yurttaşlığı başbakandan öğren



Biraz da yeni mekândan haber geçelim. Hollanda'da işler, Türkiye'nin tam tersi yönde akmakta. Burada ana konular değil, detaylar enteresan. Bizim memlekette esası tartışmaktan usule hiç gelemediğimizi düşünürsek, farkı anlarız. Neyse, bu meseleye daha sonra girerim, şimdi konuya atlayalım. Önce bir soru: Bir başbakanın ülkeyi yönetmekten başka ne işi olabilir?

Eh, yığınla meslek saymak mümkün. Ama Bugünlerde Hollanda’ya bakarsanız enteresan bir alternatif görebilirsiniz. Ülkenin geçen ay kurulan kabinesinin başındaki Mark Rutte, sürdürmekte olduğu bir başka işe, öğretmenliğe de devam etmekte kararlı. Hollanda’nın ilk liberal başbakanı Rutte, seçimden önce ve aylar alan kabine pazarlıkları sırasında, Lahey’deki Johan de Witt College’da her hafta iki saat sosyoloji ve yurttaşlık bilgisi dersi veriyordu. İşleri muhtemelen başından aşkındır ama Parlamento’ya derslere devam etmek istediğini çoktan bildirdi. Buna göre, Rutte, derslere, kabine toplantısıyla çakışan Cuma yerine Perşembe günü girecek.

Rutte'nin dersi başka güne kaydırma stratejisi hoş. Gerçi bunu bir de öğrencilere sormak lazım; mesela dersi kırarsanız, kendini sizden sorumlu hisseden bir Başbakan evi arayabilir. Yine de devletin en tepesindeki adamdan alınan bir yurttaşlık bilgisi dersinin nasıl geçtiğini görmek isterdim. Soracak çok soru olmalı.

kitaplarını düşürmeden koşan çocuk



Bir masal daha bitti. Tiyatrocuların sahnede ölmek istemesi gibi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük uzun mesafe koşucusu, kariyerine New York sokaklarında, tam olarak Queensboro Bridge’de son verdi.

Haile Gebrselassie… Afrika’nın en zorlu ülkelerinden birinden, Etiyopya’dan geldiğini bağıran ismini televizyonda işitmeye ne kadar alışmıştık. Rahmetli Kenan Onuk da, anlattığı koşularda, yarışı en önde onun bitirdiğini söylemeye alışmıştır herhalde.

Bu defa bitiremedi. Uzun mesafelerde iki olimpiyat altınıyla 27 dünya rekoruna ve sayısız maraton birinciliğine sahip Gebrselassie, dizindeki sakatlık fazlasına izin vermeyince Pazar günkü New York Maratonu’nu tamamlayamadı ve göz yaşları içinde artık bıraktığını açıkladı.

Masalsı ismi, sadece atletizm pistlerine değil, masallara da yakışıyordu gerçekten. Fakir bir ailenin on çocuğundan biriydi. Okula gitmek için her gün 10 kilometre koşup, aynı şekilde geri dönüyordu. Koşmayı bu şekilde öğrendi. Tuhaf koşu stili de o günlerden kaldı. Gebrselassie, kazandığı ve kazanmadığı bütün yarışları, sanki koltuğunun altında hâlâ okul kitapları varmış gibi, sol kolunu bükerek koşuyordu.



Artık koşmayacak, ne yazık. Spor tarihinde bir devir daha biterken, sürekli atletizmden önemli bir şey olmadığını söyleyen Hıncal Uluç’un, Gebrselassie hakkında neler yazdığına baktım. Tuhaftır, henüz yazmamış (belki de hiç yazmayacak). Yazacak daha önemli bir şey var mı ki?

Bu Gebrselassie hakkında hoş bir klip:



Bu 2000 Sidney Olimpiyatları'nın efsanevi 10 bin metre finali



Bu da içinde bir sürü Gebrselassie olan Adidas reklamı

genç W'nun acıları (ya da anıları)


Fıkra değil gerçek; üstelik George W. Bush’un kendisi anlatıyor. Özetleyerek aktarıyorum:

Bush’un Rusya’ya yaptığı bir ziyarette, Rus başkan Vladimir Putin, Amerikan başkanına Koni isimli siyah Labrador’unu gösterir. Putin köpeğiyle pek övünmektedir ve Bush’a, “Benim Koni, senin Barney’nden (Bush’un köpeği) daha büyük, daha güçlü ve daha hızlı,” der.
Çok sonra bir gün Bush, bu olayı Kanada Başbakanı Stephen Harper’a anlattığında şöyle bir cevap alır: “Sana sadece köpeğini gösterdiği için şanslısın.”

W. Bush’a katlanabilirseniz, dahasını da okuyabilirsiniz; çünkü ABD’nin 43. başkanı nihayet anılarını yayımladı. Decision Points adını verdiği kitabında, W, ulusunun (ve dünyanın) kaderini belirleyen anlarda nasıl karar aldığı veya alamadığı üzerine samimi bir analiz sunuyor. Samimi diyorsam yanlış anlamayın, kendini yerin dibine batırdığı yok; sadece birtakım bilgilendirme hataları yüzünden bazı kararlarında yanlış veya aceleci davranmış olabileceğini itiraf ediyor. 9/11’i, Irak’ın işgâlini, Afganistan’a yığılan birlikleri, Katrina Kasırgası’nı ve ekonomik krizi düşünün. Adam aceleci davranmış!

Kitapta birtakım dokunaklı detaylar da var. Örneğin Katrina sonrasında, siyahi şarkıcı Kanye West’in kendisine ırkçı göndermesi yapmasını (tam olarak, Başkan’ın siyahları umursadığını sanmıyorum, demişti) başkanlık döneminin en kötü anı olarak tanımlıyor. Bunca olay dururken bunun içine oturması tuhaf.

İlla sadece kişisel bir kötü an seçilecekse, benim oyum 4 yıl önceki G-8 zirvesi sırasında Almanya Başbakanı Angela Merkel’le yaşadıklarına gider. Fotoğraflara bakınca da hatırlayacaksınız; Merkel’in oturduğu masaya seğirten Bush, birdenbire ellerini her şeyden habersiz Alman Başbakanı’nın omuzlarına koymuş ve kısa bir masaj (!) yapmıştı. Merkel bunu hiç hoş karşılamadı tabii.

Eski başkan, iyi tanımadığı bir kadına nasıl davranması gerektiğini bilmiyor olabilir mi? Olabilir pekâlâ, Teksas usulü samimiyet diyip geçmiştir belki; ama o kadar insanın (ve bütün dünyanın) önünde şu yaptığından mahcup olmadıysa, hiçbir şey ona kötü hissettiremez bence.

Aşağıda bu posta konu olan üç ismi çene çalarken görüyorsunuz. Erkekler sidik yarıştıradursun, Merkel’in, özgüven açısından Putin’den de Bush’tan da fersah fersah ötede olduğu çok açık.

yenildik ama ezilmedik



Bu rugby epey sert bir oyun. Benim için de biraz tuhaf; Yeni Zelanda - İngiltere'den başka bir rugby karşılaşması yok sanki. Şimdi zorunluluktan BBC seyrediyorum; sürekli bu ikisinin maçına denk geliyorum. Kiwiler sürekli gagalıyor kırmızı urbalıları. İngilizler de yazık, hep bir umut, yeniden maça çıkıyor.

Ama olmuyor... İngilizler azıcık geliştiriyor kendini, yine kâr etmiyor. Bugün Sunday Times şu manşeti atmış sonunda: Beaten but not broken. Türkçesi, "Yenildik ama ezilmedik." Görünce içim soğudu tabii. O manşeti bizim attığımız günler geçti ama olsun. Şimdi İngilizler düşünsün...

Yürüyün be Kiwiler!

ecevit usulü tasfiye - davul kim tokmak kimde?



CHP yeni bir dönemece giriyor. Ya da şöyle söylemeli: Kemal Kılıçdaroğlu gerekli hamleleri yaparsa yeni bir dönemece girecek. Yoksa eski tas eski hamam. Partinin boyu bir santim bile uzamaz.

Parti, cumhuriyet tarihi boyunca bunun gibi çok virajı aldı. Tasfiye operasyonlarının, kelle almaların ve evet, genel başkan devirmelerin öyküsü ciltler doldurur. Aşağıdaki alıntı 1960'dan sonra CHP'ye giren, partinin en üst kademelerinde görev yapan ve katıldığı her toplantıyı kayda alma gibi bir alışkanlığı bulunan eski parlamenter ve devlet bakanı İsmail Hakkı Birler'in biyografisinden. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, partinin 3 Temmuz 1970'te düzenlenen 20. Olağan Kurultayı'nda konuşuyor. Kurultaydan önceki ortamı aktaralım: İsmet İnönü önderliğindeki CHP, 1969 genel seçimlerinden 1965'e göre oy kaybederek çıkmıştır; seçim kampanyası sırasında meydan meydan dolaşan Genel Sekreter Ecevit halkın gözdesidir ama onun yürüttüğü ortanın solu politikalarına özellikle de toprak reformuna karşı partinin statükocu merkezlerinde direnç birikmeye başlamıştır. Genelde Ecevit'i destekleyen İnönü de yavaş yavaş genç politikacıdan yüz çevirmeye başlamış Ankara'daki politbüroya teslim olmak üzeredir.

Sözü tekrar Ecevit'e verelim:

"1969 seçimlerinden sonra 'oy kaybından sonra Ecevit'in iniş dönemi başladı' dendi. Bir huruç harekâtı yapıp Ecevit'i iş başından bir an önce uzaklaştıralım havası esti. Kesin olarak şunu ifade etmek istiyorum ki, oy kaybına da uğrasak, belirlediğimiz seçim stratejisinden dönmemeye kararlıyım. Biz artık Türkiye’de olaylara bürokrat aydın açısından bakmıyoruz. CHP'de bakış açısı değişmiştir. CHP'nin devrimcilik görüşü değişmiştir. Şimdi devrimcilik sözünden altyapı devrimciliğini anlıyoruz. CHP'de kapalı politikadan açık politikaya geçilmiştir. Kadro değişikliği olmuştur. Bu kadro değişikliğini siz yapıyorsunuz, tükenenler kendi kendilerini tasfiye ediyorlar.
Aslında istenen şu, ben köy köy, kent kent dolaşacağım, davul benim boynumda olacak, genel merkezde de, tokmak elinde birtakım yöneticiler bulunacak. İstiyorlar ki, Ecevit davul olsun, eski saray politikası yaparak, Ankara'da oturup onlar çalsın. Ben bu şekilde genel sekreter olamam. Ben İnönü'ye rağmen genel sekreterlikte bulunmam, aklımı yitirmiş olmalıyım ki İnönü'ye rağmen genel sekreter olacağım, diyeyim. Olmam.
Atatürk ve Devrimcilik kitabımla huzurunuza çıkıyorum. Devrim yapmak isteyenler, halka gitsinler. Atatürk’ün saraydan çıkıp halka gittiği gibi. Kitle partisiyiz diye aracılar, tefeciler hakkında bir şey söyleyemeyecek miyiz? Bizim yaptığımız, Türk halkını sömürücülerden kurtarmaktır. Çember iç alanımıza da girdi. Bizi boğacak gibi oluyor. Teksas'taki petrol şirketi, İngiltere'deki boraks şirketi ve Kızıl Çin stratejileri CHP'yle uğraşıyor. Daralan çemberin içinden CHP'yi siz kurtaracaksınız. Benim gücüm yetmez buna.
Gezdiğim birçok köyde 'Burası toprak reformu bölgesidir', tabelalarının dikildiğini gördüm. 'Bu köyde toprak mücadelesi yapılıyor', şeklinde pankartlar okudum. Bunlara elbette devrimci eylemdir, diyeceğim."

İsmail Hakkı Birler - CHP ile geçen bir hayat. Hazırlayanlar:Şengün Kılıç Hristidis-Ersel Ergüz. İŞ Bankası Kültür Yayınları

sevinmek için sevmedik



Aradan epey zaman geçmiş. Şaka değil, kupayı en son 1954’te kaldırmışlar. Bu takımın, yani San Francisco Giants’ın şampiyonluk göremeden yaşayıp ölen taraftarları var. Yazık.

Beyzboldan anlamam; ama en az futbol kadar ciddi bir tutku olduğunu biliyorum. Bu yüzden geçtiğimiz Pazar günü World Series’da şampiyon olan Giants taraftarları adına onlar kadar sevindim. Takımı maçı kaybederken tribünleri terk edenler, televizyonunu kapatanlar, karşılığında bir kupa alamasalar da desteğe devam eden bu bahtsız taraftarları anlar mı? Hiç sanmıyorum.

Sevinmek için sevmedik, diyen bir tezahürat var ya, işte o, en çok bu arkadaşları anlatıyor. Doyasıya sevinsinler artık, haklarıdır.

Giants, 1957’de San Francisco’ya taşınana kadar New York şehrinin takımıydı. 1954 şampiyonluğu da orada kazanıldı.

nasıl görünmez olunur?



Önemli ayrıntılar gündemin hayhuyu içinde kaybolup gidiyor. Semin’in (Gümüşel) Newsweek Türkiye’nin son sayısındaki röportajının başına da aynısı gelsin istemem. Çünkü mesele, üzerinde bütün ülkenin hararetle tartışması gereken “gerçek” bir mesele.

Semin, Bilkent Üniversitesi’nden Dilek Cindoğlu’yla konuşmuş. 20 yıldır toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine çalışan Cindoğlu, TESEV için yazdığı “Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar: 2010 Türkiyesi'nde Ayrımcılık Meselesine Yeniden Bakmak” raporunda, İstanbul, Ankara ve Konya’da görüşmeler yaparak ciddi bulgulara ulaşmış. Bunlar elbette röportaja da yansıyor ve iş hayatında kadınlara yönelik ayrımcılığın hiç tahmin edilmeyen noktalarda da yaygın olduğunu gösteriyor. Dilerseniz, röportajın tamamını dergiden okursunuz (ki mutlaka okuyun, derim), ben Cindoğlu’nun sözlerinin bir bölümünü yine de buraya alayım:

“Araştırma dini hassasiyetleri olan özel şirketlerde dahi başörtüsü yasağının dolaylı etkisinin olduğunu; bu yasağın, iş hayatının tamamına farklı derecelerde de olsa yayıldığını gösterdi. Bu, kadınların iş piyasalarında var olmasını doğrudan etkiliyor. Peruğunu takan, üniversiteye giriyor. Ama peruğunu takan her iş yerine giremiyor veya yükselemiyor. Bu, artık İslamcıların değil, kadınların meselesi. Kadınların iş hayatında az olduğu bir dünyada yaşamak, başörtüsüz kadınlar için de zor.

“Başörtülü kadınlardan geri planda kalmaları, hatta görüşmecilerin defalarca tekrar ettiği gibi ‘görünmez’ olmaları beklenebiliyor. Bence araştırmanın en vurucu sonucu şu, insanlar bağnaz, tutucu veya tümü laik olduğu için değil, şirketler rantabl iş yapabilmek için başörtülü insan çalıştırmak istemiyor. Bu yasak hukukla başlıyor, iktisatla pekişiyor.”

Hep İslamcı bir sosla sunuluyor; ama bence mesele başından beri, öncelikle kadınların meselesi. Başörtülü kadınlar, üniversite kapısında da iş hayatında da, aynı görüşü savundukları erkeklerin arkasında kalıyorlar. Üniversitede hadi kanunlar izin vermiyor diyelim; peki çalıştıkları yerlerde onlardan yine de “görünmez” olmalarını isteyen ‘İslamcı’ erkeklere ne demeli? Riyakâr kelimesinin sözlükte güzel bir karşılığı var.

Resim Magritte'in

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...