deniz

elmalar vardır öpmek için 
yerleri hiç değişmeyen yıldızlar, 
kokular bilirim, yeni doğmuş ten, 
ve sesin ki denizin koylara girişi 

Melih Cevdet Anday 

şehrin içinde pırıl pırıl bir gazete

Meslek hastalığı belki, gazetecilik üzerine bir filmi beğenmeye zaten hazırım da, Boston Globe’daki bir avuç gazetecinin hikâyesini anlatan bu Spotlight’ı beğenmemek mümkün değildi. 

Biraz kafa dağıtmak için gittik bugün filme, kafa dağıtmak ne kelime, bütün dikkatimizi iki saatliğine bir başka dünyaya ödünç verdik, geri almak da epey zor oldu. Bütün oyuncularının böylesi kusursuz oynadığı bir film, herhalde sinema tarihinde de pek azdır. 

Seyretmeyenler vardır, konusuna girmeyeyim -sonra belki daha uzun yazarım- ama şu kadarı önemli: Konu gerçek. Gazetecilik faaliyeti gerçek. Hayatlar gerçek… 
Bugünün gazetecilik ortamında (ya da ortamsızlığında diyelim) Spotlight’taki gibi bir gazeteci grubunun, bir konuyu böyle yakalayıp üzerine gitmesi, sonuç alması, üstelik gerçekten de dertlere deva olması ilham veriyor. Yaralı parmağa işemişler. 

İlham sadece bizim için değil üstelik. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Boston Globe gazetesinin bile gerçek bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl hayata tutunduğunu görmek güzeldi. 

Filmde çok zekice bulduğum bir unsur, Boston Globe binasını gösteren dış çekimlerdi. Gazetecilerin araştırması ilerledikçe, bina, şehir içindeki silik, önemsiz bir yer olmaktan çıktı; nihayet şehre hâkim, gecenin içinde pırıl pırıl parlayan bir yapıya dönüştü. Bir tür fenere… 


Sonrası Pulitzer zaten… 

En üstteki illüstrasyon R. Kikuo Johnson.

yol bilenler, salyangoz ve hey lucinda


üç şey

1. 
Tindersticks’in yeni albümü yine bir kış klasiği olacak. Kimbilir kaç iç çekmeye, kaç dalıp gitmeye, kaç vazgeçmeye, kaç kabullenmeye eşlik edecek… Hele grubun vokalisti Stuart Staples’in Lhasa de Sela’yla yaptıkları son kayıt ‘Hey Lucinda’yı dinledikten sonra… Çok, çok güzel şarkı… ‘I only dance to remember / how dancing used to feel’ diyen bir şarkı… Rosie Pedlow ve Joe King’in çektiği kısa film / klibi de ayrı güzel. 

2. 
Dün blogda bir alıntı yapmıştım Wade Davis’in kitabı Yol Bilenler’den… Hararetle önerdiğimin tekrar altını çizeyim, 2015’in en iyilerinden biri ‘Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi’ (Kolektif, Çev: Akın Terzi). Alın, okuyun, dünyaya karışın. 
3. 
İşte geliyor ağaç budamaya, 
O ne tafra, o ne kırallık, 
Bir omuzunda balta, ötekinde ıslık, 
Yer değiştiriyor kuşlar dallarda. 

Kente dönen çılgın mızıkacılar, 
Çiçek tozu içinde tunç bir davul, 
Borular arı gibi parlıyor güneşte.

At da sallanıyor, sevinç de, 
Sokağa dökülen sesin demeti. 

Kadın çıkmış salyangoz toplamaya,
Etekliğinde yılın beşinci mevsimi, 
Bakıyor gürültüsüyle memelerinin. 

Ve ağzında nar çiçeğiyle
Çocuk gider tayı sevmeye. 

Yüreği tedirgin eden bilgelik.

Salyangoz / Melih Cevdet Anday

kanada gibi bir yerde insan nasıl evsiz kalır?


Antropolog Wade Davis’in, Kolektif Kitap’tan çıkan harika eseri ‘Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi’ isimli kitabında okudum. Borneo Adası’nın Malezya sınırları içinde kalan eşsiz ormanlarında yaşayan Penanların hikâyesi… 

Bugünkü mülteci krizi için de okunabilir; geriye kalan her şey için de.. 

Penanlar, binlerce yıldır ormanda ‘göçebe’ yaşıyormuş; ormanlarını ellerinden alan devlet ve kereste şirketlerinin zorbalığı onları bildikleri yaşamdan etmiş, yerleşik olmaya zorlamış. Hâlâ ayakta kalma mücadelesi veriyorlar… Postun en sonundaki fotoğraf Surawak isimli yurtlarındaki ormanların bugünkü durumu

" (...) Peki hiçbir uzmanın bulunmadığı, herkesin her şeyi ormanda kolaylıkla bulunabilen hammaddelerden yapabildiği, her şeyin  bilfiil sırtta taşındığı ve maddi birikim yapmaya yönelik hiçbir teşvikin mevcut olmadığı bir toplumda zenginliği nasıl ölçersiniz? Penanlar zenginliği insanlar arasındaki güçlü sosyal ilişkilerin göstergesi olarak kabul ederler, zira bu ilişkiler zayıflayacak olursa, her şey zeval bulacaktır. Şayet bir çatışma hizipleşmeye ve ailelerin uzun süre kendi başının çaresine bakmasına yol açacak olursa, kifayetli avcıların eksikliği yüzünden bütün topluluklar açlık çekecektir. Dolayısıyla çoğu avcı-toplayıcı toplumda olduğu gibi, Penanlarda da birini doğrudan tenkit etmek hoş karşılanmayan bir davranıştır. Topluluğun birlik ve beraberliği her zaman önceliklidir. Çatışma ve öfke çok nadir görülür. Genelde medeni ve samimi davranışlar hakimdir. 

Penan dilinde ‘teşekkür ederim’e karşılık gelen bir tabir yoktur, zira paylaşmak zaten bir yükümlülüktür. Bir dahaki sefere ocağa kimin yiyecek getireceğini kimse bilemez. Bir keresinde ihtiyar bir kadına sigara vermiştim. Kadın sigarayı parçalayıp içindeki tütün dallarını tek tek ayırmış ve yerleşimdeki her haneye eşit olarak dağıtmıştı. Sigarayı ziyan etmişti etmesine ama paylaşma vazifesini layıkıyla yerine getirmişti. İlk ziyaretimden bir süre sonra, bir grup Penan, ormanlarının korunmasına yönelik bir kampanya için Kanada’ya geldiğinde, onları en çok şaşırtan şey evsizler olmuştu. Vancouver gibi müreffeh bir yerde böyle bir şeyin nasıl olabildiğine akıl sır erdirememişlerdi. Bir Kanadalı ya da Amerikalı çocukluğundan itibaren, evsizliğin üzücü ama hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olduğuna inanır. Penanlarsa fakir bir insanın herkesi utandırması gerektiği şiarıyla yaşar. Gerçekten de Penan kültüründeki en büyük kabahat ‘sihun’dur, ki bu kavram da esasen paylaşma aczini ifade eder."

Wade Davis - Yol Bilenler - Kadim Bilgeliğin Modern Dünyadaki Önemi, Kolektif Kitap (Çeviren: Akın Terzi).




üç şey - ispermeçet balinası, diyarbakır ve fraksiyon

Birincisi, İngiliz gazetelerinin bazılarında haftasonu manşetti. Ülkenin kuzey kıyılarına vuran ispermeçet balinaları (Moby Dick'in torunları yani)... Mürekkepbalığı peşinde sığ sulara sürüklendikleri, sonra da geriye dönemedikleri tahmin ediliyor.
***
İkincisi Evrensel'de çıkan bir yazı. Murat Özyaşar, Diyarbakır'da yaşamayı anlatıyor:

" (...) Sosyal medyadan apararak söylersem: Amed’de simit satan çocuğa 'Günde kaç tane simit satisen,' diye sorana 'Alisen al, almisen devlet gibi ne oyalisen beni' diyen simitçi çocuktur." Tamamı şurada.

 ***

Üçüncüsü, bir haber. Almanya'da Kızıl Ordu Fraksiyonu birdenbire yeniden ortaya çıkmış:

"(...) 'Baader-Meinhof çetesi' diye de adlandırılan Kızıl Ordu Fraksiyonu, 1970 ve 80'lerde düzenlediği saldırılarla 30'dan fazla kişiyi öldürmüştü.

Kızıl Ordu Fraksiyonu, 1998'de yayınladığı bildiriyle 'şehir gerillası faaliyetlerine son verdiğini' açıklayarak kendini feshetti.

Alman yayın kurumu NDR'de yer alan haberlere göre, Bremen kenti yakınlarındaki Groß Mackenstedt kasabasında geçen yıl haziran ayında Real Süpermarket yakınlarında bir para nakil aracını soymaya çalışan üç kişi büyük olasılıkla eski RAF'in (Rote Armee Fraktion) yıllardır aranan üyeleri 57 yaşındaki Daniela Klette, 58 yaşındaki Volker Staub ve Burkhard Garweg.

Polis, olayda soyguncuların bir kamyonetle zırhlı aracın önünü kestiklerini bildirdi.

Maskeler ve kamuflaj kıyafeti giyen soyguncuların yanlarında iki kalaşnikof silah ve el bombası atmaya yarayan bir cihaz bulunduğu belirtiliyor. (...)"
Haberin tamamı şurada


sen her zaman doğruyu söylersin bana

(...) 

Beni Lia kurtardı, en azından bir süre için. 
Piemonte yolculuğuyla ilgili her şeyi (ya da hemen hemen her şeyi) anlattım ona. Her akşam, çapraz göndermeli dosyama eklenecek bilgilerle dönüyordum eve. “Yesene” diyordu Lia, “iğne ipliğe döndün.” Bir akşam, yazı masasının yanına oturdu, gözlerimin içine doğruca bakabilmek için alnına düşen perçemlerini ortadan ayırdı, ellerini tıpkı bir ev kadını gibi kucağına koydu. Onun hiç böyle oturduğunu görmemiştim: bacakları yana ayrık, eteği dizleri arasında gerilmiş. Hiç de zarif bir duruş değil, diye düşündüm. Ama sonra yüzünü gördüm; yüzüne bir parlaklık gelmiş, bir pembelik yayılmış gibi göründü bana. Onu -nedenini henüz bilmiyordum- saygıyla dinledim. 
“Bum,” dedi, “şu Manizio işini ele alış biçimin hiç hoşuma gitmiyor. Önce denizkabukları toplar gibi topluyordun olguları. Şimdiyse loto sayıları işaretliyorsun sanki.”
“Bu Şeytancıları beni gittikçe daha çok eğlendiriyor, hepsi bu.”
“Eğlenmiyorsun, tutku haline getiriyorsun onları; başka bir şey bu. Dikkat et, hastalanırsın sonra.”

(…) 
Eliyle karnına, kalçalarına, alnına vurdu. Böyle, bacakları yana ayrık, eteği gerilmiş otururken, karşıdan bakıldığında -öylesine ince, öylesine kıvrak Lia- sağlam, sağlıklı bir sütanneye benziyordu; dingin bir bilgelik onu aydınlatıyor, anaerkil bir yetke veriyordu ona. 

“Bum, ilk örnekler diye bir şey yoktur; beden vardır. Karnın içi güzeldir, çünkü bebek büyür orada, çünkü senin kuşun sevinçler içinde içeri dalar, tadı güzel besin aşağı iner; işte bunun için, mağara da, girinti çıkıntılar da, kanal da, yeraltı da güzeldir, önemlidir; hatta bizim o güzelim barsaklarımızın imgesine göre yapılmış olan labirent de. Biri önemli bir şey icat etmek istediği zaman, oradan getirmek zorundadır onu; çünkü sen de oradan geldin, doğduğun gün. Üretkenlik bir kovuğun içindedir her zaman; orada önce bir şey çürür, sonra karşında bir küçük Çinli, bir hurma, bir baobab beliriverir. Ama yukarısı, her zaman aşağıdan daha iyidir; çünkü başaşağı durursan kan başına sıçrar; çünkü ayaklar kokar, saçlarsa daha az kokar; çünkü bir ağaca çıkıp meyve toplamak, sonunda yeraltına girip kurtlara yem olmaktan daha iyidir; çünkü yukarıdaki bir şeye çarptığında çok seyrek olarak incitirsin bir yerini (bunun için tavanarasında olman gerekir), oysa düşünce genellikle bir yerini incitirsin. İşte bu nedenle, yukarısı meleklere, aşağısı şeytana özgüdür. Ama az önce karnım hakkında söylediklerim de doğru olduğundan, bunların ikisi de doğrudur; bir anlamda aşağısıyla içerisi güzeldir; bir başka anlamda da yukarısı ile dışarısı. Hem bütün bunların Merkür’ün ruhu ya da evrensel çelişkiyle hiçbir ilişiği yok. Ateş insanı ısıtır, soğukta bronşit olursun, hele dört bin önce yaşamış bir bilginsen. Bu yüzden de ateşin gizemli özellikleri vardır, tavuk kızartmanın yanısıra. Ama soğuk aynı tavuğu bozulmaktan korur, ateşe dokunursan kocaman bir kabarcık olur elinde; bunun için bilgelik gibi binlerce yıldır saklanmış bir şeyi düşünürsen, yüksek bir dağın üstünde (yüksekliğin iyi bir şey olduğunu biliyoruz) ama aynı zamanda bir mağaranın içinde (bu da iyi bir şeydir), Tibet’teki karların sonsuz soğukluğunda (en iyisi de budur) düşünmelisin. Sonra da bilgeliğin neden İsviçre Alpleri’nden değil de doğudan geldiğini bilmek istersen, bunun da nedeni şu: Atalarının bedenleri sabahları uyandığında ortalık hâlâ karanlıksa doğuya bakıyordu, güneş çıksın, yağmur yağmasın diye umarak. Anlaşıldı mı?”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette, yavrum. Güneş iyidir, çünkü bedenimize yararlıdır; akıllı olduğu için her sabah yeniden çıkar. Demek ki geri dönen her şey iyidir; geçip giden, bir daha da görünmeyen şey iyi değildir. İnsanın geçtiği yere, aynı yoldan geçmeksizin geri dönmesinin en kolay yolu bir daire çizerek yürümektir. Halka biçiminde kıvrılabilen biricik hayvan yılandır, yılanlarla ilgili birçok tapımlarla söylencelerin varlık nedeni de budur; çünkü güneşin geri dönüşünü göstermek için bir suaygırını halka şeklinde kıvıramazsın. Öte yandan, güneşi çağırmak için bir tören yapmak gerekirse, en iyisi bir daire çizerek devinmektir; çünkü düz bir çizgi üzerinde yürürsen evinden uzaklaşırsın, bu yüzden de törenin çok kısa kesilmesi gerekir. Bir kuttören için en uygun biçim dairedir; panayırda ateş yutan hokkabazlar da bilir bunu, çünkü daire biçiminde sıralanınca, herkes ortada kimin durduğunu görebilir; oysa bütün bir kabile bir manga asker gibi düz bir çizgi üstünde sıralanırsa uzakta kalanlar onu göremezler; işte bu nedenle, daire, dönemsel devinim, dairesel dönüş, her tapımda kuttörenin temel öğelerini oluşturur.”

“Evet, anneciğim.”

“Elbette yavrum. Şimdi, yazarlarınızın çok hoşuna giden büyüsel sayılara gelelim. Sen birsin, iki değil, şeyin de birdir, benim şeyim de birdir, bir burnumuz, bir yüreğimiz var; görüyorsun ne çok olumlu şey bir tane. Ama iki gözümüz, iki kulağımız, iki burun deliğimiz var; benim memelerim, senin taşakların, bacaklarımız, kollarımız, kabalarımız hep iki. Üçe gelince, bütün sayıların en büyüselidir üç; çünkü bedenimiz bu sayıyı bilmez, hiçbir şeyimiz üç değil, hem sonra nerede yaşarsak yaşayalım, Tanrı’ya verdiğimiz en gizemli sayı olmalı bu. Şimdi düşünelim: senin şeyin bir tane, -sus şimdi, şakayı bırak- bu iki şeyi bir araya getirirsek yeni bir şey ortaya çıkar; böylece üç oluruz. Yeryüzündeki bütün kültürlerin üçlü yapıları, üçlemeleri olduğunu bilmek için ille de üniversite profesörü olmak gerekmez. Ama dinler bilgisayar kullanmıyorlardı bunun için. O insanların tümü de, senin benim gibi insanlardı; gerektiği gibi çiftleşiyorlardı. Üçlemelerin hiçbiri bir gizem değildir; bizim yaptığımızı, onların bir zamanlar yaptıklarını anlatırlar. Ama iki kol, iki bacak daha dört eder; bu yüzden dört de güzel bir sayıdır; hele hayvanların dört ayağı olduğunu, bebeklerin dört ayak üstünde emeklediklerini düşünürsen; Sfenks’in de bildiği gibi. Beş sayısından söz etmemize gerek yok; bir elde beş parmak vardır, iki elin parmaklarını toplarsan bir başka kutsal sayıyı, on sayısını elde edersin. Hatta On Emir bile zorunluydu; çünkü on iki emir olsaydı, parmaklarıyla, bir, iki, üç, diye sayan papaz, sıra son iki emre gelince, kilisenin kutsal eşya bekçisinin elini ödünç almak zorunda kalacaktı. Şimdi, bedenimizi al, gövdeden çıkan her şeyi say: kollar, bacaklar, baş, penis, toplam altı eder, kadınlarda ise yedi; bu yüzden de bana öyle geliyor ki, şu sizin yazarlarınız arasında altı sayısı hiçbir zaman ciddiye alınmaz, üçün iki katı olması dışında. Yalnızca erkekler için geçerlidir bu; çünkü hiç yedileri yoktur onların. Bu yüzden erkekler yönetirken, yediyi kutsal sayı olarak görmeyi yeğ tutarlar; kadınların memelerini unuturlar, ama çaresiz, katlanacağız. Sekize gelince -sekiz… sekiz… dur, bir dakika, kollarla bacakları birer değil, ikişer sayarsak, dirseklerle dizleri de ekleyince, sekiz oynak organımız olur. Bu sekize gövdemizi de eklersen dokuz eder, başı da sayarsan on. Yalnızca bedenimizi alırsan, istediğin sayıyı elde edebilirsin; delikleri düşün, örneğin.”
“Delikler mi?”
“Evet, bedenimizde kaç delik var?”
“Bilmem” saymaya başladım. “Gözler, burun delikleri, kulaklar, ağız, popo: sekiz.”
“Görüyorsun, değil mi? Sekiz sayısının güzel bir sayı olmasının bir nedeni de bu. Ama benimkiler dokuz! Bu dokuzuncuyla da seni dünyaya getiriyorum, işte bu yüzden, dokuz sekizden daha kutsaldır! Bundan sonraki sayıları da açıklamamı ister misin? Ya da şu senin yazarların sözünü edip durdukları senin şu menhiri inceleyelim istersen. Gündüz ayakta, gece yataktadır; şeyin de öyle; geceleri ne yaptığını söylemene gerek yok; dikleşince çalışır, uzanınca da dinlenir. Demek ki dikey durum yaşamdır, güneşi gösterir. Dikili taşlar da ağaçlar gibi dik durur; oysa yatay durumla, gece uykudur, ölümdür. Bütün kültürler anıtlara, piramitlere, sütunlara taparlar, balkonların ya da parmaklıkların önünde kimse eğilmez. Sen hiç kutsal parmaklık diye bir arkaik tapımdan söz edildiğini işittin mi? Görüyor musun? Hem insanın bedeni de elverişsizdir buna; dikey bir taşa taparsan, insanların tümü de görürler onu. Oysa yatay bir şeye tapacak olursan, yalnızca ön sıradakiler görebilirler onu; ben de, ben de diye  birbirlerini itip kakarlar; bu da büyüsel bir tören için hiç de güzel bir görünüm değildir…” 
“Peki ya ırmaklar…”
“Irmaklara yatay oldukları için değil, içlerinde su olduğu için tapınılır; suyla beden arasındaki ilişkiyi anlatmama gerek yok sanırım… Her neyse, böyle yaratılmışız bir kere. Bu nedenle, birbirimizden milyonlarca kilometre uzakta da olsak, hepimiz aynı simgeleri geliştiririz. Bu simgelerin hepsi de zorunlu olarak birbirine benzer. Bu yüzler, kafalarının içinde beyin diye bir şey olan insanlar, bir simyacının fırınını görünce, her yanı kapalı, içi sıcak olduğundan, çocuğu üreten ananın karnını düşünürler. Karnında bebek İsa’yı taşıyan Madonna’yı görünce, bunun simyacının fırınını anıştırdığını düşünenler yalnızca senin Şeytancılar’ındır. Bir iletim yolu arayarak binlerce yıl geçirdiler; oysa her şey apaçık ortadaydı; aynaya bakmaları yeterliydi.”

“Sen her zaman doğruyu söylersin bana. Benim aynadaki Ben’im sensin; Sen’in gözünle görülen, benim Kendi’msin. Bedenin bütün gizli ilk örneklerini ortaya çıkarmak istiyorum. Birbirimize en yakın olduğumuz anları belirtmek için ‘örnekleri oluşturmak’ deyimini ilk kez o gece kullandık. 

Tam uykuya dalarken, Lia omuzuma dokundu. “Unutuyordum,” dedi. “Gebeyim.”

Foucault Sarkacı, Umberto Eco, Can Yayınları (Çeviren: Şadan Karadeniz)

üç şey

Birincisi Yazıhane’den. Sosyalist Galaksi başlıklı rüya gibi bir yazı. Müellifi Fikret Özer. Şuradan okuyun. 

Tadımlık: 

Tasarımcılar, programcılar hatta sanatçılar Galaksija’ya adeta aşık olmuşlardı. Tamamen el emeğiyle yapılan, çok ucuz, her yönüyle kişisel bir bilgisayara sahip olma fikri çok çekici gelmişti. Hazırlanan yapım kitlerinden 8000 adet satıldı. Derginin o sayısı ise 120 bin adet basıldı. Hazır verilen yapım kiti üzerine kurulsa bile, Galaksija’nın bir kasası yoktu. Kullanıcılardan kendi kasalarını oluşturmaları bekleniyordu. Bu yüzden seri üretim Commodore, Macintosh gibi bilgisayarların aksine hiçbir Galaksija birbirine benzemiyordu.
Artık Yugoslavya’nın da bir kişisel bilgisayarı olmuştu. Fakat yeni bir engel vardı. Bu bilgisayar için oyunlar veya programlar geliştirmek, onları da rahatlıkla ve en az maliyetle dağıtabilmek gerekiyordu. Bu engel aynı zamanda profesyonel bir pilot olan bir radyo programcısının çabalarıyla aşılacaktı. Nedeni basitti, Galaksija bir kasetle çalışıyordu.


İkincisi üstteki fotoğraf. Arka plandan anlamışsınızdır, Londra’dan. 

Üçüncüsü heyecanla beklediğim gazetecilik filmi Spotlight. Boston Globe’un Pulitzer kazanan bir haberinin ardındaki hikâyeyi anlatıyor. Film iyi mi kötü mü bilmem (ki muhtemelen iyi) ama casting çok iyi olmuş. Mark Ruffalo, Rachel McAdams, Michael Keaton, John Slattery, Liev Schreiber… Saf gazeteci tipler. En azından trailer’da. 



ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...