dünyanın ucundaki feribot

Dünyanın en güzel plajları orada... Okyanus dalgalarında yıkanan filler orada. Kumsala sıfır, dev ormanlar orada. Gökkuşağının her renginde envai çeşit balık, papağanlarla dolu bir mini ada, denizin içinde yürüyen insanlar, kıpkırmızı, masmavi, yemyeşil gökler orada... Modern dünyaya ait hiçbir Allah’ın kuluyla ilişki kurmak istemeyen, kendini dışarıya tamamen kapatmış, kadim yerli halklar orada.

Coğrafi tarif verelim: Andaman (ve Nicobar) Adaları, Bengal Körfezi’nin yanıbaşındaki Andaman Denizi’nde irili ufaklı tam 572 adadan oluşuyor. Tayland’a çok yakın ama Hindistan’a bağlılar. Çok azında (40’a yakın) insan yerleşimi mevcut. Birçoğu turizme kapalı. Bazılarına, örneğin Kuzey Sentinel Adası’na isteseniz dahi ayak basamazsınız. Oradaki yerli halkı gören bilen yok. 

Diğerlerinin arasındaki ulaşım, tahmin edersiniz, deniz yoluyla. Genelde küçük, derme çatma feribotlar bunlar; bir binen bir daha binmeye çekiniyor. Ama içlerinden biri, heybetli görüntüsüyle, konforuyla kolayca aralarından sıyrılıyor. İsmi Samsun... Evet, Samsun! Bir zamanlar İstanbul’dan İzmir’e yolcu taşıyan ünlü Samsun feribotu, bugün dünyanın bir ucunda, tamamına yakını Türk mürettebatıyla bir adadan diğerine yol alıp duruyor.  Dünya üzerindeki cennette ulaşımı Türkler sağlıyor. 
Samsun orada ne arıyor? Öğrenmek için birkaç yıl öncesine uzanalım. İki binli yılların başında önce İstanbul-İzmir arasında yolcu taşıyan, ardından da Yunan adaları arasında cruise seferleri yapan Samsun’un kısmetine yaklaşık iki buçuk sene önce dünyanın bir ucundaki bu adalar düşmüş. Feribotun sahibi Denizline firması, Andaman Adaları’nı kalkındırmak, oradaki iç ve dış turizmi hızlandırmak isteyen Hindistan hükümetine taşıtı kiralamış. Samsun o gün bugündür uzak denizlerde geziyor. 350 kişilik yolcu kapasitesiyle, adaları ve adalıları birbirine bağlıyor.

Geminin süvarisi (birinci kaptan) Semih Salgıncı’ya ‘cennette hayatın nasıl geçtiğini’ soruyorum: Mesai mesaidir tamam da her gün büyüleyici bir manzaraya uyanmak insanı gençleştiriyor mu? Yoksa bıktırıyor mu güzellik? Çarkçısından aşçısına yirmi küsur Türk’ün canının sıkıldığı oluyor mu; mümkün mü böyle bir şey?

Hararetle anlatıyor Semih Kaptan: “Buraya gelmek zaman makinesine binmek gibi. 2014 Türkiyesi’nden 1940’lara ışınlandığınızı düşünün. İnsanlar, arabalar, evler sanki on yıllarca öncesine ait... Ama tüm bunlar muhteşem bir doğanın, doğal yaşantının içinde. Her şeye hayret ediyorsunuz. Kıpkırmızı deniz olur mu? Oluyor. Güvercin kadar kelebek olur mu? Oluyor!”

Andaman Adaları’nda boyutlar Türkiye’de alıştığımızdan fena halde farklı. “Küçük diye ayırdıkları balığı tarttım, 26 kilo geldi” diyen Semih Kaptan’ı onaylıyor doğa. Avda standartlar yüz kilolarla ölçülüyor. Yengeçler koca koca tabaklara sığmıyor. Duvarlarda dev kertenkeleler geziyor; özgüveni yüksek sürüngenler bunlar; insandan kaçmıyorlar. Hatta cesareti olana kendilerini sevdiriyorlar. Ama yaklaşmaya asla cesaret edemeyeceğiniz türler de var. Adaların başkenti konumundaki Port Blair açıklarında yüzen tuzlu su timsahları, yedi metreye ulaşan boyları, iki tonluk ağırlıklarıyla oraların kralı. 
Bir de diğer krallar var. Yani Andaman’ın en eski sakinleri... İrili ufaklı bu yüzlerce adada kimin kim olduğunu anlamak zor ama kolaylaştırmak için şu kadarını söyleyelim: Bir kısmı yüzyıllar içinde Doğu’dan göçen ‘çekik gözlü’ halk, bir kısmı iki saat dilimi uzaktaki Hindistan anakarasından gelip adalara yerleşenler, bir kısmı yine Hindistan’dan gelen memur ve bürokratlar. Geriye kalanlar, adaların yerli halkları. Ne zaman, nereden geldiler, hep orada mıydılar, haklarında çok az şey biliniyor. Kuzey Sentinel Adası halkıyla hükümet bile temas kuramıyor. Ama bir başka yerel halk Jarawalarla temas sağlanmış. Hindistan, kendini dünyadan saklamayı seçen bu insanlara ancak sağlık hizmeti götürebiliyor. O da ancak talep ederlerse. Çoğunlukla Andaman Adası’nın içlerindeki sık ormanlarda yaşayan Jarawalar, meraklı gözlere kendini göstermiyor. 

Samsun’un durumunu kontrol için sık sık Andaman’a gidip aylarca orada kalan Kaptan Deniz Bayram, en tuhaf seyahatini bu adada yaşadığını anlatıyor: “Adayı boylamasına aşan bir yol var. Yolun ormana girdiği noktada sizi askerler bekliyor. Onların eşliğinde ve ancak konvoy halinde seyahat edebiliyorsunuz. Durmak yasak. Her ne olursa olsun duramazsınız. Çok zor ama ormanda bir kabile üyesi görürseniz temas kurmak imkânsız. Askerler sürekli gözetliyor.”

Türkler tesadüfleri sever. Gemi Mühendisi Cenk Oral Gezici, ormandan geçerken birdenbire ağaçların arasından çıkan Jarawa kadınlarıyla karşılaştıklarını söylüyor: “Yolun kenarına gelip araçları seyrediyorlardı. Duramadık tabii. O eski kabile resimlerindeki gibi vücutları neredeyse tamamen çıplaktı. Tam yanlarından geçerken birisiyle göz göze geldim. Bir şeyler söyledi bağırarak. Kim bilir ne dedi!”
Kaptan Bayram ile Mühendis Gezici Jarawalarla karşılaştıkları ormandan geçip, dünyanın tek papağan adasına ulaştılar. Baratang Adası’nın bir parçası olan bu eşsiz yerde, binlerce papağanın akşamüstü hep birden yuvalarına dönüşünü seyrettiler. İnsan böylesi anları kaç defa yaşar! Andaman Adası’nın Türk denizcilere sundukları arasında böyle epey heyecan var. Bayram Kaptan, Time dergisinin dünyanın en iyi kumsalları arasında gösterdiği Havelock Adası’ndaki ‘7 Numaralı Sahil’de yüzdü, balık tuttu. Semih Kaptan, ayağında kurşun ağırlıklarla denizin dibinde, binlerce balığın arasında yürüdü (‘Seawalking’ isimli bu aktivite adalarda çok popüler). Dünyanın ucunda kale kurup futbol oynadılar, okyanusa vuran mehtabı seyrettiler, anlaşılmaz bir dünyayı anlamaya çalıştılar. 

Bir de anlamadıkları, alışamadıkları var. Tayland’ın dibindeki adalar Hindistan’ın saat dilimini kullandığından, günün sabah saat dörtte başlamasına alışamamışlar mesela. Ortamın “Denizcinin her limanda sevgilisi olur” klişesine hiç uygun olmamasını yadırgamışlar. Son derece muhafazakâr bir toplum, sıfır sosyallik... Andaman’ın fena halde mahrumiyet bölgesi olması da cabası. Kolu kırılan elektrikçinin on kilometre ötedeki sağlık merkezine gitmesi dört saat, oradaki tek röntgen cihazının ısınmasını bekleme iki saat, bozuk röntgen filminden dolayı her şeyin boşa gitmesi ömür törpüsü! En fenası efkâr elbette. Özellikle de mesele Türk’ün efkârıysa. “Rakı yok tabii” diyor Semih Kaptan, “Şu muazzam manzaraya bakıp efkârlanmak rakısız olmuyor.”


Bunlar sorun değilse, dünyanın en huzurlu yeri işte burası.

7 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Pazar'da yayımlanmıştır

üniversiteye mi gidiyorsun delikanlı

Geçen hafta. Yağmurlu bir sabah. Karaköy... Hızlı adım röportaja giderken ayakkabımın bağcığı çözüldü. Büyük düz beton saksılar var bilirsiniz, bank değil, aslında saksı da değil, bir şeye benzemezler. Her neyse tam da öyle bir şeyin yanından geçiyorum. Çantamı üzerine koydum o şeyin, ayağımı da dayadım, bağlıyordum. 

Çantayı koyarken, o ‘saksı gibi şeyin’ içine güzelce oturtulmuş üç dört bira şişesi gördüm. Bir tanesi dolu. “Hah zula” der demez içimden sahibi de bitti yanımda. Zaten iki adım ötede denize bakıp sigara içiyordu; döndü geldi. Yüzü gözü yağmurdan sırsıklam. Orta yaşlı, orta boylu, muhacir tipli bir adam. Sallanıyor. Akşamdan kalmış, belli ki sabah da devam ediyor. 

Çantayı fark etti herhalde; ben doğrulurken sordu: 

-Üniversiteye mi gidiyorsun delikanlı?

En az on, on iki yıl gecikmiş bir soru. Bozmadım, cevap da vermeyecektim ki, yeni soru geldi: 

-Lise mi yoksa?

Bu defa güldüm. Sarhoşluk güzel de, ayarsızlık fena. Olsun. 

-Otuz beş yaşındayım ben. Lise çağı geçti biraz.
-Hah, üniversite o zaman. 

Takmış adam üniversiteye!

-Onu bitireli de on beş sene oldu. Yaşımızı başımızı aldık artık
-Olsun, peki hangi üniversiteye gittin? 

Bırakmayacak bu konuyu, belli.  “Bari uluslararası ilişkiler demeyeyim” dedim. Bu konu uzar çünkü oradan. 

-Siyaset okudum.
-Ne olacaksın peki bitirince?

Kamera şakası desen değil. Saf da bir adam, yazık. Cevapsız bırakamıyorsun. 

-Abi, ben bitirdim zaten üniversiteyi.
-İyi işte, ne oluyor siyaset okuyanlar? 

Ne oluyor hakikaten? Neyse, fiks cevabımız var buna. Yıllardır kullanmamıştım. Ama unutmamışım.

-Kaymakam oluyor!
-E ne güzelmiş… Sen de olursun. 

Bozuk plak, yapacak bir şey yok. Bıraktım dağınık kalsın. Hem adamın keyfi yerinde. 

Ama ben röportaja gecikiyordum. 

-Okula gecikiyorum, dedim. 
-Hadi selametle kardeşim!

Uğurladı beni hararetle. Sonra eğildi birasını aldı. Tıpır tıpır yağmur yağıyordu. 

dünyanın en cesur köpeğinin muhteşem hikâyesi

Cesur sokak köpeği Arthur’un hikâyesi gelecekte film olacak. Orası kesin. Ama onun yaşamı filmlere taş çıkartıyor.

Olaylar Ekvador’da geçiyor. Kuzeyde Kolombiya, güneyde Peru arasında kalan, Pasifik Okyanusu kıyısındaki bu Latin Amerika ülkesinin toprakları, kıtanın yağmur ormanlarının bir bölümünün de ev sahibi. Sık ormanları, yüksek tepeleri, deli akan nehirleriyle Ekvador, insanoğlunun sınırlarını test etmesi için doğal zemin.

Fiziksel dayanıklılığın en üst düzeyde zorlandığı ‘Serüven Yarışı Dünya Kupası’ (Adventure Racing World Championship) bu yüzden kasımda Ekvador’daydı. Dünyanın dört yanından ekipler, Pasifik’e, And Dağları’na ve yağmur ormanlarına yayılan, günler süren 692 kilometrelik yarışa (koşu, yüzme, trekking, rafting ve bisiklet etaplarını içeriyor) katılmak için Ekvador’a geldi. Ama perişan görünümlü, aç susuz bir sokak köpeği sporcuların önüne geçti. Tamamen tesadüfen…

Bir köfte uğruna

Bisiklet etabının sonrasında, pestili çıkmış yarışmacılar birkaç saatliğine dinlenirken, İsveç’in ‘Team Peak Performance’ takımının kaptanı Mikael Lindnord’un gözüne yara bere içinde bir köpek çarptı. İsveçli sporcu, hızlıca bir şeyler atıştırmak için konservesini henüz açmıştı. Mecalsiz köpeğin haline acıyıp yanına gitti. Köftesini onunla paylaştı.

“Aslında böyle bir yarışta bir köpeğe yaklaşmamam gerekir. Hastalık taşıyor olabilirler. Hem bu köpeğin sırtı kan içindeydi. Çok kötü kokuyordu. Köfteyi verip döndüm. Koşmaya başladığımızda onu unutmuştum.”

Hep bir gözü açık uyudu

Köpek unutmamıştı. Yorgunluğuna aldırmadan Lindnord’un ekibinin peşine düştü. Uzaktan onları izlemeye başladı. Bir iki saat sonra onu fark ettiklerinde diz boyu çamurda geçilen bataklık bölgesindeydiler. Yorulup bırakacağını düşündüler. Yoruldu ama bırakmadı. Yağmur ormanlarına vardıklarında, o da ormana girdi.

‘Macera Yarışı’nda harita kullanılmıyor, kaybolmak çok kolay. İsveçli ekip de kayboldu; beş altı saatlerini böyle kaybettiler. Yorgunlukları dayanılmaz bir noktaya ulaştığında, Kaptan Lindnord mola kararı verdi. Köpek de onlarla beraber çöktü. Sporcular uyukluyordu ama köpeğin bir gözü hep açıktı. “Onu bırakıp gitmemizden korkuyordu” diye anlatıyor Lindnord.

Suda da yarıştı

Bırakmadılar. Artık beraber yürümeye de alışmışlardı. Yağmur ormanında elbette köpek maması bulacak durumları yoktu. Köpek, her öğünde bin kalorilik enerji yiyeceği tüketti. Güçleniyordu. “Girdiğimiz her köyde koca bir köpek gelip onu sıkıştırıyordu. Bizimkisi hiç korkmadı. Gururluydu. ‘Kral Arthur gibi cesur’ diye düşündüm.” Köpeğin adı Arthur kaldı.

Birkaç gün sonra 60 km’lik rafting etabı başlamak üzereydi. Organizatörler, İsveçli ekibe Arthur’u bırakmaları gerektiğini anlattı. Kanolar riskliydi. “Buraya kadarmış” diye düşündü Lindnord; Arthur’la vedalaştı. Ekip küreklere asıldığında, arkalarından önce bir feryat, sonra ‘şılllopppp” diye ses geldi. Arthur suya atlamıştı. Yüzüp kanoya yetişti. Lindnord da daha fazla düşünmedi. Organizatörlere kulak asmadan onu sudan çekip aldı.

“On kilo olduğunu düşünmüştüm ama 27 kiloydu. Kucağımdayken kürek çekmekte zorlanıyordum. Arada bir atlayıp kendisi de yüzüyor, balık avlıyordu. Döndüğünde de üşüyordu. Goretex ceketimi çıkarıp onu sarıyordum.”

“Sürekli ağlıyordum”

Böyle böyle yarışı bitirdiler. Kazanamamışlardı ama keyifleri yerindeydi. Arthur’la ne yapacaklarını düşünüyorlardı. Lindnord oralarda öleceğini anladığı için Arthur’u İsveç’e götürmeye karar verdiğini anlatıyor: “Bürokrasi yarıştan da uzun sürdü. İsveç’te tarım bakanlığı, Ekvador’daki yetkililer; hiç kimse izin vermiyordu. Uçağımızın kalkmasına 20 dakika kala çözdük sorunu. Ben bu süre boyunca sürekli ağlıyordum. Uçağın kargosuna yerleştiğine emin olmadan da nefes alamadım.”

Lindnord, uçağa binmeden önce karısı Helena’ya “Ailemiz dört kişi olacak” diye mesaj atmış (Bir buçuk yaşında, Filippa isimli bir kızı var). Ama Arthur’un ailesi artık daha da büyük: Bir ulus! Uçak İsveç’e indiğinde Arthur bir kahraman gibi karşılandı!

Yaraları iyileşiyor

Arthur şu an, bürokrasi gereği, bir hayvan hastanesinde, devlet gözetiminde. Lindnord’a en son ne zaman gördüğünü soruyorum. Perşembe günü görmüş. “Sırtındaki dört büyük yaradan üçü iyileşmek üzere, sadece birisi için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Arthur oyuna çok düşkün bir köpek. Hem çok da atletik. Onu görmeye gittiğimizde masaya bir kedi gibi kolayca sıçradı.”
Masaya sıçramak ne ki! Arthur, dünyanın en zorlu yarışlarından birini gık demeden bitirdi. Birazcık dinlenmeyi hak ediyor.
* 6 Aralık 2014 tarihli Hürriyet Cumartesi'de yayımlanmıştır. Fotoğraflar: Krister Göransson / Peak Performance Team 


intikam yavaş yenen bir yemektir




Shave it from 3DAR on Vimeo.

Doğadan geldin, doğaya döneceksin. Ne kadar aldıysan o kadar vereceksin. Hatta daha da fazla. Seve seve vermiyorsan, zorla vereceksin. İntikamını alacak doğa.

Evrenin o kadar da umrunda değilsin.

Doğayla inatlaşırsan, olası bir felaketin ardından birkaç yıl içinde sokaklarda yeni bir toprak tabakası belirecek; ağaçlar yavaştan kök salmaya başlayacak. Parklar, ormana benzeyecek. 100 yıl içinde bugün birkaç kayın ağacı ve çalılıktan ibaret korular, balta geçirmez ormanlara dönecek. 

Mesaj bu. Shave It!

Olağanüstü kısa animasyon Shave It’in olağanüstü akıllı maymunun yaptığı gibi intikamını ağır ağır, tadını çıkara çıkara planladıktan sonra alacak doğa. Acelesi yok. Bekliyor.

Arjantinli animasyon stüdyosu 3dar harika iş çıkarmış. Hele sona doğru, kendisi de bizzat çizgi karakter canımın içi Rita Pavone’nin Viva La Pappa Col Pomodoro’nun başlaması on numara hareket. Shave it!!



metali eritip öküzü ehlileştirdiğimiz dünyada

Önce biraz insanlık tarihi okuyalım. National Geographic kâşifi Paul Salopek anlatıyor: 

“ (…) İnsanoğlu Ortadoğu’dan geçtiği sırada durakladı. İki yüz bin yıllık gezginlikten yorgun düşen avcı-toplayıcı grupları Levant’in tebeşirli vadilerine yerleştiler. Güvenilir tatlısu kaynağı arayıp buldular. Çavdar, kavılca, keten… Yabani otları ekmeyi öğrendiler. Boynuzlarının genişliği iki metreyi bulan öküzleri ehlileştirdiler. Göçerliğin dayattığı avcılık sonsuza değin bir yana bırakıldı. Bunun yerine bu yeni yerleşimciler, taş taş üstüne koyup ilk köyleri, kasabaları, şehirleri inşa ettiler. Eritilmiş metal çıktı ortaya. Ticaret ve ordular da… Bütünüyle farkı bir dünya oluştu, gelişti, büyüdü -ve biz hâlâ o dünyada yaşıyoruz- Bu ‘Neolitik devrim’ 9-11 bin yıl önce yaşandı.”*

Uzun bir yol… Belki de yeterince uzun değildir. 2014 Türkiye’sinde önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ardından Başbakan Ahmet Davutoğlu, kadın-erkek eşitliği üzerine tuhaf tuhaf çıkarımlar yapıyor. Erdoğan’ın kadınla erkeğin birbirine eşit olmadığı, olamayacağını, kadının fıtratının buna izin vermediğini söylediğini hatırlayacaksınız. Daha birkaç gün önceydi. Bunun yerine, ‘annelik kurumunu’ öne çıkardı. Blogda daha önce, şurada yazmıştım. 

Dün de Davutoğlu girdi topa. “Bu eşitlik ‘mekanik’ olarak algılanıyor” dedi. Ne demekse ‘mekanik!’  Önemli olan ‘eşdeğerlik’ imiş. Sonra o azala azala bitmeyen İskandinavya intiharları muhabbetine girdi. Ve tabii ki kadının ailedeki rolüne:  

“Bugün insanlığın aile merhametine ihtiyacı var. Örneğin İskandinav ülkeleri de dünyanın en öncü ülkeleri ama intihar oranları da en üst düzeylerde. Neden? Çünkü modern toplumu kopardığınızda, ‘Madem ki bir tarafta şu vardır, diğer tarafta da bu olacak’ diye mekanik bir eşitliğe soktuğunuzda o zaman hayatı tamamlayıcılık ilişkisini de yok etmeye başlıyorsunuz. Madem ki kadınlarımız insan neslini devam ettiren o ulvi görevi yürütüyorlar, tabii ki anne olmadan önce ve sonra, dinlenmek ve çocuklarına vakit ayırmak hakkına sahiptir. Bunu vermek hak vermek değil, sadece bir borç ödemektir. Manevi bir borç ödemektir.” 

Dönelim Salopek’in notlarına… Upuzun bir tarih bu… 200 bin yıl boyunca gezmiş, avlanmış, yorulmuşuz. Sonra durup yerleşmişiz, öküzü ehlileştirip, demiri eritip, şehirler kurmuşuz. O da tutmuş topu topu 10 bin yıl. Salopek’in dediği ve devlet büyüklerimizin açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, belli ki, biz hâlâ o eski dünyada yaşıyoruz. 

Kısa, basit bir cümle: Kadın, erkek eşittir! Bugün bunu açık açık diyemiyorsa bir başbakan, bir cumhurbaşkanı, dert etmeyelim, yüz bin yıl sonra ona da sıra gelir elbet. Ben tarihin yavaş akmasından başka bir açıklama bulamıyorum. Sıra gelmedi herhalde. 

Stratejik derinliğimiz müsade ederse o da olacak. Enseyi karartmayın.  


* Paul Salopek, ‘Kutlu, lanetli, sahipli - Kutsal topraklarda adım adım’, Aralık 2014, National Geographic Türkiye.

ağaca tünemiş ejderha, apartman toplantısı ve sürpriz bir kıvılcım

Ağaca tünemiş bir ejderha… Düşlerden yontulmuş bir heykel. Sanatçı James Doran-Webb, bu ejderhayı bir yılda tamamlamış. Ağacın altında duran da onun kızı… Güzel bir çocukluktur böylesi herhalde. İngiliz Doran-Webb 26 yıldır Filipinler’de yaşıyor. Ahşap heykelleriyle tanınıyor. En bilinen eserleri de özel bir proje için hazırladığı at heykelleri. Bu heykeller nehirlerin sürüklediği, denizlerde kıyıya vuran dallardan, ağaç parçalarından yapılıyor. Düzelteyim, önce çelik bir iskelet, çevresine ağaç parçaları. Malzemesi doğada başıboş gezerken bulduğu parçalar olmasına rağmen, her bir kilo için bir ağaç dikiyormuş. Hedefi seksen bin ağaç. Fazlasını merak eden buradan ulaşsın. Diğer fotolar da aşağıda. 

Dünkü mevzu için farklı bir bakış açısı… Azerbaycan’da pulsuz askerlik yokmuş. Günlerin Köpüğü blogunun şu aralar Bakü’de misafir yazarı tatlı tatlı anlatmış. Burada.

Geçen haftaydı, kitapçıda bir delikanlına yanındakine Turgut Uyar’ın kitabını gösterip “Bu adamın kitapları çok konuşuluyor” diyerek Uyar’ı övdü. Twitter’a yazdım bu anı. Cevaplardan çıkan sonuç: Uyar’ın şiirleri artık dizilerin malzemesi. Ben de bir iki defa denk gelmiştim ama almış yürümüş meğer. E, kötü değil. 

Geçen gün hayatımın ilk apartman toplantısına katıldım. Eğlenceli bulacağımı düşünüyordum. Sıkıcıymış. 

Doğu Avrupalı Yahudilerin müziği klezmer’i ve ondan esinlenen müzikleri dinlemeye devam. Oralarda yaşarken maalesef denk gelmediğim Amsterdam Klezmer Band’in yoğun Balkan esintili şarkıları arasında bir kıvılcım çakıyor. Kötü kelime esprisi için affedin, son albümleri Blitzmash’daki Pandora isimli şarkıya, Türk asıllı Hollandalı şarkıcı Kıvılcım eşlik etmiş. Çok da güzel etmiş. 






bankaya yürüyüş kararı sayılacak, say



Bedelli çıktı ya, her yerde tantana. Karşı çıkanlar, sevinenler, goygoyunu yapanlar… 

Ben çoğu gazetenin mevzuyu haberleştirme şekline takıldım. Görsel tercihleri bir tuhaf.

Silahlarıyla atlayan zıplayan komandolar, savaş boyaları, ileri çıkartılmış göğüsler, esas duruşlar…

Yanlış olmasın, bu haberin muhatapları, askerlik adına, bir bankaya gidip gelecek en fazla. Hani “Her Türk asker doğar” safsatası vardır ya, sayfayı yapanlar da bedelli coşkusu mu yaşıyor acaba. Abartıyorlar.

Bir de, askerlikten anlaşılan ne? Tamam, bazıları çok çok zor koşullarda yapıyor da, askerlik çoğunluk için sonu gelmez içtimalar, kantin önü muhabbeti, yemekhane kuyruğu, mıntıka temizliği, sayılamayan yürüyüş kararları, bolca dedikodu… Doğu’da yapanlar dışında ben kimseden zorlu anılar duymadım. Belli ki askere gitmeyenler, kamuflajla birlikte savaş boyası da dağıtıldığını sanıyor.

Neyse, bedelli de kalksın, en iyisi öyle. 






eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...