blöfçünün edebiyat rehberi

İtiraf herkesi rahatlatır... Book Riot'takiler de itiraf edip (biraz da başkalarının itiraflarını didikleyip) rahatlamış. Bir dolu kitabın yanından bile geçmediğimiz halde kendimizi onları okumuş gibi gösteriyoruz, diyorlar. Yukarıdaki grafik işbu blöfçülüğün belgesi... Muhteşem Gatsby, 1984, Gurur ve Önyargı, Bülbülü Öldürmek, daha niceleri... Birçoklarının, okumadığı halde üstüne atıp tuttuğu kitaplar.

Grafiğin sağ yarısında da "sürekli aklımda ama bir türlü fırsat bulup okuyamadım" denilen kitaplar duruyor. Bence pek fark yok. O kitaplar da ilk fırsatta sol tarafa, yani blöfün serin, püfür püfür koridorlarına geçiyor.

Derdim şu: Memleket için de böyle bir grafik hazırlansa keşke. Dün bu dileği (ve grafiği) Twitter'da paylaştığımda, mevzu biraz harladı. Birkaç itiraf geldi bile. Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ı mesela epey itirafa konu olacak, belli. Bilimum Orhan Pamuk ve Elif Şafak kitapları da...

Korkak güreşmek yok. Kendi itirafımı buraya düşmeyecek değilim: İnce Memed'in sadece ilk cildini okudum ama sorsanız tümü hakkında ahkam keserim (neyse, buraya kadarmış demek ki!)

Eşelersem daha da çıkar.

Siz de eşeleyin!

Book Riot'taki yazı için buraya.

yalancılar kayıt altına


Bu aralar yalanlarla yürüyoruz. En üst düzey siyasetçiler gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Her zaman böyleydi, tamam da, bu denli pervasız hiç olmamıştı sanki. En basiti Dolmabahçe'deki cami.  Ayrıntıları biliyorsunuz...

Bundan sonra ne olacak peki? Hiç söylenmemiş gibi mi davranacağız? 

Newsroom'un ilk sezonundan dördüncü bölüm tam da bu konuyu işler. Mesele Obama'nın Hindistan gezisi masrafları. Birdenbire ortaya çıkan bir haber, gezinin ABD'ye günlük 200 milyon dolara patladığını söyler. Kaynak yok, kanıt yok, sadece bir cümle... Bu da ülkenin kadrolu faşistlerini azdırmaya yeter. Obama'nın vatandaş parasıyla sefa sürdüğü üzerine sayfalarca yazılıp çizilir, yayın yapılır.  

Müdahale gecikmeli de olsa Newsroom'dan gelir. Anchorman Will McAvoy ve ekibi konuya el atar ve iddianın asılsızlığını kanıtlarla çürütür. Haberi kapatırken, McAvoy, konuyu en çok harlandıran üç kişiye, Temsilciler Meclisi üyesi Michelle Bachmann ile iki ünlü neocon radyocu Glenn Beck ve Rush Limbaugh'ya atfen şunları söyler: 

"Halka bile isteye ve sadece kendi çıkarlarını gözeterek yalan söylediler. Bu kişiler bundan sonra tıpkı cinsel tacizciler gibi yasalarca kayıt altına alınmalı ve hayatlarının sonuna dek isimleri önce bu yalanla anılmalı."

Dizi belki, kurgu murgu ama söylenmesi gereken bazen tam da bu. Yoksa unutuyoruz. 

Bu arada, Newsroom çok eleştirildi ama söz konusu dördüncü bölümün finali bence en iyi kapanışlar arasına girer. Mevzu Kongre üyesi Gabrielle Giffords'un vurulması. Eşlik eden şarkı Coldplay'den Fix You. Yukarıda izleyebilirsiniz. 

şeyh uçmaz mürit uçurur







dinle sayın başkan


Varlığı, gazeteci veya değil, hepimiz için ilhamdı, ilham olmaya devam edecek. Efsane Beyaz Saray muhabiri Helen Thomas 92 yaşında öldü. Üç yıl evveline kadar görevine devam ediyor ve Amerikan başkanlarına muhatap oldukları en sert soruları yöneltiyordu.

Öyle böyle değil, başkanların kursaklarında daimi bir kılçık olarak kalana dek bir gazetecinin gidebileceği en zor yollardan yürüdü. Elbette kadın olduğundan. Popüler bir karşılaştırma için şöyle diyeyim: Mad Men'deki kadın reklamcıların yaşadığı sıkıntıları düşünün ve misliyle çarpın. Kariyerinin ilk on iki yılı boyunca, sabah beş buçukta iş başı yaptırılıp, radyolar için kadınlara yönelik basın bülteni yazmaya zorlanan birinden bahsediyoruz.  

Devamı bir ömür... Kariyerinin sonunda geldiği noktada, Beyaz Saray toplantılarının sadece ona mahsus, sırtında adını taşıyan ön sıra koltuğu, ilk soruyu sorma ayrıcalığı, dahası başkanın konuşmasını durdurma hakkı... Bize inanılmaz gelecek ama Thomas, başkanın basın toplantısında yeterince anlattığını düşündüğünde, "Thank you Mr. President" diyerek soruları başlatıyordu. En saf halinde gazeteci inisiyatifi...

İlk fırsatta okuyacağım son kitabının ismi bile (Listen Up Mr. President - Dinle Sayın Başkan) bugünlerde içime bir ferahlık veriyor. Toprağı bol olsun. 


Hayat hikâyesi içinse Guardian'da çıkan şu anma yazısına bakabilirsiniz.
  


kendi kapağını kendin yap - gezi özel




Al Jazeraa Magazine'nin Temmuz'daki özel Türkiye ve Gezi Parkı sayısını biraz geç gördüm. Dergi sadece ipad'de olduğu için sanırım memlekette de yankı uyandırmadı ama epey emek var. Özellikle de alternatif kapaklarında. Tasarlayanlar, okurun figürleri sürükleyerek kendi kapağını ortaya çıkarmasını mümkün kılmış. İyi iş. Aşağıda alternatifleri göreceksiniz. Sonuncuya özel dikkat. 





fremdschamen

Almanca'da var bu sözcük, bizde yok. Yine de karşılığı her insana yük. İçinize ince ince işliyor.

Başkası adına utanmak demek. Birisi kendini rezil ederken, onun için utanmak.

Bugünlerdeki hissim bu. Hiç geçmeyecek gibi geliyor. Geçsin. 

yüzde elli ne istiyor?

Bütün bu hengame içinde cevabını çok merak ettiğim bir soru var. Hiç kimseden de duymadım.

Malum, Başbakan Gezi Parkı'nda Topçu Kışlası'nı ille de istiyor. Protestocular ise parkın olduğu gibi kalmasını, hiçbir ağaca zarar verilmemesini talep ediyor. Erdoğan ilkin şunları söylemişti: "Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap işlet devret modelini düşünüyoruz."

Yukarıdaki alıntı geçtiğimiz Şubat'tan. Başbakan şimdilerde bunların bahsini bile etmemiş gibi davranıyor.  Mahcup bir geri adım attı ve artık oranın sadece şehir müzesi olacağını anlatıyor. Tabii yargıdan izin çıkar, plebisitten de istediği sonucu alırsa...

Gelelim cevabını merak ettiğim soruya. AKP seçmeninin Gezi Parkı tasarrufu nedir gerçekte? Orada Topçu Kışlası'nı mı görmek istiyorlar? Başka bir alternatif düşünürler miydi? Park mı? Cami mi? Kütüphane mi? AVM mi? Başbakanın tabiriyle 'yüzde elli'ye Taksim'de ne istedikleri gerçekten hiç soruldu mu?

Bir talep duymamamız "Başbakan ne isterse biz de onu istiyoruz" anlamına mı geliyor? Hiç sanmıyorum.

ay sarayında