saydım: 18319.

Bu bir haber dosyası değil. Güncel bir mesele değil. Sadece çalakalem görüşler...

Bir insan neden bu kadar uzun yazar? Neden her şeyi ama her şeyi bildiğini (en azından böyle düşündüğünü) gözümüze sokmak ister?

Hafta sonu Akşam'ın pazar ekinde, tasarımcı Bülent Erkmen'le bir söyleşi vardı. Eyüp Tatlıpınar yazmış. Okursanız, Erkmen'in genç tasarımcılara öğütlerini öğrenirsiniz. 

Bir tanesi benim özellikle ilgimi çekti. Göstermeden gösterin, diyor Erkmen. Yazı için de geçerlidir. Fazlalık, yazanı da okuyanı da yorar. Yazıya her şeyi koymak yerine, yapılabiliyorsa, sezdirmek yeterli. İyi yazar, kanaatimce, okura elzem olanı verir ama onu daha fazlasını bildiğine de ikna eder.

18 bin vuruşluk köşe yazısı beni ikna etmiyor. Okumuyorum bile. Aklına gelen yazmak isteyen buyursun defterine (bloguna da değil) yazsın. Gazeteleri işgal etmesin.

Erkmen'in çok zaman önceki bir başka uyarısını hatırlıyorum: "Bir işi bitirdikten sonra teslim etmeden evvel en az 24 saat soğutun" diyordu.

O köşe yazısı soğusa, geriye sadece çerçevesi kalırdı.

Akşam'daki söyleşi Bülent Erkmen'in Milli Reasürans'taki "Son İşler 2" sergisi şerefine. Üstteki fotoğraftaki işi de İstanbullular tanır. Sokak tabelaları Erkmen tasarımı.

sonraki gün