hesap




Hava kurşun gibi ağır. Ağırmış. Dün sabah evden çıktığımda bulutlar şehrin üzerine yıkılıyordu. Hep böyle oluyor sanki. Havada kurşun.

Bir toplumsal delilik hali. Ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı şaşırdık. Bu işte kusuru olduğunu düşündüklerimiz kendilerine toz kondurmuyor, o kadar eminler. Havayı daha da ağırlaştırıyor bu hal.

Patlatıyor insafsız, izansız katiller, teröristler. “Alışalım” diyor vasatlar, hık deyiciler. Alışmak evet, insanidir. Ama bir devlet düzeni içinde yaşıyorsak iyi kötü, hesap sormak alışmanın önüne geçer.

Hesap sorulur. Hesap verilir. Esas buna alışalım.

Ve barışalım. Başka yol yok. Her gün küfür her gün kıyamet getiriyor. Herkes için zor ama nasıl yapacağız başka?

başkalarının hayatları

Murat Gülsoy’un yeni romanı Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’ten önceki postlardan birinde bahsetmiştim (şurada). Bugün yayımlanan Hürriyet Cumartesi için Gülsoy'la bir mini röportaj da yaptık (şurada okuyabilirsiniz). 

Başkasının zihnine girmenin, orada yaşamanın mümkün olup olmadığını konuştuk (mümkün değil elbette ama ne muhteşem olurdu).

Kimsenin bana sorduğu yok ama fırsat olsa zihnine girip birkaç gün kalmak istediğim bir iki insan var; ben de onları not düşeyim. 

Daniel Pennac: Dünyanın en tatlı ailesinin, Malaussène’lerin maceralarını artık yazmıyor Pennac. Aile, yazarın zihninin bir yerinde yaşamaya devam ediyordur muhtemelen. Hem Pennac’ın eserlerindeki teklifsiz, dolaysız hümanizmin nereden ilham aldığını da görmüş olurdum (Tesadüf, daha önceki Murat Gülsoy postunda da yine Pennac geçmişti). 

Lawrence Block: Aynı sebepten… Bernie Rhodenbarr’ın yeni maceralarını okumak için Block’un zihnine girerdim (diyecektim tam, biraz karıştırdım emin olmak için ve voilà! Bir Rhodenbarr polisiyesi daha çıkmış ya 2013’te… ‘The Burglar Who Counted the Spoons’. İlaç gibi geldi. Block’u tanımayanlara, tanısa da ‘Hırsız’ serisini okumayanlara ‘Mondrian Gibi Resim Yapan Hırsız’ı özellikle öneririm. 

Bu arada, Oğlak Yayınları basmaz mı acaba bu yeni ‘Hırsız’ı?

Bir de Umberto Eco’nun zihninde dolaşmak isterdim… Bütün o manastırları, mezarlıkları, adaları, ormanları, müzeleri, binaları, vadileri, ovaları, kentleri, köyleri, koridorları, mahzenleri, kuyuları, kütüphaneleri, karargâhları, postaneleri, katedralleri, şapelleri, sinagogları, yani aklıma gelen gelmeyen her yeri Eco’nun zihninde yaşattığı, keyfimce bir daha görmek isterdim. Artık mümkün değil. 

Kitap okuyoruz işte bu yüzden. 

kalben'in o ilk albümü



Günlerdir dinliyorum, dinledikçe güzelleşiyor... Kalben’in albümü… Bu ülkede mutlu olmak için, başka bir yerde değil burada mutlu olmak için iyi bir sebep bu albüm. Çoktandır unuttuğum, çoğul konuşmakta sıkıntı yok sanırım, unuttuğumuz bir duygu.
Ne kötü bir yandan da böyle düşünmek.
En son Pinhani ilk albümünü çıkarttığında gelmişti bu his. Çok zaman geçmiş. Ben arada illa ki epey güzel müzikler kaçırmışımdır, sonuçta herkes o kadar fazla işaret etti ki görebildim Kalben’i (Eh, dün de çıkmadı yani albüm, öncesinde Sofar konserleri var, varoğlu var).
İleride bir gün, bugün çok genç olanlar özellikle, ‘Kalben’in o ilk albümü’ diyecekler, bu öyle bir albüm… Çok aşka, acıya fon müziği olacak. Ne güzel!
Bir de şu: Pinhani demişken, onların da yenisi var, ‘Kediköy’ nasıl pırıl pırıl parlıyor! Bir grubun dördüncü albümünün bunca güzel olması az iş mi?
Bu güzel fotoğraf Korhan Karaoysal’ın. Artful Living’de Sinem Sal’ın röportajına eşlik ediyor. Kalben’i daha iyitanımak için röportajı da okuyun derim. Şurada.

kayıp eşya bürosu



Epey olmuş, kısa animasyon paylaşmamışım burada. Hayat boşluk kabul etmez (eder aslında!); şu pırıl pırıl filmi seyredelim madem. Bir gün yaşlı bir kadın elinde bir fotoğrafla kayıp eşya bürosuna girer… Sonrası gözyaşı garantili! Şaka bir yana, sıcak, usta işi bir animasyon ‘Lost Property’.  Londra’da yaşayan Finlandiyalı çizer, illüstratör (ve 'animatör' ama bizde öyle denmiyor sanırım) Åsa Lucander imzalı.
Lucander’in diğer işlerine şuradan ulaşabilirsiniz.
Sanatçının sayfasında dolaşırken, klişe gelecek ama mest oldum gerçekten. Çoğu işi ‘Lost Property’ ayarında. ‘Çoğunluk’ diyorum çünkü bazıları daha iyi!

Mesela BBC 2’de yayımlanan ‘Science Club’ serileri harikulade. İzlerken hayıflandım; “Keşke bizdeki çocuklar da böyle şeyler izleseler” diye düşündüm (keşke ben de izleseydim çocukken). Bir örneği aşağıda.  


TRT tartışması yıllardır sürüp gider ya, BBC’de de durum aynı. Hani şu “Bizim paramızla neler yapıyorlar” sorusu. Böyle şeyler yapsalar, bizde kimse tartışmazdı!

Son bir şey: İnternette “Şuna hayrına Türkçe altyazı hazırlansa da birkaç kişi daha izleyebilse” dediğim videolar arasına BBC Science Club de girdi.

katran ve tüy

Bazı Red Kit maceralarında köy köy, kasaba kasaba gezerek ölümsüzlük iksiri pazarlayan şarlatanlar vardır. Kasaba ahalisi önce ağzı açık seyrederler onu, alkışlarlar; işin rengi anlaşıldıktan sonra da katran ve tüye bulayıp defederler. 

Siyasetçilik mesleği, doğası gereği iksir pazarlamaya açık. Dinleyen çok, inanmak isteyen daha çok. Mesele onlara ulaşmakta. Sesi çok daha iyi duyuracak bir hoparlör lazım. Bugün bir insanın sesini, doğruları ve yalanları en uzağa taşıyan şey medya ('Sosyal medya' değil ama, insanlar halen nihai karar için geleneksel medyaya itimat ediyor, en azından şimdilik). 

Esas sıkıntı da işte bu hoparlörde zaten (Ona sonra geliriz). 

İksir pazarlayan son adam, mültimilyoner işadamı Donald Trump. Herkese güvenlik, herkese iş, herkese konfor vadediyor. Amerikan başkanı olursa ülkenin eski, güzel günlerine döneceğini vaaz ediyor. İnandırıyor da, çoktan inanmak isteyenleri. Ne pahasına? O eski güzel günlerdeki ırkçılık ve vahşeti geri getirmecesine (tam da Vahşi Batı işte). 

Şaka gibi başlayan siyasi kariyeri hızla ilerledi; Amerikan başkanlığına koşuyor Trump. İşler ciddiye bindi. Gün aşırı söylediği ahlaksız sözlere inanmak mümkün değil ama işte kanıyla canıyla önümüzde adam. 

Bu haftasonu Hürriyet Pazar’da kısa bir portresini yazmıştım Trump’ın (şuradan okunabilir). Şunları söylemiş bir siyasetçiden bahsediyoruz.  

(…)Tv sunucusu Megyn Kelly için: “Şimdi ‘sürtük’ desem yanlış olur, o yüzden demiyorum.”  Rakibi Rubio için: “Köpek gibi terliyor.” Müslümanlar için: “ABD’ye girişleri tamamen durdurulmalı.” Meksikalı göçmenler için: “[Meksika’dan] problemli insanlar gönderiyorlar. Onlar da o problemleri bize getiriyor. Uyuşturucu getiriyorlar. Suç getiriyorlar. Tecavüzcüler. Sanırım bazıları da iyi insanlar.” Kendi seçmeni için: “Beşinci Cadde’nin ortasında birini vursam yine de oy kaybetmem.”

Gelelim esas sıkıntı veren meseleye, yani medya denen hoparlöre. 

Yukarıdakileri söyleyebilen bir adam Cumhuriyetçi adaylar arasındaki en yakın rakibinin tam 33 katı kadar haberleştirilmiş Amerikan medyasında. En güçlü Demokrat aday adayı Hilary Clinton’ınsa iki katı kadar.

Eh, bu sistem Türkiye’de de farklı değil. Burada hepimiz adına bir sorun var. 

Gazeteciler tartışma çıkaran adamı, etrafa irin yaysa da haberleştirmeyi seviyor. 

Okurlar da bayıla bayıla okuyor. Okudukları oya da dönebiliyor üstelik. 

Gazeteci ile okur iki ayrı tür değil aslında. Hele çoğu zaman Trump’tan farklı da sayılmayız. Onun avantajı, sistemin sıkıştığı noktayı keşfetmiş olması. 

Bunu da her türlü vicdan ve izan kırıntısından uzak durarak suistimal etmesi. Edebilmesi. 

Ne zaman böyle bir siyasetçi çıksa gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalıyoruz. En iyimizin, en aydınımızın seviyesi bu kadar. Çünkü maalesef bu adiliğin ürettiği reytinge herkesin ihtiyacı var… Gazetenin satmak için ihtiyacı var, okurun da tatlı tatlı çekiştirmek, dehşete düşer gibi yapmak, başkasının kötülüklerini izleyerek kendini iyi hissetmek için ihtiyacı var. Düz faşistlerin ihtiyacı zaten hiç bitmiyor.  

Amerikalılar Trump’u katran ve tüye bular mı? Zor görünüyor. Adam, Vahşi Batı’nın formülünü çözmüş. İzliyoruz... 

keresteden vatan yapan adam

Yine memleketin kabak tadı verdiği günler... Hukuksuz, standartsız, medeniyetsiz günler. Başka bir dünya mümkün değil diye diye içimize çöktük ama 'başka'yı mümkün kılanlar hep var. GQ'ya hem şaka hem gerçek mikroülkeler'i yazmıştım geçen sene. Onlardan birini, Ladonia'yı (Ladonya) hatırlayalım madem. İlham için. 

***
Bir tabela yok. Nereye gittiğinizi bilmiyorsanız kaybolmak işten değil. İsveç’in güneyinde, Kullaberg Yarımadası’ndaki doğal koruma alanında yer alan Ladonya mikrodevletini bulabilmek için ormanın içinde iki buçuk kilometre yürüyüp denize ulaşmak gerekiyor.


Zahmetli ama vardığınızda ülkenin kalbini, Nimis’i de kestirmeden keşfetmiş oluyorsunuz. 
75 tonluk bir heykel Nimis. İsveçli sanatçı Lars Vilks tarafından, suların sürüklediği ağaç dalları kullanılarak yapılmış, türünün özgün örneği bir eser. Esasen bir labirent… Yapısı tıpkı ülkenin kendisi gibi epey dolambaçlı. Bu yüzden de cuk diye yerine oturuyor.

Vilks’in bu garip ülkesi, kurulduğundan itibaren davalarla uğraştı. İsveç hükümeti “Tamam kardeşim sanatsa sanat, oynadın bitti, tadımızı kaçırma” diye Vilks’e yüklendikçe, sanatçı dozu artırdı. 1996’da bir de bağımsızlık ilan etti örneğin. 
Yetmedi, Nimis’i dünyaca ünlü sanatçılara sattı (Önce Joseph Beuys’a, o ölünce de Jeanne – Claude ile Christo’ya)… Hükümet “Yıkıyorum” dedi; o, Nimis’in yanına kat çıktı (yeni yapının adını da ‘Arx’ koydu).
Yetmedi, vatandaş kabul etmeye başladı. Özellikle de göçmenlere seslendi (Üçüncü dünyadan birçok göçmen orayı gerçek bir ülke zannedip başvurmuş). Bu da kâfi gelmedi, elçilik açtı.
Yabancı ülkelere resmi ziyaretlerde bulundu. Birini kraliçe ilan etti. Sonra onu düşürdü bir başkasını getirdi. Sanatçı Vilks Ladonya’yı nihayet 17 bin fahri vatandaşlı, yılda 40 bin turistin gezdiği bir ülke haline getirdi. Daha başarılı bir sözde devlet olabilir mi?

GQ Türkiye'de Haziran 2015'te yayımlanan 'Pasifik'e Doğru Ülkemi Göreceksin Sakın Şaşırma / Mikroülkeler' başlıklı yazıdan...

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...