güliver kompleksi


“Güliver kompleksi. Kendini ölçüye vurabilmek. Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine yaslanmadan gerçek hüviyetini tespit edebilmek. Aşağı yukarı elli yıldır yazıyorum. Kalktığım nokta ile bulunduğum nokta arasındaki mesafeyi nasıl ölçeceğim, ben ölçemezsem, muhayyel tenkitçi ne halt edecek?"

Cemil Meriç, Jurnal, 26.10.1980


aynı kırlangıç

Yazdan kalan:

Her gün bir kırlangıç giriyor içeri. Aynı kırlangıç mı? Öyle olduğunu hayal ediyorum. Hem olmasa da ne çıkar? İnsan sevdiklerini hep birbirine benzetir. Gönülden gönüle yol gizlidir. 

Resim, Utagawa Hiroshige

hayat, evren ve her şey

Yüce Han oyunla özdeşleşmeye çalışıyordu: ama şimdi de oyunun amacına akıl erdiremiyordu. Her partinin sonu bir kazanç ya da kayıptır: ama neyin? Üzerine oynanan şey neydi? Şah mat noktasında, kazananın eliyle düşürülüp kenara itilen şahın ayakları dibinde bir hiç kalır: siyah ya da beyaz bir kare. Özlerine varabilmek için fetihlerini soyutlaya soyutlaya son işlemle yüz yüze gelmişti Kubilay: imparatorluğun binbir hazinesi son ve kesin fethin yalancı kılıflarıydı yalnızca; düzgün, cilalı bir tahta parçasıydı fethedilen. 


Ve Marco Polo konuştu: “Senin satranç tahtanda iki ağaç kullanılmış efendimiz: abanoz ve akağaç. Aydın bakışının ısrarla üzerinde durduğu bu parça bir ağaç gövdesinin kurak bir yılda büyüyen halkalarından kesilmiş: lifler nasıl dağılıyor görüyor musun? İşte şurada belli belirsiz bir düğüm fark ediliyor: erken bir ilkbahar günü bir tomurcuk fışkırmaya çalışmış besbelli, ama gecenin çiyi geri çekilmeye zorlamış onu.”


Yüce Han o ana dek yabancının Tatar dilinde kendisini bu kadar akıcı, bu kadar rahat ifade edebildiğini fark etmemişti, ama onu asıl şaşırtan bu değildi.  


“İşte daha iri bir delik: belki de bir kurtçuğun yuvasıydı bu; tahtakurdunun olamaz, çünkü doğduğu andan başlayarak durmadan oyardı ağacı o, yapraklarını kemirerek ağacın kesime ayrılmasına neden olan bir tırtılın yuvası olmalı… Daha çıkıntılı komşu kareye tam bitişsin diye bu kenarı hafifçe yontulmuş marangoz keskisiyle…”


Boş ve düzgün bir tahta parçasında okunabilecek şeylerin kalabalığında boğuluyordu Kubilay; Polo konuşmayı, abanoz ormanlarına, nehirleri bir uçtan bir uca geçen kütük yüklü sallara, rıhtımlara, penceredeki kadınlara vardırmıştı bile…


Italo Calvino, Görünmez Kentler (Çeviren: Işıl Saatçıoğlu)


PS: Eğer erken değilse, azıcık gecikmeyle...

biri böler biri seçer

Yeni bir kitap üzerine yapılmış gazete röportajında karşıma çıkan gündelik bilgelik… ‘Mijn Leraar Verteelde Eens...’ (Öğretmenim Bir Defa Demişti ki) isimli kitap öğretmenlerden alınan hayat dersleri üzerine. Kitabın yazarı Jaap Toorenaar, kendi öğretmeninden aldığı hoş bir dersi aktarıyor: 

 “Öğretmenimiz bir defasında ölüm döşeğindeki çiftçinin karşılaştığı bir problemi anlatmıştı. Çiftçinin iki oğlu var, ne yaparsa yapsın eşit bölünemeyecek bir de arsası. Kimseyi üzmeden bu arsayı iki oğluna nasıl miras bırakacak? Sıkı bir problem. Çözümü de şu: Büyük oğul arsayı ikiye bölen çizgiyi çekecek, küçük oğul da iki parçadan birini seçecek.”


Buralarda bu hikâyeden türeyen “seç veya böl” diye bir laf da varmış; bilmiyordum. Bu güzel kıssayı bu öğretmenden yıllar sonra ben de öğrenmiş oldum. Hayatın her alanında kullanılacak nefis bir çözüm. Şimdilerde ‘kutuplaşma’ üzerine çok okudum, çok çalıştım; belki o yüzden fazladan hoşuma gitmiştir. 


Bugünün hissesi olsun. 


Resim: William H. Johnson (1942)

dergi yapıyorum

Dino Bey’i sekiz on A4 kağıdı üstüste koymuş birbirine yapıştırırken buldum. Hepsinin üstüne resimler çizmiş, boyamış, bir şeyler yazar gibi yapmış. 

Ne yapıyorsun, diye sorunca, omuz silkti, en normal cevap zaten buymuş gibi sakince, dergi yapıyorum, dedi. 


Gurur böyle bir şeymiş…


*

Resim Renoir'ın.

sessizliğin üç derecesi

" (...) Molinos (şüphesiz bu sınıflandırmayı kullanan ilk kişi o değildir), sessizliğin üç derecesini ayırt eder: Ağzın sessizliği, zihnin sessizliği ve iradenin sessizliği. Boş konuşmaktan uzak durmak zordur; belleğin ve hayalgücünün konuşmasını susturmak çok daha zordur; hepsinin en zoru, iradenin içindeki arzu ve hoşnutsuzluk seslerini bastırmaktır." 

Aldous Huxley - Kadim Felsefe (Çeviren: Mutlu Yetkin) 


Resim, Edward Hopper'ın

bildiğim bir canavar


Bir kutu daha getirip, dikkatlice diğerlerinin yanına koydu. Oflaya puflaya şezlonguna oturdu, hepsinin de üstünde kocaman harflerle XL yazan kutulardan birini önüne çekti, belli bir şey arıyormuş gibi içini karıştırmaya başladı.


Artık kutuda ne varsa şıngır şıngır sesleri kulağıma kadar geldi. Hazine sandığı mı? Gümüş zincirler, şamdanlar, elmaslar, çil çil altın paralar… Korsan filmlerinde gördüğümüz, belalı yerlere gömülü o sandıkların içindeki türlü ıvır zıvır… Neticede Karayiplerden bu kadın, neden olmasın?


Tık diye kaldırdı kafasını. Onu düşündüğümü anladı sanırım. Var böyle bir becerisi. Her defasında yakalıyor beni. 


Neyse, güldü geçti bu defa, el salladı: “Var mı biran?”


“Yok” dedim. “Kahve içiyorum.” Termosumu hafifçe kaldırdım, görsün diye. 


Yüzünü ekşitti. “Eh, o da olur, getir.” 


Bu defa ben güldüm. Olur tabii. Mis gibi kahve. Banktan hevesle kalktım. Nelerle uğraştığını merak ediyordum. Bugün eline ne geçmişti kimbilir. Kestane Meydanı’nın ortasına, kutuları ve şezlonguyla kurduğu derme çatma sergisine yirmi adımda ulaştım.  


Şezlongun yanındaki kupasına uzandı, içine hiç bakmadan dibinde kalanları göğümüzü kaplayan dev kestanenin toprağına savurdu. Şaraptı galiba. 


“Dök” diye neşeyle emretti. Havası hep böyle zaten, buyurgan ve keyifli. Garip bir karışım. Termosumdan onun kupasına kalan kahveyi döktüm. 


Kutunun kapağını kapatmıştı arada. Beni merakta bırakmak istiyor gibiydi. Kutuya baktığımı görünce, kıs kıs güldü. Gibisi fazla, düpedüz biliyordu. Gülerken yaşlı yüzü daha da kırıştı, sanki birdenbire bin yaşına ulaştı. Belki zaten bin yaşındaydı.


Soracak oldum, şşşt deyip susturdu. “Sorma, tahmin et”.


İlk aklıma geleni söyledim. “Hazine sandığı.” 

“Bendeki her şey hazine sandığı zaten. Başka bir şey söyle.”


Haklıydı bir bakıma. Nerelerden bulup getirdiğine akıl sır erdiremediğim öteberinin tümü aslında birileri için hazine değerindeydi. En azından bir süreliğine öyle olmuştu. 


Düşündüm… “Vazo, bardak, cam şeyler.” Kristal bardak demek istiyordum ama o da söylemek için fazla komik gelmişti.

“Peehhh” diye elini salladı. Güldü yine. “Renkli bunlar” dedi. “Yaramaz bunlar.”


Yaramazlar, renkliler, şıngır şıngır sesliler… 


“Bilirsen sana da vereceğim, bir hakkın var ama” deyip hafifçe tekmeledi kutuyu.


Sesi bu defa apaçık duydum. Birbirine çarpan, küçük küçük… Sanki çok uzaklardan, çok geçmişten, eski bahçelerden, avlulardan, sokaklardan kopup gelen tanıdık bir uğultu. Belki oralarda halen esen bir rüzgâr… Bildiğim bir canavar. 


“Bir dakika” dedim. “Bu büyükler için değil, di mi?”


Güldü. Yine bin yaşında. Ama kısık gözlerinde hâlâ çok eski, çok yaramaz, çok çocuk bir ışıltı dolaşıyor. 


“Aferin, fena değilsin, hak ettin.”  


İşin dramasını arttıracak ya, kahvesinden ağır ağır bir yudum aldı. Sonra kutuyu bana doğru çevirdi, kapağı hızla kaldırdı. 


O eski, o tanıdık uğultu birden tüm meydanı doldurdu, kestane ağaçlarının üstüne yükseldi, uzaklaştı. Niyeyse gözlerimi kapadım. Birazcık da korkuyla rüzgârı dinledim. Neden korktuğumu bilemiyordum ama iyi bir histi bu. Çocukların heyecanlı korkusu.


Gözlerimi açtım. Gördüm. Renk... Renk, sesten sonra geldi ama hiçbir yere gitmedi. 


Bir hazine sandığı ancak bunca hazineyle dolardı. O rüzgârın içinden çıkıp gelmiş, bildiğim tüm eski çocuklarla beraber sandığa baktık da baktık.


Gözlerimiz kamaştı.  



*

PS: Resim, Jules René Hervé (1960).

ay sarayında